16-10-2024
İsmet Berkan

Yarın sabah Kürtler’le ‘çözüm süreci’ başlasa neler konuşulur?

Yarın sabah Kürtler’le ‘çözüm süreci’ başlasa neler konuşulur?

Aynı suda iki kez yıkanamazsınız, ama Türk medyası son 16 gündür hepimizi buna iknaya çalışıyor, ısrarla ‘Aslında kapalı kapılar ardında bir şeyler pişirildiğini’ iddia ediyor.

Neden söz ettiğimi anlamadınız belki, anlatayım: MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim’de Meclis açılışında gidip DEM Partililerin ellerini sıkmasından sonra yapılan aşırı yorumlardan söz ediyorum.

Geçen gün bu konuyla biraz dalga geçen bir yazı da yazdım zaten ama TV konuşan kafalarından bir kısım DEM Partili siyasetçilere ve köşe yazarlarına kadar geniş kesimler olmayan bir ümidi konuşmaya devam etti. Hepsi de sanki hepimizden gizli bir takım şeyleri biliyormuş gibi davrandı, hatta bu amaçla İmralı’daki Abdullah Öcalan’la ön görüşme yapıldığını öne süren meslektaşlarımız bile oldu.

Oturduğum yerden söylüyorum: Mümkün değil

Oysa ben hiçbir kulis bilgisine, hiçbir gizli bilgiye sahip olmadan, tam olarak oturduğum yerden biliyorum ki bu el sıkışma sıradan bir nezaketten ibarettir, Devlet Bahçeli’nin ilk kez yaptığı bir şey değildir ve bir ‘çözüm süreci’ hatta bırakın ‘çözüm süreci’ni Kürt siyasi hareketiyle ülkenin geri kalan siyasetçileri arasında ‘yumuşama’ bile mümkün değildir.

‘Mümkün değil’ büyük laf tabii, Tayyip Erdoğan iktidarda olduğu ve iktidarını sürdürmek istediği sürece bu lafı etmek doğru olmaz. Ama sözü edilen, aslında galiba daha çok temenni edilen sürecin başlaması Tayyip Erdoğan’ın MHP ile köprüleri atmasıyla mümkün olabilir ancak.

Eh, eğer Erdoğan bu köprüleri atacaksa neden DEM’le işbirliği yapsın, döner CHP ile yapmayı dener (Özgür Özel’le yapılan iki ‘normalleşme’-‘yumuşama’ görüşmesinden sonra bunu diyenler de çıktı, hatta bu görüşmelerden işkillenenlere Devlet Bahçeli de katıldı, o yüzden de görüşmeler sona erdi).

Devlet Bahçeli kapıyı kapattı zaten

Nitekim dün Devlet Bahçeli’nin partisinin grup toplantısında bu konuda yaptığı izahlardan sonra normalde ‘Yumuşama, hatta çözüm süreci geliyor’ beklentisinin sıfıra inmesi gerekiyor, ama henüz inmiş değil.

Yazıya ‘Aynı suda iki kez yıkanamazsınız’ diye başlamam da boşuna değil. Bir an için MHP’nin Tayyip Erdoğan’a açık çek verdiğini ve Kürt sorunu için bir ‘çözüm süreci’ başlatmasına karşı çıkmadığını varsayalım.

Peki o zaman ne olacaktı? Yeni ‘Çözüm süreci’ nasıl yürüyecekti?

Türkiye 12 yıl önce çözüm sürecini benim sorum üzerine öğrenmişti

Bundan 12 yıl önce, tam olarak 28 Aralık 2012 günü o sırada Başbakan olan Tayyip Erdoğan’la TRT için mülakat yaptık. O mülakat sırasında Erdoğan benim sorum üzerine İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşmeler yürütmeye başladıklarını açıkladı. Yani hatırladığımız son ‘çözüm süreci’ o gece öyle ilan edildi Türkiye’ye. Acaba ben sormasam ve sonra da arkadaşlarımdan rol çalma pahasına üstelemesem Erdoğan bu görüşmeleri açıklar mıydı sorusunu hep sordum kendime.

12 yıl önceki süreçle bugün arasında büyük farklar var. Yaygın deyişle ‘Köprülerin altından çok sular akmış’ durumda. Ne Abdullah Öcalan aynı Öcalan; ne PKK aynı PKK, ne de Türkiye Cumhuriyeti Devleti aynı TC. Tam da bu sebeple ‘Aynı suda iki kez yıkanamazsınız’ diyorum zaten.

