10-10-2025
İsmet Berkan

Gazze barışı belki de bütün bölgemiz ve insanlık için tarihi bir fırsattır

Gazze barışı belki de bütün bölgemiz ve insanlık için tarihi bir fırsattır

İsrail’in dünya çapında çok kuvvetli bir propaganda makinesine sahip olduğunu bilmeyenimiz yok; sanırım artık buna bizzat şahit olmayanımız da kalmadı.

Son aylarda sosyal medyada karşıma sık sık böyle propaganda ürünleri çıkıyor. Bunlardan birinde benim çocukluk ve gençliğimin efsane İsrail Başbakanı Golda Meir’in bir konuşması vardı.

Meir şöyle diyordu: “İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’dan ne bir tane lider ne de bir tane aydın çıkıp Yahudilere ‘Hadi savaş bitti, eski baskılar da sona erdi, evinize, fabrikanıza, dükkanınıza dönün, bekliyoruz’ dedi.”

İtiraf edeyim, amacı propaganda bile olsa bu bakış açısı bu yaşıma kadar aklıma gelmiş bir şey değildi. Benim cehaletim elbette. Avrupa tarihinini biraz bildiğimi sanıyordum ama bakın sahiden de bu kadar vahim bir şeyi görmemişim, atlamışım. Yahudilerin Avrupa’daki evlerini, barklarını, binlerce yıllık hayatlarını bırakıp İsrail’e göç etmesini normal ve sıradan bir şey sanmışım.

Avrupa, Nazi Almanyasının yaptığı Yahudi soykırımına gerçek anlamda hiçbir zaman üzülmedi aslında; bu soykırımın yaralarını sarmayı hiç denemedi, aksine soykırımın hemen ardından da etnik temizliği kolaylaştırdı, Avrupa’yı büyük ölçüde Yahudisizleştirmek için elinden geleni yaptı.

Bu etnik temizliğin son dalgasını 1990 sonrası, Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Blokunun yıkılması sonrası yaşadık. Milyonlarca Doğu Avrupa Yahudisi İsrail’e göç etti. Bu göçler İsrail’in DNA’sını bozdu, bugünkü aşırı sağın ve dini radikalliğin kökeninde bu son göçler yatıyor.

İnsanlar binlerce yıllık vatanlarını terk edip İsrail’e yerleşti ve bir kişi çıkıp “Nereye gidiyorsunuz, neden gidiyorsunuz, kalın şikayetlerinizi giderelim” demedi. Bu göç aslında bugün bile devam ediyor.

İsrail’in varlığına kızanların buna bir bakmasında fayda var.

Bir başka İsrail propaganda videosunda yine Golda Meir konuşuyor: “1967 sınırları madem bugün bu kadar kutsal, 1967’deki o savaş neden yaşandı? Neden Araplar bize saldırdı?”

Bir başka haklı soru bu. 1967 savaşı öncesinde İsrail-Ürdün sınırı Şeria Irmağı değildi; Ürdün’ün ucu Doğu Kudüs’teydi, sadece bugün adına “Batı Şeria” denen toprakları kapsamıyordu, çok daha fazlasını içeriyordu. Gazze şeridi ise Mısır toprağı kabul ediliyordu.

Bugün “İsrail 1967 sınırlarını kabul etsin, Doğu Kudüs’ü başkent olan Filistin devleti kurulsun” deniyor ama 1967 savaşı öncesinde durum zaten buydu, bir tek ortada Filistin Devleti yoktu; Mısır ile Ürdün vardı.

Bunları yazıyorum diye bana kızanlar olacak eminim, ama Filistin topraklarında yaşayan ve zaman içinde “Filistinli” kimliğine sahip olan Arapça konuşan müslüman ve hristiyanların yaşadığı acıların ana sebebi İsrail olmakla birlikte yegane sebep bu değil, onu anlatmaya çalışıyorum. Avrupa’nın gerçekleştirdiği etnik temizliği ve Arap ülkelerinin başından itibaren yanlış düşmanla savaşmasını gözardı etmek ortadaki devasa insani sorunu tamamen yanlış anlamanın başlangıcı.

