07-08-2025
İsmet Berkan

Devleti yeniden kurma ihtiyacı

Devleti yeniden kurma ihtiyacı

Türkiye çok vahim bir hukuksuzluk krizinin pençelerinde yaşıyor uzun yıllardır.

Geçmiş siyasi vesayet dönemlerinde bu hukuksuzluk son derece önemli olmakla birlikte yine de mevzi bir dizi alanda yaşanıyordu. Daha çok siyasete ve adı konmamış devlet ideolojisine değen alanlarda.

Vesayeti kaldırmak hiç kuşku yok demokrasi yolunda ilerlemek isteyen bir ülke için mutlak bir ihtiyaçtı. Ama bu adı konmamış devlet ideolojisi yok edilir, o ideolojiye dayanarak hareket eden vesayet ortadan kaldırılırken ortaya bir boşluk çıkacağı, o boşluğun da insan haklarına dayalı liberal demokratik anlayış tarafından doldurulacağı varsayımı çöktü.

Boşluk doğmasına doğdu ama o boşluğun yerini çok daha büyük bir ölçüsüzlük, vesayetin de ötesine geçen doğrudan müdahale aldı. Bu doğrudan müdahaleler, özellikle de yargının siyaset eliyle gündelik olarak yönetilmesi ortaya büyük hukuksuzluk krizini çıkardı.

Artık sadece iktidarın hükmettiği bir yargıdan değil küçük küçük grupların bile kendilerine güç devşirip müthiş bir hareket serbestisi elde edebildiği bir yargıdan söz ediyoruz.

Güce yakın olanlar neredeyse mutlak suç işleme özgürlüğüne sahip. Bu öyle tepede üç beş kişi için işleyen bir düzen de değil; sistemin kılcal damarlarına kadar işlemiş.

İktidara yakın taşrada bir önemsiz yönetici örneğin ilk derece mahkemesinden mahkumiyet alsa bile “sistem” onun dosyasını Yargıtay’da uyumaya terk edip yok ettirebiliyor. Bu denli derine nüfuz etmiş bir düzenden söz ediyoruz.

Bir belediye başkanı hakkında iddianame bile yazılmadan aylarca tutuklu tutulabiliyor ama haklarında onlarca suç duyurusu bulunan başka belediye başkanlarının dosyalarının kapağı aralanmayabiliyor.

Hukuksuzluk krizi sadece yargıyla sınırlı da değil. Kamu gücünü temsil eden bütün devlet organlarında olağanüstü bir denetimsizlik ve hesap vermeme kültürü yerleşmiş durumda.

Eskiden koskoca başbakanların yüce divana sevkine sebep olan suçlamalar bugün “olur öyle şeyler” kabilinden muamele görüyor, neredeyse bütün önemli ihalelerin önceden kime verileceği biliniyor, çünkü o şirketler zaten davet ediliyor.

Kamu-Özel İşbirliği adı altında bu halktan bir grup müteahhide inanılmaz servetler transfer edildi ve edilmeye devam ediyor, itiraz edenlerin sesi artık duyulmuyor bile.

Daha geçenlerde yazdım, bir müteahhide bir iş yaptırılıyor, sonra ona yaptığı işin 10 katı değerde arazi bir kalem darbesiyle devrediliyor.

Mesele sadece akçeli işlerle ilgili değil. Kamu gücü hemen hemen her alanda sınırsız ve denetimsiz kullanılıyor. Devlette işe alınacakların listesini partinin il ve ilçe başkanlıkları hazırlayabiliyor.

Saymakla bitmeyecek hukuksuzluklar hayatımızın her alanında “yeni normal” haline gelmiş durumda.

Geçmişin hukuksuzluğunun bugün katlanarak büyümüş olmasının temel sebebi siyasetçinin de devletin de hesap verebilir olmaktan çıkmış olması.

Bugün Anayasaya göre Türkiye’yi tek bir kişi yönetiyor, seçilmiş Cumhurbaşkanı.

Normalde Cumhurbaşkanları yargı ve parlamento denetimine tabidir. Ama bizim Anayasamız öyle yazılmış durumda ki Türkiye’de fiilen Cumhurbaşkanından hesap sormaya imkan yok.

