03-11-2025
İsmet Berkan

Siyasetin tuhaf Ali Babacan tartışması

Siyasetin tuhaf Ali Babacan tartışması

Tam da 2 Ekim akşamı İstanbul’da Ali Babacan’la bir yemekte buluştuk, uzun uzun sohbet ettik; Türkiye’yi, dünyayı, hayatı, bilimi teknolojiyi ve çocuklarımızı konuştuk.

Yemeğin sonunda ayağa kalkıp lokantadan ayrılırken Babacan’ın basın danışmanı, gazeteci Ömer Şahin, “Bugün bütün gün telefonum çaldı, gazeteciler tek bir soru sordu, İsmet abi gece boyunca bu konuyu açmadı bile” dedi.

Açmadığım konu, bir gün önce Ankara’da çekilen bir fotoğraftı. Meclis açılışı nedeniyle akşam yapılan resepsiyonda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nu yan yana gösteren fotoğraf.

Benim sormama bile gerek yoktu, bu fotoğraf bir nezaket fotoğrafıydı, ondan öte bir siyasi anlamı yoktu. Bir siyasi anlamı olsa iki saattir sohbet ettiğim Ali Babacan’ın söylediklerine yansıması olurdu, ne bileyim en azından Tayyip Erdoğan’a karşı eleştirilerinin tonunu düşürürdü. Oysa hiç öyle bir şey olmamıştı.

Uzun yıllardır biliyorum, öyle belirli bir düzeni yok ama 6-8 ayda bir Ali Babacan’la yan yana geliyorum, Babacan ile Erdoğan arasında giderilmesi imkansıza yakın bir çelişki olduğunun da farkındayım.

Üstelik bu çelişki fikir ayrılığından veya üslup ayrılığından da kaynaklanmıyor. Tamamen kişisel karakterlerle ilgili, hayata bakış açısıyla ilgili, haram-sevap kavramlarıyla ilgili, temel ahlakla ilgili bir çelişki.

Ama şunu da söyleyeyim: Ben Ali Babacan’ın ağzından Tayyip Erdoğan’la ilgili tek bir aşağılayıcı veya saygısızca kelimeyi de bunların imasını da duymadım.

Bana soracak olursanız, siyaseten Ali Babacan ile Tayyip Erdoğan’ın yan yana gelmesi, Babacan’ın yeniden Erdoğan’ın kadrosunda çalışması söz konusu olamaz. Buna başka her şeyden önce Babacan’ın karakteri, yetişme tarzı ve temel değerleri izin vermez.

Elbette siyasette kalıcı dostluklar olmadığı gibi kalıcı düşmanlıklar da olmaz. Ama burada zaten bir düşmanlıktan söz etmiyoruz; burada birlikte çalışmaya engel temel değerlerle ilgili farklardan söz ediyoruz. Kaldı ki Türkiye için iyi ve doğrunun ne olduğu konusunda da son derece farklı fikirler var artık.

Üç yıl önce Ali Babacan’ın siyasete döneceğini ve parti kurmaya çalıştığını duyduğumda şaşırmıştım açıkçası. Ben Babacan’ın aile işlerine geri dönmesini ve uluslararası alanda sözü hep dinlenen bir insan olarak ülke ülke gezip konuşmalar yapmasını, hayatını “eski politikacı” olarak geçirmesini bekliyordum. Bir siyasi hırsı olduğu izlenimini hiç almamıştım.

Aslına bakacak olursanız bugün de o hırs izlenimi almıyorum. Oysa Babacan bir parti kurdu, o parti seçimde umulan başarıyı elde etmedi ama Babacan parti genel başkanı olarak Türkiye’de siyaset üzerinde belirli bir özgül ağırlığa sahip olarak yoluna devam ediyor.

Peki neden bana siyasi hırsı yokmuş gibi geliyor? Bunun sebebi benim bakış açımdaki sakatlık, itiraf ediyorum. 

Maalesef ülkede ‘siyasi hırs’ ve ‘siyasetçi’ denince Tayyip Erdoğan’ın karşısında rakip her kim varsa, büyük küçük gözetmeden onu yok etmeye çalışan, bugün ak dediğine hemen ertesi gün kara diyebilecek kadar herhangi bir ilkesi olmayan güce sarılışındaki hırstan başka bir şey gelmiyor aklımıza. Bir başka siyasi lider Tayyip Erdoğan gibi değilse onun hırs sahibi olmayan biri olduğunu düşünüyoruz otomatik olarak. Baksanıza bu anlayış güler yüzlü Özgür Özel’i bile her gün bağıran, artık neredeyse sadece yüksek sesle konuşan birine çevirdi bir yıldan kısa sürede.

