03-07-2024
İsmet Berkan

Türkiye, Suriye politikasını ne zaman değiştirdi?

Türkiye, Suriye politikasını ne zaman değiştirdi?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bugün Kazakistan’a, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün zirvesine gidiyor. Orada Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’le görüşeceğini biliyoruz. Ama bakarsınız Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’la de el sıkışır. Olmaz olmaz demeyin.

Gelin biraz geçmişe dönelim.

Yıl 2014. Ahmet Davutoğlu Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan olmuş, ilk yurt içi gezisini de Amasya’ya yapıyor. Başbakanlığa ait koca uçakla Ankara’dan Amasya’ya giden gazeteciler arasında ben de vardım.

Gün boyu perişan olduk, Davutoğlu’nun programı sarktı da sarktı, en sonunda gece yarısına doğru Amasya’dan İstanbul’a hareket ettik ve Yeşilköy’e indik. İndik ama bir türlü uçağın kapısı açılmıyor, yanaştığımız VIP çıkışının önünde görevliler ve karşılayıcılar yoğun yağış altında bekleşiyor, biz de pencereden onlara bakıyoruz.

Yarım saatten fazla pistte öyle anlamsız biçimde bekledik. Neden sonra kapılar açıldı, fazlasıyla geciktiğimiz evlerimize dönmek üzere uçaktan indik.

O gece neden uçağın içinde hapis kaldığımızı kısa süre sonra öğrendim: İlginç tesadüf, aynı saatlerde Yeşilköy’deki Atatürk Havaalanı’nın öteki ucundaki Devlet Konukevi’nin önünde de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan uçağa binmek üzereydi.

O sırada Amerika Başkanı Barack Obama telefonla Erdoğan’ı aradı, Başbakan Ahmet Davutoğlu da görüşmeye telekonferansla bağlandı. Obama, Erdoğan’ı aramıştı, çünkü birkaç saat içinde Amerikan ordusunun yapacağı bir operasyonu önceden haber vermek istiyordu. Operasyon dediği, Amerika’nın Suriye’nin kuzeyindeki PKK/YPG’ye lojistik yardıma başlamasıydı.

Erdoğan da, Davutoğlu da ABD’nin bu girişimine çok itiraz etti ama Amerika kararını vermişti, PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan YPG ile IŞİD’e karşı koalisyon kuruyordu.

Eğer daha önce değilse o gece itibariyle Türkiye’nin Suriye konusundaki politikasının tamamen değiştiğini söyleyebiliriz. Gerçekle yüzleşilen kritik gün o gündü. Ama o yüzleşme bir günde olmadı, uzun yıllara yayıldı.

O güne kadar Türkiye’nin Suriye konusunda hedefi bu ülkede rejim değişikliği sağlamak, Esad yönetiminin yerine Sünni isyancı güçlerin hükümetini koymaktı. Bunun için Özgür Suriye Ordusu adı verilen amorf ve dağınık gücün Suriye’de iç savaşı kazanması gerekiyordu. O sırada muhalif güçler Halep’in neredeyse tamamını, Şam’ın bazı kesimlerini kontrol ediyordu, rejim Lazkiye’ye doğru çekilmişti.

2011 yılında Suriye’de iç savaş başladığında Türkiye bu ülkede yaşayan Kürt azınlığı küçümsüyor, bir detay gibi görüyordu. PKK’nın Suriye’deki siyasi kolunun (PYD) Kürtler arasındaki 100’den fazla fraksiyonu yok edip yegane siyasi örgüt haline gelmesine, PKK’nın Kuzey Irak’tan yolladığı komutanlar aracılığıyla YPG adlı yeni bir silahlı grup kurmasına, bu grubun iç savaşta neredeyse tarafsız kalıp Beşar Esad’ın ordu depolarından aldığı silahlarla silahlanmasına pek tepki verilmedi. Ankara ‘büyük resim’de Esad rejiminin çökeceğini düşünüyordu, Kürtlerle sonra hesaplaşılırdı. Hepi topu birkaç yüz bin kişiydi Kürtler.