Elbette ta 1915 yılına, Cemal Paşa’nın Kanal Sefer düzenleme saçmalığına kadar geri dönüp tarihi “düzeltmeye” çalışmanın bir anlamı yok. Son 110 yılda bu bölgede ne yaşandıysa yaşandı; bir noktada durup geleceğe bakmak lazım. Geçmişi telafi edeceğiz dediğinizde en uç örnek olarak karşınıza fanatik Yahudi dinciler çıkıyor, bundan 3 bin yıl önceki “hak”larından söz etmeye başlıyor. 

İster Yahudi olsun ister Müslüman, ne zaman birileri geçmişi düzeltmeye, “geçmiş hakları” geri almaya kalksa bunun fiili sonucu insan acılarının artması, ölümler, bombardımanlar oluyor. İşte bunlardan sonuncusu ve belki de en korkuncu umuyoruz ki dün gece itibarıyla sona erdi.

Bugün Gazze için gerçek bir barış umudundan konuşuyoruz ama aslında bu çok kırılgan bir barış. Çünkü bu barış savaşan iki tarafın bileklerinin fena halde bükülmesiyle elde edildi.

Barışta rolü olan dört ülke var. ABD, Türkiye, Mısır ve Katar.

ABD’nin rolü çok özel, onlar İsrail’in bileğini büktü, onları acımasız saldırılarını durdurmaya ikna etti. Bu modern tarihte ilk kez gördüğümüz bir şey. Onun için küçümsenmemeli.

Türkiye’nin rolü sandığımızdan daha büyük. Çünkü Türkiye de, Mısır ve Katar’ın bugüne kadar teşebbüs etseler de başaramadıkları şeyin başarılmasında kritik kütleyi getirdi, Hamas’ı ikna etti.

Bu barış, büyük ölçüde bir yandan İsrail’in, bir yandan da Hamas’ın bu dünyada yapayalnız kalması, hala onlarla dostluk eden son ülkelerin de bu dostluklarından vazgeçme tehdidini savurması sayesinde elde edildi.

Elbette barış için kat edilmesi gereken daha çok mesafe var; henüz yolun başında bile değiliz. Her aşamada sorunlar çıkacak, her aşamada barış tehlikeye girecek.

Ama öte yandan gelecek için büyük ümitler beslemek de mümkün. Çünkü aslında mesele İsrail ile Filistin arasında bir ortak yaşam kurmak değil, mesele bütün bu bölgede, bütün bir Müslüman-Yahudi kültür coğrafyasında kalıcı bir barışa, hatta ittifaka yol açmak.

Çünkü bu iki kültür ve din aslında sadece 77 yıldır çatışıyor; bu çatışmanın esas başlatıcısı ve tarafı olan Avrupa ve Avrupa kolonyalizmi elini yıkayıp işin içinden çıkmış durumda. 

Türkiye dahil bölgedeki müslüman ülkelerin barışa ne kadar ihtiyacı varsa aslında İsrail’in de var.

Ertuğrul Özkök yazılarında sık sık dile getiriyor; Hamas’ın aradan çıkması, bir önemli siyasal islam ideolojisinin, “Müslüman Kardeşler” mantığının tamamen sahneden silinmesi anlamına geliyor. Kabul edelim, son derece iyi niyetle ortaya çıktığından kuşku bulunmayan bu ideolojinin müslümanlara faydadan çok zararı oldu. Bir noktada hayatın gerçeklerinin romantik ideallere galebe çalması gerekirdi. O nokta bugünmüş.

Zaman, geleceğe bakma zamanı ve gelecekte herkes birden negatif gündemler yerine pozitif gündemlere odaklanarak esas yapılması gerekeni, bu bölge halklarının refahını ve eğitim seviyesini arttırmayı önceleyebilir artık.

Türkiye, 100 yıllık aranın ardından önce Suriye, şimdi de Filistin gündeminin Batı nezdindeki hamisi olarak yeniden bu bölgede güçlü bir aktör olarak sahneye döndü. Bu tarihi dönüşüm bizlere büyük bir sorumluluk verdiği gibi büyük riskleri de beraberinde getiriyor.

