24-08-2024
İsmet Berkan

Türkiye, Afganistan’dan ve Suriye’den beter mi?

Türkiye, Afganistan’dan ve Suriye’den beter mi?

Kendimize, ülkemize yakıştıramıyoruz ama korkarım acı gerçek de bu: İnsanlar nasıl Afganistan’dan, Irak’tan, Suriye’den, Afrika’nın çeşitli köşelerinden yola düşüyor ve her türlü tehlikeyi göze alıp Batının zengin ülkelerine göç etmeye çalışıyorsa Türk vatandaşlarının bir bölümü de aynı şeyi yapıyor.

Bakın Kars’tan, Ardahan’dan, Diyarbakır’dan, Konya’dan, Malatya’dan, Denizli’den insan kaçakçılığı şebekeleri ortaya çıkardı Türk polisi. Hayır,  bu kıyı şehri bile olmayan, hatta Batı sınırında bile olmayan şehirlerde Afganlıları veya Suriyelileri Batıya taşımayı vaat etmiyordu bu insan kaçakçıları; şebekeler temelde Türkleri Batıya kaçırıyordu.

Örneğin son dört yılda Türkiye’den Amerika Birleşik Devletleri’ne 10 binden fazla Türk vatandaşının yasadışı yollardan göç ettiği ve iltica başvurusu yaptığı hesaplanıyor.

Aradaki mesafe dikkate alınacak olursa 10 bin kişi çok büyük bir sayı ABD’ye iltica etmek için.

Bu Türklerin hemen tamamı Meksika üstünden ABD’ye karadan girdi. Ama daha Türkiye’den ayrılırken anlaştıkları insan kaçakçıları onları Meksika’daki diğer kaçakçılarla buluşturma sözü vermişti bile. Uçak bileti, kaçakçıya verilen para, sonra Meksika’da ayrıca ödenen para dikkate alındığında aslında yüksek bir maliyet bu. Ama işte görüyorsunuz, çaresizlik insanlara her şeyi yaptırıyor.

Bugün 10Haber’deki habere bakın. İngiltere’ye Manş denizini botlarla veya diğer derme çatma deniz araçlarıyla geçip girmeye çalışanlar arasında Türkiye kökenliler en büyük üçüncü grubu oluşturuyor. Birinci sırada Afganistanlılar, ikinci sırada Vietnamlılar var. Suriyeli mültecilerin sayısı Türklerden az!

Afganistan’da savaş var, Taliban var. Suriye’de savaş hala bitmiş değil. Onların neden kaçtığını anlamak veya tahmin etmek zor olmasa gerek. Peki Türkler neden kaçıyor, neden ölümü göze alıp geleceğini ömür boyu aşağılanarak yaşayacağı Batı ülkelerinde arıyor?

Bu soruya hepimizin oturup dürüstçe yanıt araması gerek.

İngiltere’nin Türkiye ile 1963 tarihli Ankara Anlaşmasını askıya alması da, Avrupa ülkelerinin Türk vatandaşlarına vize vermeyi kısıtlaması ve önlemleri iyice arttırması da, Amerikan vizesi almanın artık imkansıza yakın hale gelmesi de öyle durduk yerde olan şeyler değil.

Londra’ya gidin göreceksiniz; hepsi son 10-15 yıl içinde bu ülkeye ama yasal ama yasadışı yöntemlerle göçmüş ciddi bir Türk toplumu var artık o şehirde. İngiltere’nin geri kalan şehirlarinde de pek çok Türk yaşıyor.

Sosyal medya bir ara ‘Ben göç ettim gayet rahatım, hadi siz de gelebilirsiniz’ diyen paylaşımlarla doluydu. Bazı göçmenler nasıl göç ettiklerini ve yeni ülkelerine nasıl uyum sağladıklarını anlatan kitaplar yazdı. YouTube videolarıyla ‘fenomen’e dönüşenler oldu.

Bunların sevimli şeyler olduğunu mu düşünüyorsunuz? Düşünmeyin. Bu göç hikayelerin aslında her biri, göç eden kişi Türkiye’de hangi sosyal sınıfa mensup olursa olsun, son derece acıklı hikayeler. Göçmenlik, hiçbir zaman ve hiçbir yerde sevimli bir durum değil.

