01-12-2025
İsmet Berkan

Göz yaşları içinde Fatih Altaylı dinleyerek güne başlamak

Göz yaşları içinde Fatih Altaylı dinleyerek güne başlamak

Empati deniyor ya… Kendimi pek çok kişinin ve durumun yerine koyabilirim, hatta yazarken ve düşünürken kendimi başkalarının gözünden olan biteni görmeye zorladığım çok olur.

Ama kendimi Fatih Altaylı’nın yerine koyabilmeme imkan yok. Onun duygularını, onun öfkesini, onun akıl sağlığını ve beden sağlığını koruma çabasını hakkını vererek anlamama imkan ve ihtimal yok.

Bu sabah Fatih’in kendi YouTube kanalında yayınlanan mektubunu dinlerken düşündüm bunu: 

Bir yandan Fatih’in inanılmaz derecede güzel yazdığı mektubu dinliyor, bir yandan da gözyaşı döküyordum. Onun başına gelen benim başıma gelse bu mektubu onun gibi soğukkanlı, aklıselim içinde yazabilir miydim, emin değilim. O yüzden dedim, kendimi onun yerine koyamam diye.

Bana soracak olursanız Türkiye’deki ‘şahsi hukuk’ veya Prof. Dr. Adem Sözüer’in isimlendirmesiyle ‘kayıt dışı hukuk’ son alınan Fatih Altaylı kararıyla bir eşik atladı.

Ülkemizde özü siyasi olan davalar söz konusu olduğunda ‘adalet’ten söz etmeye zaten imkan yok ama eskiden hiç değilse beğenmediğimiz yazılı bir hukuk vardı, o hukuk keyfi olarak uygulanırdı, biz de ona kızardık.

Şimdi Fatih Altaylı kararıyla yazılı hukukun bir süs olmanın ötesinde hiçbir anlamı kalmadı. Çünkü Altaylı’nın durumu o yazılı hukukun hiçbir yerine uymadığı halde üç yüksek yargıçtan oluşan bir Ağır Ceza heyeti onu 5 yıl hapse mahkum etti.

Üç hakimden biri bile itiraz etmedi, ‘Bu kadarını da yapmayalım’ demedi. Daha da fenası bir de kurnazlık yapıldı, Fatih’in 5 yıllık cezası altıda bir oranında indirilip 4 yıl 2 aya düşürüldü ki, Fatih Yargıtay’a başvuramasın, temyiz hakkı tamamen değilse de önemli ölçüde elinden alınsın.

Ülkemizde birini alıp hapse atmak kolay. Baksanıza ortada aleyhlerinde tek bir delil olmadığı halde Ortaköy’deki midyeci, kokoreççi günlerce tutuklu kaldı. Savcıların ve tutuklamaya karar veren Sulh Ceza Hakimlerinin siyasi bir telkin olmasa bile refleksi tutuklamak, üstüne bir de siyasi telkin gelince zaten akan sular duruyor.

Ama tutuklamakla mahkum etmek arasında hep bir fark vardı düne kadar. Tutuklama keyfi olsa da, Osman Kavala ve Gezi Davası veya Selahattin Demirtaş ve Kobani davası gibi özel durumlar dışında, mahkumiyet kolay verilen bir karar değildi, belirli ölçütlerin yerine gelmesi gerekiyordu.

Ama şimdi Fatih Altaylı kararında gördük, hiçbir ölçüye ihtiyaç yok. Yukarıdan birisi ‘Atın şunu içeri’ diyor, hatta bazen açıkça da söylemiyor da ima ediyor, siz kendinizi 4 yıl 2 ay hapse mahkum olmuş buluyorsunuz.

Bu sabah göz yaşları içinde dinlediğim mektubunun bir yerinde şöyle yazmış Fatih:

‘Umudum az, belli ki soğuk bir hücrede, plastik bir sandalye üzerinde epey vakit geçireceğim. Bu haksız, hukuksuz ve adaletsiz kararın yarattığı duygu çok acı. Tam bir aldatılma, en güvendiğin tarafından ihanete uğrama hissi. Umarım adaletin benim üzerimden katledilmesi bölge adliye mahkemesinde ve hatta onun öncesinde bir üst mahkeme tarafından engellenir.’

Ne kadar serin kanlı, ne kadar olgunca sözler bunlar. Ben onun olgunluğunun onda birine bile sahip değilim, tek başıma oturduğum yerde öfkemi kontrola çalışıyorum.

