27-11-2025
İsmet Berkan

‘Rojava devrimi’: Hayal mi gerçek mi?

‘Rojava devrimi’: Hayal mi gerçek mi?

Bu köşede dün çıkan ve Türkiye’deki çözüm sürecinin Suriye’deki PKK/YPG boyutunu tartışmaya çalışan yazının en sonunda şöyle bir paragraf vardı:

“Suriye mozaiğinin önemli bir parçası olan Kürtler elbette gelecekte kendilerini güvenceye almak istiyor, geçmişin acılarını yeniden yaşamak istiyorlar ama bunun yolu artık silahtan geçmiyor, demokratik katılımdan geçiyor. Aynen Türkiye’deki gibi.”

Buradaki ‘demokratik katılım’ ifadesiyle kasıt belli. ‘Suriye Demokratik Güçleri’ adını taşıyan, merkezinde ve yönetiminde PKK’nın uzantısı YPG askeri birliklerinin ve PYD’nin yer aldığı koalisyonun merkezi Suriye hükümetini desteklemek ve bu ülkeyi demokratik bir yönetime kavuşturmak için bağımsız bir askeri/siyasi güç olmaktan vazgeçmesi gerektiğini söylemeye çalışıyordum.

İşte bu ifade ciddi tepki çekti. İlk tepki yakından tanıdığım bir DEM milletvekilinden geldi, “Mazlum Abdi ya da SDG ‘demokratik katılım’ için ne yapmalı, onu da yaz yöntemi bilelim” diye yazdı bana kinayeli mesajında.

Aynı yazım dün Karar gazetesinin web sitesinde de yayınlandı. Orada da iki okur yorumu dikkatimi çekti.

Biri “Somut gerçeklerden hareket etmek lazım deyip Suriye’deki Kürtlere akıl veriyorsunuz, bravo doğrusu. Dürüstlüğü 10 yıl önce ağır darbe almış biri için büyük cesaret. El Nusracılara gidip silahlarını teslim etsinler yani? Hem de hala mezhepçi ve etnik katliamlar yaşanırken? SDG’nin %60-65’inin Arap olduğu gerçeği de herhalde küçük bir ayrıntı? İç savaşa hazırlık yapıyorlar, öyle mi? Kardeşsiniz bir de? İnsan kardeşini canilerden korur, mahallenin köşesinde kurduğu çadırı başına yıkmaya çalışmaz” diyordu.

Bir başka yorumda ise “Kürtlerin Türklerin tavsiye gibi görünen o her zamanki boş lakırdılarına ihtiyacı yok, dolayısıyla sizinkiler de bundan farksız zira tipik bir Türk bakış açısı” diye yazmıştı.

Buraya aldığım bu üç tepkide dile getirilen görüşler son derece saygıdeğer. Üç tepkinin ortak yönü benim kibirime dikkat çekmeleri. Haklılar. Uzaktan gazel okumak, hele koca bir halka ne yapması gerektiği konusunda akıl vermek bana düşmez, esasen kimseye düşmez.

Bir konuyu analiz edip bütün yönleriyle aktarmakla kestirmeden gidip akıl vermek arasında çok önemli bir fark var. Ben dün o çizgiyi geçmiş; yapmamam gereken bir şey yapmışım. Başka bir muradım vardı o yazıda, onu anlatmaya çalışırken Kürtlere akıl vermeye kalkışmışım. Yapmamalıydım, alınanlardan özür dilerim.

Ancak, gelen tepkiler (haklı olsalar bile) yazımda Türkiye’deki bazı kanaat önderleri için yaptığım somut gerçeklikten kopup kendi görüşlerinin ve inançlarının hayal dünyasında yaşama eleştirisinin meseleye Kürtler tarafından bakanlarda da olduğunu düşündürdü bana.

Türkiye’nin biliyorsunuz en uzun kara sınırı Suriye ile. Bu sınır çizgisi, esasen Kurtuluş Savaşı sırasında Fransa ile yapılan Ankara Antlaşması ile belirlendi, sonradan Lozan’da da teyid edildi.

Sınırın Hatay bölümü dışında kalan kesimlerinde iki ülkeyi birbirinden ayıran herhangi bir coğrafi engel veya işaret yok. Sınır, büyük ölçüde vakti zamanında Bağdat Demiryolunu inşa eden Alman demiryolu mühendislerinin demiryolunun geçmesi için uygun gördüğü çizgiyle aynı.

Eskinin demiryolu birden sınır çizgisi haline gelince demiryolunun güneyinde kalanlar da bir günde “Suriyeli” oldu. Örneğin Alman mühendislerin şantiye olarak inşa ettiği yerleşim, “şirket” anlamına “kompani”den zaman içinde ‘Kobani’ye dönüştü, bir Kürt kasabası oldu.