Sonra ansızın kendine Irak-Şam İslam Devleti adını veren o vahşi örgüt çıktı ortaya. Musul’da konsolosumuz ve onlarca çalışan bu örgüte göz göre göre esir düştü. IŞİD bir anda Suriye sahnesini de değiştirdi, bu ülkeye girip Suriyeli muhaliflerin elindeki toprakların önemli bölümünü ele geçirdi.

IŞİD’in varlığı Suriye iç savaşında her şeyi değiştirdi. Batı’nın gözünde en büyük sorun bu örgüttü; onunla savaşanlar da kahraman mertebesindeydi. PKK Irak’ın kuzeyinde IŞİD’in yaptığı Yezidi katliamına direnen ve IŞİD’le sahada savaşan tek örgüttü. PKK ile IŞİD Suriye’de de karşı karşıya kaldı.

O sırada Türkiye’de ve dünyada PKK ve daha sonra FETÖ adını alacak olan Fethullah Gülen cemaati unsurları aynı propagandayı yapıyordu: ‘Türkiye’de hükümet radikal İslamcı IŞİD’den rahatsız değil, onlarla savaşmıyor…’

Türkiye’den kimi sol gruplar akın akın Kobani’ye savaşmaya gidiyordu. Bu arada IŞİD de Türkiye içinde ciddi operasyonel bir terör örgütü kurmuştu, bu örgüt Suruç’ta Kobani ile dayanışmak isteyenleri öldürdü. Türkiye kendi içinde de karışıklığa sokuluyordu.

Bilmiyorum, dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Güler bir gün o günleri anlatırlarsa hep birlikte aydınlanacağız: Türkiye’nin IŞİD’e karşı hareketsizliğinin, Kobani’yi savunmak için yardım etmemesinin sebebi IŞİD’in elindeki Musul Konsolosluğu rehineleri miydi, yoksa Türk hükümetinin bu örgütü de ikincil önemde kabul edip ana hedef olarak hâlâ Esad rejimini görmeye devam etmesi miydi? (İdeolojik yakınlık iddiasını unutmuyorum, ama buna ihtimal vermek istemiyorum açıkçası).

IŞİD Suriye sahnesinde etkili bir eleman olarak görüldüğünde Türkiye’den yapılan bütün resmi değerlendirmelerde bu örgütün nihai olarak Esad rejimini kurtardığı, esas olarak rejimle değil Suriyeli muhaliflerle çatıştığı tezi işlendi. Yani Türkiye, Suriye sahnesine hala Esad rejimini değiştirme penceresinden bakıyordu ama dünyada hava çoktan değişmişti, artık Esad değil ondan daha büyük bir tehdit vardı, Türkiye ise o tehdidi küçümsüyordu.

Suriye sahnesinde Kürtleri ve IŞİD’i küçümsemek Türkiye’ye tarihinin en kritik ve en büyük güvenlik sorununu yarattı.

Türkiye iki ayrı büyük harekatla IŞİD’e karşı savaştı ve bu anlamda bu örgütle sahada kara savaşı yapan yegane resmi ordu oldu. Ama tek tehdit IŞİD değildi, Türkiye Suriye sahasında Amerikan korumasından çıktığı kısa bir süre içinde PKK/YPG ile de savaştı.

Bugün IŞİD tehlikesi çok daha azalmış durumda belki, ama PKK/YPG’nin yarattığı tehdit, başta da söyledim 2014’ten beri artık geri dönüşü olmayan biçimde Türkiye’nin Suriye politikasının önceliklerini değiştirdi. Hele hele Esad rejiminin 2015’ten itibaren açıkça Rus askeri koruması altına alınmasından sonra Türkiye artık Suriye’ye sadece iki açıdan bakıyor: 1. PKK/YPG’nin ortadan kaldırılması; 2. Suriye’den ilave göçün önlenmesi.

Neredeyse 10 yıldır Ankara’nın Suriye’ye bakışında kaçınılmaz bir değişiklik olmasına rağmen Türkiye Suriye konusunda duygusal kalmaya devam etti, daha yeni yeni Esad rejimiyle işbirliği arayışları var. Ve hemen söyleyeyim, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Beşar Esad Kazakistan’da el sıkışsa bile Türkiye açısından güvenlik sorunları bitmeyecek.