Kafka’nın Dava adlı romanını çok genç yaşımda okumuş ve neredeyse hiçbir şey anlamamıştım. Yıllar yıllar sonra ünlü Çek yazar Milan Kundera’nın bir denemesinde, Kafka’nın romanının ilk bölümlerini Viyana’da bir kafede arkadaşlarına okuttuğunu, arkadaşları kahkahalar içinde gülmedi diye bozulduğunu okuyunca anladım. Döndüm yeniden Dava’yı okudum. Evet, bir mizah şaheseriydi sahiden de roman.

Fatih Altaylı’nın mahkum edilmesi bir romanda veya filmde anlatılsa, eğer çok uzaktaysanız, Türkiye’yi göz ucuyla bile izlemiyorsanız size çok ama çok komik gelebilir. Bir kara mizah şaheseri çünkü; TV’de yayınlanan bir konuşmayla ‘tehdit’ suçu işlemek; sırf konuşma yaptınız diye bunun ‘Cumhurbaşkanına fiili saldırı’ sayılması, absürd komedi yazarlarının hayal gücünü bile aşacak şeyler.

Ama maalesef Türkiye’yi uzaktan izlemiyoruz, yargılanan kişi arkadaşımız ve başına gelenler hiç de gülünecek şeyler değil; çünkü gerçek hayatta yaşanıyorlar. Fatih kalbinde 4 stenti, genişleme eğilimi gösteren aort damarı, dışarıda onu bekleyen eşi ve kızı olan bir gerçek insan. Şaka değil yaşananlar.

Ama bakın Fatih benim yapamadığımı yapıyor mektubunda, aynı cezaevinde yatmakta olan Gezi hükümlüsü Tayfun Kahraman’a empati yapıyor:

“Az önce hukukun, adaletin katledilmesi aldatılma hissi gibi dedim ya, bunu sadece kendim için söylemiyorum. Bu duygunun çok daha ağırını Tayfun Kahraman’ın hissettiğine eminim.

Düşünsene en üst mahkeme Anayasa Mahkemesi ve anayasanın açık hükmüyle en üst yargı organı olarak tanınan mahkemenin kararı uygulanmıyor ve millet bunun anlamını kavramış değil. Bu ne demek biliyor musun? Anayasanın tanıdığı hakların hiçbiri garanti altında değil demek. Buna mülkiyet hakkı da dahil, tüm sosyal haklar da.

Oradaki durum bence daha vahim. Tayfun Kahraman’la ilgili Anayasa Mahkemesi kararını birinci derece mahkeme tanımayınca gözyaşlarımı tutamadım.”

Sonra konuyu yine uzaktan kendisine getirerek devam ediyor:

“Zaten benim de duruşma sonunda elimdeki savunma metnini, içtihat kararlarını yere fırlatmamın nedeni buydu.

Adaleti yere ben fırlatmadım. Adalet yere düşürüldüğü için ben de savunmamı yere fırlattım. 

Şunu açıkça söyleyeyim. Bana verilen ceza hukuki değil siyasi. Bu kararın arkasında olan siyasi otorite kimse kim. Hiç ilgimi çekmiyor ve beni öfkelendirmiyor.

Siyasetçi salt kendi çıkarını düşünür. Bizi siyasetçiye karşı koruma görevi halkın, vatandaşı koruma görevi ise yargınındır. Ben siyasete ne kızgınım ne kırgın ne de öfkeli.

Ama yargıya çok kızgın ve kırgınım. Bu kararı verenler vicdanen gerçekten hukuka uygun davrandıklarına inanıyor ve bunun huzuru içindeyseler yenilen hakkım helali hoş olsun. Ama inanmadıkları vicdanlarında yer etmeyen bir karara imza atmak zorunda kalarak beni buna mahkum ettilerse bana yaşattıklarını umarım bir gün onlar da yaşarlar. Yani sevdiklerine hasret kalırlar. 

Şunu da herkesin kulağına küpe olsun diye söyleyeyim. Bugün yaptığımız her şey yarın çocuklarımıza miras kalacaktır.”

Bakın yine gırtlağım düğümlendi, yine gözlerimden yaş gelmeye başladı.

***

Fatih Altaylı’nın mektubunu dinlemek istiyorsanız buyrun, burada.

CHP’nin yargı zoruyla merkez partisi yapılma süreci

CHP’nin yargı zoruyla merkez partisi yapılma süreci

Siyasete meraklı olup yaşı da yetenler ‘Oynak merkez teorisi’ adlı şeyi bundan 35 yıl önceden, 90’lı yılların başından hatırlayabilir.