Sınır bazen aynı aileyi ortadan ikiye böldü, kardeşlerin bazıları bir tarafta bazıları bir tarafta kaldı. Sınır boyunda yaşayan Kürtler, ister Türkiye tarafında olsunlar ister Suriye tarafında, esasen birbirlerinin akrabası, eski köylüsü, tanışı, arkadaşı, hısmı. 

Sadece Kürtler de değil. Türk ve Arap aileler de sınır tarafından ikiye bölündü böyle. Bu durum, siyasi tarihin yarattığı insani dramlardan biri, 100 yıldır sancılı biçimde yaşanıyor, dini bayramlarda vs sınırın iki tarafından aileler kavuşuyor, hasret gideriyor.

Sınırın ister Türkiye ister Suriye tarafında kalmış olsun, bu bölgedeki Kürtler on yıllar boyunca siyasi olarak kendilerini Kuzey Irak’taki Barzan Aşireti ve onun siyasi partisi olan KDP ile özdeş gördü büyük ölçüde.

Suriye’de iç savaş başladığında da bu Kürtlerin ana örgütünün KDP olacağı beklentisi vardı; özellikle Ankara’da, MİT ve Dışişleri Bakanlığında. Ama öyle olmadı. Çok kısa süre içinde PKK’nın çatı örgütü KCK’ya bağlı bir siyasi parti olan PYD ve Kuzey Irak’tan hızla buraya gelen PKK’lı komutanlar eliyle oluşturulan YPG duruma hakim oldu, başta KDP olmak üzere diğer bütün Kürt siyasi askeri oluşumlarını ya tamamen yok etti ya da faaliyetlerini sonlandırmaya mecbur etti.

Haritada mavi işaretli yerler halen Türkiye kontrolunda olan bölgeler, sarılar SDG bölgesi.

Suriye iç savaşı başladıktan gerçekten kısa süre sonra Suriye’nin kuzeyinde başta Afrin, Kobani ve Kamışlı olmak üzere Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgede “Rojava Devrimi” oldu, PKK’nın uzantısı bir örgüt öz yönetim ilan etti.

Uzun iç savaş boyunca yaşanan her şeyi anlatmayacağım ama zaman içinde YPG askeri birlikleri DAEŞ’e karşı savaşıyor olmayı ABD ile iş birliğine çevirdi ve bu işbirliği sonrasında hem ciddi silah/mühimmat ve malzeme yardımı aldı, hem de DAEŞ’ten temizlenen alanları kontrol eder oldu.

Amerika onları bazı Arap aşiretlerle koalisyona da teşvik etti, bu arada isimlerini de SDG olarak değiştirmelerini sağladı. Bugün SDG bölgesi Suriye’nin Güneydoğusunda Haseke ve Deyri Zor vilayetlerine ve Suriye’nin sınırlı petrol yataklarına kadar uzanıyorsa veya tarihi Rakka şehrini içeriyorsa bu Kürtlerin Arap aşiretleriyle kurduğu koalisyon sayesinde. Çünkü o bölgeler Arap bölgeleri (Haseke vilayetinde Kamışlı’da ciddi bir Kürt nüfus varlığı da var).

Daha önce de yayınladığım bir Suriye etnik haritasını yeniden koyuyorum. Haritada dikkat çekmiştir: Suriye’deki Kürtler, Türkiye sınırına yakın bölgelerde yaşıyor esas olarak.

SDG güçlerinin yüzde 60-65’inin Araplardan oluştuğuna dair bir söylem var; yukarıda alıntı yaptığım okur yorumlarından birinde de bundan söz ediliyor, dün mesajlaştığım DEM Partili milletvekili dostum da aynı şeyi söyledi.

Bu şüpheyle yaklaşmamız gereken bir oran. Birincisi başka hiçbir kaynakta SDG güçlerinin bu kadar büyük bölümünün Araplardan oluştuğu söylenmiyor, aksine neredeyse bütün Batılı kaynaklar SDG gücünün yüzde 70’ten fazlasının Kürt savaşçılardan geldiğini söylüyor. Buna Amerikan kaynakları da dahil. İkincisi, halen SDG içinde olan Arap aşiretler birer birer SDG’den ayrılıp Suriye merkezi yönetimiyle yan yana durmaya başlıyor. Şimdilik iki büyük aşiret hala SDG içinde ama Araplar arası pazarlık devam ediyor. Bu aşiretler aslında YPG’nin istediğinin aynısını istiyor: En azından kendi bölgelerinde yönetsel ve askeri özerklik. Ama unutmayın aşiretler siyasi/ideolojik gruplara göre çok daha esnek olabilen yapılar.

Evet, Suriye sadece etnik ve dini anlamda bir mozaik değil, işin bir de aşiret boyutu var. Bu da Suriye’yi bir bütün olarak tutmanın ne kadar zor bir iş olduğunun bir başka işareti.

Dünyanın bugüne kadar yaşadığı tecrübe Suriye için iki olası geleceğe işaret ediyor. 