O yüzden sadece Türkiye veya Ortadoğu bölgesi değil, belki bütün insanlık için çok yeni ve tarihi bir dönüşüme yön verme fırsatı var karşımızda.

Yönümüz barış ve refah olmalı; geçmişi restore etmeyi değil geleceği birlikte inşa etmeyi öncelemeliyiz.

Trump’ın Türkiye’ye biçtiği rol ve belki de tarihin geri dönüşü

Trump’ın Türkiye’ye biçtiği rol ve belki de tarihin geri dönüşü

19. Yüzyıl Prusyasının büyük askeri ve stratejik dehası kabul edilen Helmuth Karl Bernhard von Moltke 39 yaşında bir subay olarak 1839 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri modernleşmesinde rol almak üzere İstanbul’daydı.

Ona göre Osmanlı’nın Batıdaki toprak kayıpları Hıristiyan tebanın isyanlarının artmasıyla devam edecekti ve Osmanlı varlığını sürdürmek istiyorsa kendini yeniden tanımlamak, bir ‘Türk-Arap İslam İmparatorluğu’ olmak zorundaydı.

Von Moltke, başkent İstanbul’un da askeri açıdan savunulması zor bir yer olduğunu düşünüyordu ve Osmanlı’ya başkenti taşımayı önerdi. Nereye mi? Şam’a.

Böylece Osmanlı, sahiden Türk-Arap İslam İmparatorluğu olarak yaşamaya devam edebilirdi, yoksa son kaçınılmazdı.

Yıl 1839. Unutmayın.

Benzer bir öneri, bizim tarihimize acı hatırası “93 Harbi” olarak geçen 1877-78 Osmanlı Rus savaşı sonrası yine bir Alman generalden, Wilhelm Leopold Colmar Freiherr von der Goltz’dan geldi. O da başkentin İstanbul’dan daha doğuya taşınmasını önerenlerden biri oldu.

Alman askeri stratejistler Osmanlı’nın varlığını korumasıyla İslam karakteri arasında bire bir ilişki görüyordu. Dışarıdan bakılınca böyleydi. Ama Osmanlı öyle düşünmüyordu. Sonra yerine kurulan Cumhuriyet de öyle düşünmedi.

Şimdi de bir Amerikan Başkanı ve onun Türkiye’ye yolladığı büyükelçi 21. yüzyılın ilk çeyreğini bitirdiğimiz bugünlerde 19. yüzyılda Almanlar’dan gelen önerileri yeniden gündeme getiriyor.

Başkan Trump aylar önceden Suriye’yi “Türkiye’ye ait” kabul etmeye başladı. Şimdi Filistin meselesini de Tayyip Erdoğan’a havale ediyor. Ona kalsa Lübnan’ı da Türkiye’nin himayesine verecek.

Hatırlayın, Trump’ın yakın dostu da olan Büyükelçi Tom Barrack da sık sık Avrupa’nın Türkiye’yi içinde kabul etmemesinden söz ediyor.

Daha çarpıcısı şu: Hepimiz Tayyip Erdoğan iktidarının bugün açıkça konuşulmasa da Başkan Trump ile onun büyükelçisinin bu vizyonlarını beğendiğini biliyoruz. Kafanın arkasında hep bir Osmanlı hayali var.

Elbette bu saatten sonra bir Türk-Arap İslam İmparatorluğu kurulacağı yok ama modern Türkiye’nin bütün Arap coğrafyasına örnek olarak önerilmesi bu başkana özgü bir tutum değil. Zamanında Barack Obama da aynı şeyi yapmak istemişti.

Kendimizle ilgili stratejik okumalarımızı ve kültürel yönelimimizi yeniden tartışacağımız bir dönemin işaretleri bunlar.

Türkiye’yi bir Doğu-Batı tartışması bekliyor ve bana soracak olursanız bu tartışma keskinleşecek olursa galibi şimdiden belli.

Hayırlısı…