Ali Babacan’ın seçimde yüzde 1 alamayan partisi Deva, Türkiye’de yarın sabah iktidar değişse ülkeyi yönetmeye en hazır parti aslında. İnanılmaz ayrıntılı ve kapsamlı programları var Türkiye’nin bütün konularıyla ilgili. Çok kaliteli kadroları var.

Ama Türkiye’de siyaset hiç de Ali Babacan’ın arzu ettiği şekilde, “en iyi fikir kazansın”, “en güven veren siyasetçi kazansın” yarışı şeklinde geçmiyor.

İşin ilginci, Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın gücü kaybetmemek için neler yapabileceğini, nelere yeltenebileceğini herhalde en iyi analiz eden siyasetçi de Ali Babacan.

Başta Erdoğan olmak üzere bütün liderleri, kendini onların yerine koymaya çalışarak, yani çok yüksek bir empati duygusuyla ve buna rağmen objektif kalmaya çalışarak tahlil ediyor Babacan, son derece gerçekçi analizleri var, bir hayal dünyasında yaşamıyor.

Ama bütün bunlara rağmen Ali Babacan son iki aydır hiç ummadığı, hiç beklemediği bir yerden sınanıyor.

Önce şu söylenti çıktı: Ak Parti’den Ali Babacan’a “Gel ekonominin başına geç” diye teklif gelmiş, Babacan da teklifi getirenlere “Sadece ekonomi olmaz, Adalet Bakanlığı ve Cumhurbaşkanı Yardımcılığı da olursa belki olur” diye cevap vermişti.

İlginçtir, söylenti Ak Parti çevrelerinden yayılmadı, onu kamuoyu dikkatine getirenler daha çok CHP’ye yakın bilinen gazeteciler oldu.

Babacan bu söylentiyi ardı ardına yalanladı.

Derken 1 Ekimdeki meşhur fotoğraf geldi. Bu fotoğraf kendi başına daha önceki söylentilerin doğrulanması gibi okundu.

Babacan yalanlamaya devam etti.

O kadar etti ki geçen hafta “Ali Babacan’a sıkça sorulan sorular ve yanıtları” diye matbu bir metin bile ilan etti Deva lideri. Metnin özü Babacan’ın geri dönmeyeceğiyle ilgiliydi.

Ama bu da yetmedi. Yeniden “U dönüşü” haberleri yapıldı, hükümete gireceği iddia edildi.

Dikkat edin, bu iddiaların tamamı “muhalif” bilinen kişiler ve medya kuruluşları tarafından duyuruldu, iktidar medyası ve çevresi bu topa hiç ayağını uzatmadı.

Bilmiyorum bu oyun Tayyip Erdoğan ve çevresi tarafından kurgulanmış bir oyun mu, ama eğer öyleyse Erdoğan’ın kendince bir ‘kazan-kazan’ oyunu kurduğu söylenebilir.

Babacan “Erdoğan beni çağırdı ama gitmedim” dese Erdoğan, “Kendi kendine gelin güvey olmuş, kapımızda iş dileniyor” diyecek ve kazanacak; sahiden Erdoğan’a geri dönse yine Erdoğan kazanacak.

Bakın, Ahmet Davutoğlu neredeyse açıkça “Bana onurlu bir çıkış kapısı gösterirseniz gelirim” diyor. Mesela Gazze Komisyonuna Davutoğlu’nu Türkiye’nin Tony Blair’le birlikte “eş başkan yardımcısı” olarak aday göstermesi Davutoğlu için yeterli bir “onurlu çıkış” olabilir.

Ama Ali Babacan bırakın “onurlu çıkış”ı talep etmeyi, imasını bile yapmadı.

Buna rağmen Ak Parti kaynaklarından CHP’li bilinenlere “Babacan dönüyor” üflemeleri devam ediyor.

Bu oyun, eğer Erdoğan ve çevresi tarafından kurgulanıyorsa, aslında Tayyip Erdoğan iktidarının kendine çıkış yolları aramaya başladığının, çarelerinin tükenmekte olduğunun ve daha önemlisi Mehmet Şimşek’i göndermenin alt yapısı için yapıldığı izlenimi veren şeyler.