PKK’lılar askeri birlik gibi poz vererek ayrılmıştı

12 yıl önceki sürecin en kritik konusu Türkiye içindeki PKK militanlarının Türkiye’den ayrılmasıydı. Hükümet ‘Gidenlere giderken operasyon yapılmayacak’ güvencesi verdi, sayısını bilmediğimiz miktarda PKK’lı sahiden Türkiye’yi terk etti. Bu konuda bir de belgesel çekildi, Hasan Cemal o terkleri bizzat izleyerek kitap yazdı.

Bugün Türkiye sınırları içinde 12 yıl önceki gibi, öyle bölükler halinde dizilip sanki nizami orduymuş gibi yürüyüşe geçecek miktarda PKK’lı yok zaten. Ne girebiliyorlar ne de girseler barınabiliyorlar. Bu Türkiye’nin güvenlik örgütlerinin büyük bir başarısı.

Ama öte yandan 12 yıl önce Suriye’de ülke topraklarının üçte birine yakınını kontrol altında tutan, Amerikan silahlarıyla donatılmış, 60 bin kişi aşan silahlı gücü olan bir PKK da yoktu. Bugün var.

Kandil’in önemi azaldı, Suriye’nin arttı

Kuzey Irak’ta, Kandil dağlarında konuşlu PKK ciddi güç yitirmiş durumda, ama buna karşılık aynı PKK, Irak-Suriye sınırında ve Suriye içinde ciddi bir kuvvet. Türkiye yıllardır PKK’nın Irak-Suriye bağlantısını kesecek bir askeri operasyonu konuşuyor, ama sınırımızda oldukça derinde icra edilmesi gereken bu operasyon için düğmeye tam basılmıyor.

Türkiye, Suriye sınırında PKK’ya karşı tampon bölge yaratmak istedi, bu amaçla Batı ile ilişkilerde bedel ödeten ve bugün bile ödetmeye devam eden ciddi bir savaş da yaşandı ama o tampon bölge bütün sınır boyunu içeremedi, hedeflerinden geride kaldı.

Ülkede baskı dönemi başladı, özgürlükler kısıldı

Mesele sadece güvenlik de değil, ama güvenlikçi politikalar nedeniyle ülke içinde PKK’dan başlayarak ama kısa süre içinde bütün muhalif ortamı baskılayan bir yargı-polis silahı olabilecek en sert biçimde kullanıldı. Sadece o da değil, bir zamanlar temel özgürlük konusu olduğu yasalara bile yazılan konularda bir de öyle bir psikolojik ortam oluşturuldu ki, bu özgürlükleri hatırlatmak birdenbire ‘vatan haini bölücü’ damgasını yemenize sebep oluyor. İşte daha bugün örneği var, Hürriyet yazarı Nedim Şener, Öcalan posterlerinin ve PKK bayrağı renklerinin mitinglerde sergilenmesini engelleyenler aleyhinde karar veren Anayasa Mahkemesi için ‘bölücü’ diyor. Oysa bu poster ve flamaları yasak olmaktan çıkaran Türk Ceza Kanunu maddesi var. AYM’nin yaptığı yasayı hatırlatmaktan ibaret.

Size askeri, psikolojik ve hukuk uygulamaları ortamını özetlemeye çalıştım. Bu ortamda sahiden MHP’nin de onayıyla yarın sabah bir ‘çözüm süreci’ başlayacak olsa ne konuşulur?

Suriye’de devlet kurmaktan vaz geçin mi denecek?

Eskiden Türkiye’nin müzakerede temel amacı PKK’ya silah bıraktırmak ve bu örgütü legal alanda siyaset yaparak amaçlarına ulaşmaya teşvik etmekti. PKK da ‘Evet ama Anayasaya Kürtleri tanıdığınızı yazın, bölünmeyi veya federasyonu savunmayı suç olmaktan çıkarın’ diyordu kabaca.

Bugün Türkiye herhalde taleplerine bir de ‘Suriye’de devlet kurmaya çalışmaktan vazgeçin’i ekleyecek.