O zaman Anavatan Partisi’ne genel başkan olmak isteyen Mesut Yılmaz, kurucularından olduğu partisinin geleceğinin daha muhafazakar sağda değil aksine daha liberal bir merkezde olduğunu düşünüyor, bunu savunuyordu. ANAP evet bir ‘merkez partisi’ydi ama merkezin yeri değişebilir, biraz daha liberale kayabilirdi ona göre.

Gerçekten de siyaset eğer bir yelpazeyse, bu yelpazenin merkezi her zaman daha kalabalıktır ama o merkezin de sol ile sağın tam ortasında olması gerekmez. Türkiye’de örneğin merkez, sağ uca biraz daha yakın, soldan ise daha uzakta bir yerdedir. En azından genel kabul böyledir.

Fakat işte Ak Parti örneği var. Normalde sağın uçlarında bir yerlerde yer alması gereken bir ideolojik geçmişe rağmen bu parti ‘merkez partisi’ son 23 yıldır. Toplumun merkezi mi onlara yanaşıp daha sağa kaydı, onlar mı merkeze yöneldi tartışılır bir konu.

Bazı Ak Partililere ve bir kısım medyaya bakacak olursanız AKP’nin başarısı ‘doğal’dı, çünkü ‘Bu toplum dindar ve muhafazakar’ bir toplumdu. Ben bu görüşe hiçbir zaman katılmadım, ama Ak Parti’nin toplumu dindarlaştırma ve muhafazakarlaştırma projelerini de gördüm, yaşadım.

Bunlar ters tepti, hatta bana soracak olursanız Ak Parti’yi toplumun merkezinden alıp daha sağa, biraz daha tenha bir yere taşıdı. Ardından muhalefete karşı yargı operasyonları, memlekette bütün özgürlüklerin yargı eliyle kısıtlanması devreye girip Ak Parti ‘devlet’ partisi olunca süreç iyice hızlandı.

Bugün Ak Parti’yi merkeze bağlayan yegane güç Tayyip Erdoğan’ın kişisel liderliği ve karizması, onu aradan çektiğinizde karşınızda dinci muhafazakar milliyetçi oportünistlerden oluşan ve devlet gücünü kendi gücü olarak kulanmaktan çekinmeyenlerin partisi kalıyor sadece.

Bir yandan Tayyip Erdoğan iktidarının toplumda görece marjinal olan konulardaki icraatı ve bir yandan Ak Parti’nin göze batan oportünizmi, devlet gücünü kullanırken yaptıkları toplumdan reaksiyon gördü ve kırk yıl düşünseniz olmayacak bir şey oldu: CHP yükselişe geçti.

Bu yükseliş CHP’yi merkeze doğru taşıyor ve taşıdı. Bugün kurumsal olarak CHP yüzde 35-40 aralığında oy alan bir parti. Bu partide görev yapmakta olan Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş gibi isimler ise merkezin merkezi görülüyor, onların oy potansiyeli yüzde 50’yi hayli aşıyor. Bana soracak olursanız Özgür Özel de o kıvama geldi, o da merkezin liderlerinden biri oldu, yarışsa Tayyip Erdoğan’ı yenebilir.

İşte bu CHP geçen hafta sonu üç gün süren bir kurultay yaptı. Parti programını değiştirdi kurultayda ve son olarak parti vitrinini de değiştirdi.

Her iki değişim de partinin merkez yolculuğunda çok önemli adımlar içeriyor.

Kendi ömrü hayatımda ikinci kez bu partinin Türkiye’nin siyasi gerçeklerini gördüğü ve bu gerçekler uyarınca gayet bilinçli adımlar attığına tanık oluyorum.

Birinci değişim Bülent Ecevit ve müthiş ekibinin hazırlığıydı, o sırada ben çocuktum, bu değişimin anlamını yıllar sonra okuyarak kavradım. Şimdiki değişim ise 60’lı yaşlarıma denk geliyor ve heyecan verici.

İlk değişimde CHP bunu devlet elitlerini ve elitizmi reddederek halkın partisi olmayı denemiş, kısmen de başarmıştı ama sonra iç bölünmeler ve ardından gelen 12 Eylül’le o rolden çıktı.

Şimdi terk edilecek bir devlet eliti sınıfı ve elitizm de yok. Bütün elitler Ak Partili artık ülkemizde; yargıdan orduya her yerde iktidarın ağırlığı var ve CHP’ye gerçekten halkın partisi olmaktan başka bir seçenek kalmış değil.

CHP’nin bu yeni kuşak liderleri başarıya ve iktidara çok yakınlar. İdeolojik hata ve kişisel sürtüşmeye girmezlerse iktidar yolu onlara açık gözüküyor.