Yazının başında sözünü ettiğim yemekte ben Ali Babacan’a Tayyip Erdoğan’ın istemeye istemeye erken seçime gitmek zorunda kalacağını, 2026’da seçim olabileceğini söyledim. O ise hiç bu kanıda değildi, ufukta seçim görmüyordu.

Hakkındaki bu kampanyadan sonra da böyle düşünmeye devam mı ediyor, merak ediyorum doğrusu.

Pehlivan tefrikalarından “İngiliz Kemal”e, bizim yalan tarihimiz

Pehlivan tefrikalarından “İngiliz Kemal”e, bizim yalan tarihimiz

Popüler tarihçiliğin önemli ismi Reşat Ekrem Koçu annemin arkadaşıydı. Evimize gelir giderdi. İstanbul Ansiklopedisi hariç neredeyse bütün kitaplarının bende bana imzalanmış kopyaları var.

Kitap dediysem yanlış anlamayın, bugün bildiğiniz ciltli, temiz basılmış kitaplardan söz etmiyorum. Parası olmadığı için mücellithaneye bile gitmemiş, o yüzden sayfalarının arasını mektup açacağıyla keserek açmak zorunda kalacağınız, karton kapağı bile ucuz ve hafif bir kartondan kitaplardan söz ediyorum.

Koçu biraz da hayat tarzı nedeniyle, neredeyse hayatı boyunca yoksulluk çekmiş, hep günübirlik yaşamıştı. Gazetelere gönderdiği tarih tefrikalarıyla geçinirdi, kitapları da genellikle bu tefrikaların bir araya gelmiş hali zaten.

Bugünün okuru “tefrika” kelimesini de bilmez büyük olasılıkla: Bir zamanlar gazeteler, romanları veya böyle popüler öyküleri “arkası yarın” şeklinde yazı dizisi gibi yayınlardı. Yaşar Kemal’in ölümsüz eseri “İnce Memed”in de tefrika edildiğini biliyor muydunuz? Yıllar sonra Yaşar Kemal İnce Memed 2’yi yazdı; artık tefrika devri geçmiş olmasına rağmen Hürriyet gazetesi onu da tefrika etti, İsmail Gülgeç muhteşem çizimler yapmıştı o tefrika için.

Reşat Ekrem Koçu en başarılı örneğiydi ama Türk basınında Osmanlı’dan hayali pehlivanlar, yeniçeriler veya eşkiyalar yaratıp bunların öykülerini “tarih romanı” kılığında tefrika eden çok isim vardı.

Türkiye’de yayıncılık dünyası 1950 ve 60’lı yıllarda epey canlıydı. “Cep romanları” modası vardı, küçük boylu, az sayfalı (cebe girecek kadar) kitaplar basılır ve ucuza peynir ekmek gibi de satılırdı. İşte o devirde yaratılan kahramanlardan biri de “İngiliz Kemal”di.

Gerçekten böyle bir insan vardı, lakabı da buydu ama anlattığı büyük casuslukları yapmış mıydı, hep şüpheli.

1892’de doğmuş, Galatasaray Lisesinden mezun olmuştu. Hakkındaki efsaneye göre “Bir İngilizden daha iyi İngilizce konuşuyordu.” Önce bu dil meziyeti sayesinde Teşkilatı Mahsusa’da çalışmış, sonra Kurtuluş Savaşı’na katılmış, yine casusluk yapmış, Atatürk’ün kurduğu, bugün MİT’in öncülü olan MAH’da “hizmet” vermişti.

Maceraları bitmek bilmiyordu, bir sürü romanın kahramanıydı. Romanlar Recai Sanay, Ali Kemal Meral gibi adını bugün kimsenin duymadığı yazarlar tarafından kaleme alınıyordu. Türk sinemasının önemli ismi Osman Seden bile bir İngiliz Kemal romanı yazmıştı: “İngiliz Kemal Lavrense Karşı.”

Bu aslında önce senaryo olarak yazılmış, Türk sinemasının dev yönetmeni Ömer Lütfi Akad tarafından da çekilmişti.

İşin ilginci bu popüler tarih anlatısı neredeyse gerçek tarih gibi benimsenmiş, bir çeşit “resmi tarih”e de dönüşmüştü.

O yüzden dün MİT tarafından açıklanan İngiliz Kemal belgesi bizim popüler kültürümüze vurulmuş bir darbe.

Ne güzel yalandan bir efsaneye, masallara inanmış yaşıyorduk, MİT tadımızı kaçırdı.