Bu hesap sorulamazlık hali cumhurbaşkanını hukuk üstü yapıyor. Örneğin o cumhurbaşkanı parlamento tarafından usulünce görüşülüp onaylanmış bir uluslararası anlaşmadan ülkeyi tek bir kalem darbesiyle çıkarabiliyor.

Örneğin o cumhurbaşkanı yargının önünde derdest olan dosyaları kendi siyasi propagandası için ve yargıya müdahale sayılması gereken açıklamalarla kendi nutuklarına konu edebiliyor. Bu durum Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da (Kavala ve Demirtaş kararları) kayda geçirildiği halde ülke içinde bir “yargıya müdahale” soruşturması açılmıyor, çünkü açılamaz.

Türkiye çökmüş bir Osmanlı’nın küllerinden kurulmuş bir Cumhuriyet. Bu Cumhuriyet’i kuranlar samimi biçimde düzenli işleyen, hukukun üstünlüğüne dayalı bir devlet kurmak istedi. Bunu başaramadılar ama samimiyetleri hiçbir zaman sorgulanmadı.

27 Mayıs darbesini, 12 Eylül darbesini yapanlar o devleti yeniden kurmaya teşebbüs etti. Eskinin işlemeyen düzenine buldukları çözüm daha vahim sorunları beraberinde getirdi, vesayetçi bir anlayışın yerleşmesine neden oldular.

Tayyip Erdoğan ise çok ama çok uzun sürmüş iktidarında devleti sıfırdan yeniden kurma şansı eline geçtiğinde bu şansı şahsi bir devlet kurmak yönünde kullandı.

Siyaset kurumunun, özellikle de muhalefetin yarın iktidara geldiğinde yapması gereken ilk en büyük şey devleti bir kez daha yeni baştan kurmak olacak. Tayyip Erdoğan devletini olduğu gibi devralıp sürdürmek siyasetçilere çok çekici gelebilir belki ama ülkemiz için doğrusu insan haklarına dayalı özgürlükçü hesap veren bir yeni devlet kurmak olacaktır.

Sadece yargı bağımsızlığından söz etmiyorum burada. Bütün kamu kurumlarındaki denetim organlarından, bu organların kurallı bir devleti sürekli denetlemesi için yapılması gereken kapsamlı işlerden söz ediyorum.

Denetim devleti, müfettiş iktidarı olalım demiyorum, hesap veren bir kamu otoritesi ve hesap sorulabilir siyasi otoriteden söz ediyorum.

Umarım partiler ve adaylar bu konularda fikri hazırlıklara şimdiden başlamışlardır.

Mehmet Şimşek’in itirafları

Mehmet Şimşek’in itirafları

Esasen Mehmet Şimşek Haziran 2023’te göreve geldiğinde Türkiye’nin iki büyük ihtiyacı vardı: Ekonomik normalleşme ve enflasyonla mücadele.

Normalleşme olmadan enflasyonla mücadele edilemezdi; çünkü geçmiş iktidar Türkiye’deki neredeyse bütün fiyatlama davranışlarını birden bozmuştu. Ne paranın fiyatı olan faiz normaldi, ne doların fiyatı normaldi, ne bankaların bankacılık yapma biçimi normaldi ne iş ve ticaret dünyası dahil sokaktaki vatandaşın ekonomik davranışları normaldi.

Bugün aradan iki yıldan fazla zaman geçti ve bu normalleşmenin hala tam anlamıyla sağlandığını söyleyemeyiz. Oysa normalleşme olmadan başka hiçbir şey olamazdı.

Normalleşme olsaydı, enflasyonu yüzde 70’lerden 20’lere indirmek zor bir iş değildi. Zorluk enflasyonu yüzde 20’den yüzde 3-4’e indirmekteydi.

Oysa bugün bir bakıyoruz, enflasyon düşe düşe ancak yüzde 33’e düşmüş durumda. Beklenen başarı bu değildi.

Uzun süren “mücadele” dönemleri sadece toplumu yormaz, siyaseti ve ekonomi dünyasının başlıca aktörlerini de yorar.

Nitekim bugün o yorgunluk emareleri ortaya çıkmış durumda ve Mehmet Şimşek dün Reuters haber ajansına konuşurken istemeye istemeye bu yorgunlukları kabul etmiş.

Şimdi ister istemez herkesin gözü bir kez daha Tayyip Erdoğan’da. Acaba o da yoruldu mu?

Eğer yorulduysa işimiz iş.