Peki PKK silah bırakacak ve Suriye’de kurduğu yapıdan vaz mı geçecek? Karşılığında ne kazanacak?

12 yıl önce PKK meselesi yüzde 80 oranında bizim iç meselemizdi. Bugün bu oran değişti, artık bu meselenin esas büyük kısmı Amerika’dan Rusya’ya, İsrail’den İran’a herkesin elinin içinde olduğu karmaşık bir uluslararası mesele.

Kaldı ki, Tayyip Erdoğan en azından 2015’ten, yani ‘çözüm süreci’nin kendisine oy kazandırmayıp aksine kaybettirdiğini gördüğünden beri MHP ile birlikte müthiş bir anti-PKK güvenlikçi duruşa büyük siyasi yatırım yaptı. Nitekim son seçimini de ‘Bana oy vermezseniz bunlar gider PKK ile görüşür, zaten PKK da Kılıçdaroğlu’nu destekliyor’ diyerek beka söylemiyle kazandı.

Siz Tayyip Erdoğan olsanız aynı suda yeniden yıkanmaya kalkışır mıydınız?

Türkiye çok gecikerek de olsa nükleerde doğru yola giriyor galiba

Türkiye çok gecikerek de olsa nükleerde doğru yola giriyor galiba

Uzun yıllardır Türkiye’nin nükleer santral sahibi olması gerektiğini söyleyen ama Akkuyu’da Rus şirketi Rosatom tarafından yapılan santrala da şiddetle itiraz eden biriyim.

İtirazımın iki sebebi var: 

1. Nükleerde zaten çok gecikmiş olan Türkiye bu gecikmeyi avantaja çevirebilir, yeni nesil ve daha temiz, daha güvenli santraller alabilirdi, yapmadı, Rusya’nın zaten tasarımları sabıkalı şirketinden denenmemiş bir tasarım aldı. 

2. Üstelik bu alımı çok ama çok pahalı yaptı, oysa bu maliyeti düşürmek mümkündü.

Nitekim Akkuyu projesi şimdiden bir yıldan çok gecikmiş durumda, daha da gecikecek gibi duruyor. Çünkü Rusya, Ukrayna’yı işgal girişimi yüzünden Batı ambargolarına tabi; bu ambargolar yüzünden santralin en kritik parçası olan hassas buhar türbinlerini Almanya’dan alamıyor.

Şimdi alternatif tedarik yolları (Çin’den almak veya Rusya’da üretmek) düşünülüyor ama bu teknolojide geri adım demektir, Türkiye’nin yeniden pazarlık hakkını doğurur.

Bilmiyorum bu büyük sorun nasıl çözülecek? Uzun yıllar çözülemeyebilir, bunu aklımızın bir kenarına yazalım.

Türkiye, Akkuyu’dan sonra Sinop ve Trakya’da Karadeniz kıyısına da nükleer santral inşa etmek istiyor. Burada kaç kez yazdım, hiç değilse bu santrallar için yeni teknoloji şartı koşulsa, toryum-plutonyum karışımı kullanan ve çok daha az atık üreten santrallere geçilse…

Son 10 yılda ortaya çıkan çok yeni bir teknolojiden de defalarca söz ettim burada. Bu küçük modüler nükleer reaktör (SMR) teknolojisi belli ki geleceğin teknolojisi. Daha şimdiden birkaç farklı tasarım var. Çin ve ABD bu konuda öncülük yapıyor. Bakın Amerika’da SMR ile nükleer santral üreten çok sayıda şirket ortaya çıktı bile, bunlardan biri Microsoft, diğeri ise Google için santral üretiyor bile.

Bu modüler santralleri yan yana koyup yüksek  kapasitelere ulaşmak da, tamamen bölgesel tutup örneğin bir şehri bu mikro santralle beslemek de mümkün. Son derece esnek bir çözüm.

Şimdi Türkiye hiç değilse mevzuatına bu SMR teknolojisini dahil etmeye karar vermiş. Doğrusu da bu zaten.

Türkiye ciddi enerji açığı olan (geçen yıl dört terawatt açığımız oldu) ve ihtiyaç artacağı için enerji alanında sürekli yatırım yapması gereken ülkenin adı. Bu yatırımları iklim değişikliğini gözeterek yapmak gerekiyor. Nükleer seçeneğinden kaçacak lüksü yok ülkemizin.