Halen Suriye topraklarının neredeyse üçte birini kontrol eden PKK/YPG’nin yok edilmesi diye bir mesele var. Üstüne ülkemizdeki Suriyeli göçmenlerin geri gönderilmesi var.

Bu iki mesele de Türkiye’nin öngörüsüzlüğü, yanlış öncelikleri ve duygusal tutumu yüzünden ortaya çıktı ve konu 13 yıl öncesine göre çok ama çok daha karmaşık. Üstelik içinde ciddi riskler de barındırıyor.

Göreceksiniz, Hollanda’yı da geçecek bu takım

Göreceksiniz, Hollanda’yı da geçecek bu takım

Dün akşamki muhteşem Avusturya galibiyeti gözümüzü boyamasın, milli takımın iki önemli sorunu var. Bugünden cumartesi akşamına kadar bu iki sorunda bir ölçüde olsun düzelme olursa Hollanda’yı da yenip yarı finale yükseleceğimizden hiç kuşkum yok.

Bana göre ilk büyük sorunumuz, daha önce Gürcistan ve Çekya maçlarında da başımıza geldiği gibi, oyunun son 30 dakikasında şuursuz biçimde geriye yaslanmamız ve ayağımızda top tutmayı başaramamamız.

Dünkü maç Merih Demiral’ın ilk dakikadaki golüyle 1-0 başladı. Avusturya da doğal olarak en azından beraberliği sağlamak için bastırdı. Ama Türkiye oyunun bu döneminde disiplininden hiç kopmadan gayet kompakt bir savunma oyunu oynadı. 

Montella’nın milli takıma verdiği karakter bu zaten. Topu gerekirse rakibe bırakmak ve hızlı geçiş oyunlarıyla gol kovalamak. Dikkat ettiyseniz Merih Demiral’ın ikinci golüne kadar rakibe bu savunma oyununda çok da pozisyon verilmedi, pek çok pozisyon da elde edildi.

Ama Merih’in ikinci golü Türkiye’nin bu oyun disiplinini yitirmesine neden oldu. Avusturya daha hırslı bastırdı, ki bu beklenmesi gereken bir şey, ama Türkiye ayağında top tutmak yerine ceza sahası önünde ve içinde rakipten alınan her topu şuursuzca ileri vurmaya başladı, top bizim ayağımızda kalmadı.

Oysa maçın bu dönemi rakibi faul yapmaya ve kart görmeye teşvik etmek için kullanılabilirdi. Milli takım ilk 60 dakikadaki pas oyununu becerse fark daha da açılabilirdi, çünkü rakip hata yapmaya daha açıktı artık.

Oysa tam tersi yapıldı. İleri vurulan her top birkaç saniye içinde yeniden ceza sahamızın önünde ve içinde strese neden oldu. Rakip forvet sayısını arttırdı, yani orta sahasını ve defansını zayıflattı, ama biz bunu kullanamadık, ayağında top tutsun diye ve dikey hücum için oyuna alınan Kerem ve İrfan Can etkili olamadı.

Geriye yaslanmak çok riskliydi, nitekim bir gol yedik, en az üç tane de yüzde yüz gol tehlikesi atlattık, sonuncusu son saniyelerdeydi.

Daha korkutucusu, takımın 90 dakikayı çıkartamayacak kadar yorulmasıydı. 80. dakikada oyuncularımızın bacaklarına kramplar girmeye başlamıştı bile. Ya maç uzatmaya gitseydi?

Milli Takımın kondisyonu bu kadar düşük olamaz; sorun erken yorulmaya neden olan son 30 dakika stresi bana soracak olursanız. Bu stresi de kendi kendimize yaratıyoruz; ayağımızda top tutsak, maçın ilk bölümündeki gibi ikili mücadele kazansak stresi ve krampları Avusturyalı oyuncular yaşayacaktı.

Milli Takım, Hollanda karşısında oyun disiplinini 90 dakika boyunca sürdürmek, skor ne olursa olsun o kompakt oyunu hep oynamak zorunda. Bunu başarırsak yarı finale de çıkarız, çünkü Hollanda, dün de gördük, öyle ahım şahım bir oyun oynamıyor.