Bunlardan birincisi, tek tek her dini ve etnik grupla, hatta aşiretlerle türlü çeşitli güç paylaşımı anlaşmaları yapmak, federal hatta belki konfederal bir Suriye kurmak. Sürecin büyük ve önemli aktörü SDG bunu öneriyor ama önerirken sadece Kürtler adına konuşmuyor, koalisyonuna aldığı Arap aşiretler adına da konuştuğunu söylüyor. Oysa o Arap halısı ayaklarının altından çekiliyor olabilir.

Suriye’nin geleceği için ikinci yol, kanun önünde eşitliğe, azınlık haklarına saygıya dayalı bir üniter cumhuriyete yönelmek. Bilmiyorum Türkiye’nin de telkinleriyle mi ama mevcut Ahmet Şara yönetimi bu yolu seçmiş gibi gözüküyor. Bu yolun hayata geçmesinin önündeki en büyük engel bu yolun toplumdaki etnik, dini ve feodal bütün unsurların karşılıklı birbirine güvenine dayalı olmak zorunda olması ve Suriye’ye tarihinde yaşamadığı bir demokrasi ve insan hakları devleti vaat etmesi. Oysa Suriye’de 11 yıllık iç savaşın ardından bugün en az bulunan şey karşılıklı güven. Ülkedeki kesimlerin, hatta bırakın etnik/dini kesimleri, aynı etnisiteye mensup savaş lordlarının bile arasında bile karşılıklı güvensizlik temel kural. Nitekim son bir yılda Suriye’de birkaç kez etnik temelli çatışma yaşandı, Alevilere ve Dürzilere saldırıldı. Bu saldırılar bugün de yaşanıyor.

İşte bu kırılgan güvensizlik ortamında benim Kürtlere “Demokratik katılım” önermiş olmam sahiden büyük bir hayal olabilir.

Ancak gerçekçi olunacaksa, alternatif olarak önerilen federal veya konfederal Suriye’yi kurmak da demokratik eşitlikçi Suriye’yi kurmaktan daha kolay değil. Üstelik ucu savaşa ve çatışmaya da varabilir.

Tabii en sonunda Suriye’nin derdi Suriyelileri ilgilendirir ama bu ülkede yapılacak tercihler, varılacak uzlaşmalar veya yaşanacak çatışmalar bizi Türkiye’de yakından ilgilendiriyor, hatta bizim geleceğimiz üzerinde belirleyici de oluyor. O yüzden sırtımızı dönmemizin mümkün olmadığı bir konu Suriye.

Kürtler kendi “Rojava Devrimleri”ni yaşatmak istiyorlar ama bu devrimi tehdit eden tek şey Türkiye değil. Bir de, hatta esas olarak Suriye’nin Arapları var. Onları unutmamalılar.

1,56 trilyon borç ödemesi, yarısı faiz

1,56 trilyon borç ödemesi, yarısı faiz

Faize dinen karşı olduğunu zamanında “nas var” diyerek söyleyen, faizin enflasyonun sonucu değil nedeni olduğunu iddia eden Tayyip Erdoğan iktidarında, Ocak ve Şubat aylarında devlet Hazinesi toplam 1 trilyon 156 milyar lira borç ve faiz ödemesi yapacak.

Bu ödemenin 555 milyardan fazlası faiz olacak. Yani ortalamada yüzde 48 faiz ödenecek devlete borç verenlere.

Burada iki soru var:

1. Devletin neden bu kadar çok borcu var?

2. Devlet neden bu kadar çok faiz ödüyor?

Birinci sorunun cevabı basit: Devletimiz ayağını yorganına göre uzatmıyor, sahip olduğundan çok daha fazla para harcıyor, cebinde olmayan parayı da borçlanarak buluyor.

Türkiye’de devletin borçluluk oranı Batı Avrupa’ya göre çok düşük, doğru. Ama burada mesele aldığınız borcu nereye harcadığınız. Biz bu borçla ülkemizin rekabet kapasitesini yükseltmek, verimliliğimizi arttırmak gibi şeyler yapmıyoruz; daha çok memur maaşları ödemek, sosyal güvenlik sisteminin açıklarını kapatmak ve çok pahalı yabancı finansmanla sözde özel ‘devletin cebinden beş kuruş çıkmadan’ sektöre yaptırılan dev altyapı yatırımlarının parasını ödüyoruz. Para kazandırıcı bir aktivite içinde değiliz.

İkinci sorunun cevabı da bu ilk cevapla bağlantılı zaten: Kamu harcamalarındaki bu artış beraberinde enflasyonu getiriyor, enflasyon faizi arttırıyor ve o yüzden ana paramız kadar (hatta örnek bir tahvilde olduğu gibi ana paranın 13 katına varacak kadar) faiz ödüyoruz.

Devlet bir süre sonra o faizi ödeyebilmek için de enflasyon yaratır hale geliyor; faizleri bir çeşit enflasyon vergisi tahsilatıyla ödüyor.

Enflasyon, biliyorsunuz ‘şişme’ demek. Bütün rakamlar böyle şişiyor.