Ülkemiz açısından bir başka önemli ve gözardı edilmemesi gereken gelişme göçmen profilinin son 20-25 yıl içinde giderek genişlemesi. Eskiden en yoksullara, en çaresizlere özgü bir durumdu göçmen olmaya çalışmak. Artık sadece bu gruplarla sınırlı değil. Okumuş yazmış, uluslararası geçerliğe sahip bir mesleği olduğunu düşünen, hatta belli bir birikimi olanlar da göçmen oluyor. Hacettepe Üniversitesinden bir beyin cerrahı yurtdışına göç etti, daha ne olsun!

Zaten Türkiye’nin beyaz yakalıların vize talebinin ansızın reddedilmeye başlamasının başlıca sebebi de bu: Çünkü artık beyaz yakalılar, hatta varlıklılar da mülteci olmaya gönüllü.

Esasen, vatandaşlarının, hem de her sosyal sınıf ve ekonomik statüden vatandaşlarının geleceğini ülke dışında araması bakımından dünyada belki en çok benzediğimiz ülke İtalya.

Ama tabii İtalya’nın bizden bazı önemli farklılıkarı var: Birincisi Türkiye’den çok daha zengin; ikincisi AB üyesi olduğu için Avrupa içinde serbest dolaşım ve yerleşim haklarına sahip. İtalya nüfusunun yüzde 30’a yakını artık ülke dışında yaşıyor.

Türkiye’de oran o seviyede değil ama yurtdışındaki Türk varlığına bakınca bizim de nüfusumuzun yüzde 10’undan daha çok sayıda insanın dünyanın dört bir yanına yayılmakta olduğunu görebiliyoruz. Bu insanların ezici çoğunluğu belki bir daha dönmemek üzere gitti bulundukları ülkelere.

Peki neden gittiler?

Elbette her gidenin kendine göre özel ve öznel sebepleri var, ama bir de genel sebepler var. Bu sebeplerin başında da Türkiye’nin geleceğinden ümit kesmeleri geliyor. Bu ümitsizliğin sebepleri ekonomik olabilir, siyasi olabilir… Bence siyasi sebeplere çocukların eğitimi de dahil.

Türkiye’de siyaset sorun çözmek için var ama gördüğünüz gibi aslında hiçbir siyasi partinin ‘Gidenler neden gidiyor ve bu gidişi nasıl durdurabiliriz’ diye bir araştırma içinde olduğunu ben işitmedim. Belki de Türkiye’yi yönetenler ve yönetmeye talip olanlar ülke nüfusunun bir bölümünün derme çatma şişme botlarla vahşi denizleri aşarak kendine gelecek aramasını pek sorun olarak görmüyor.

Oysa bu önemli bir sorun ve her neyse sebebi, o sebep Türkiye’den kaynaklanıyor, Türkiye’yi yönetenler, yönetmeye talip olanlar da onu bulup yok etmek zorunda.

Yoksa durum aslında çok acıklı.

Kanser aşısı: Bir büyük devrimin eşiği

Kanser aşısı: Bir büyük devrimin eşiği

Kanser aynı anda hem çok basit hem de çok karmaşık bir hastalığın adı. 

Basitçe şunu diyebiliriz: Vücudumuzdaki bir hücrenin ölmeye direnmesi, onun yerine sınırsızca çoğalması.

Karmaşık yanı şu: Her kanser, evet tek bir hücreden başlar ve o tek hücrenin ölmeye direnirken bulduğu yol bir diğer kişinin kanser hücresinin bulduğu yoldan farklıdır.

Bu karmaşıklık vücudumuzun hemen her organı için ortaya farklı kanser türlerinin çıkmasının ve bu kanserlerin çoğunun da birbirinden farklı olmasının temel nedeni.

Yine aynı karmaşıklık kanser tedavisinin de bir değil çok sayıda farklı yöntemi olmasını gerektiriyor.

Kanserli hücre temelde vücudumuzun öz savunma hücrelerinin onları tanımasını engelleyen bir yol geliştirerek hayatta kalıyor ve çoğalıyor.

O yüzden bir süreden beri kanser tedavisi araştırmaları vücudumuzun savunma hücrelerinin kanserli hücreyi tanımasını sağlamaya yoğunlaşmış durumda.

‘İmmün terapi’ denen bu tedavi yöntemi arayışlarından bazıları kişiye özgü özel genetik tabanlı tedaviler öneriyor. Bunların bir bölümü bazı kanserlerde çok da başarılı oldu. Ama bu tedaviler her bir bireyin kendi kanserine özgü geliştirildiği için çok ama çok pahalı.

Kadınlarda en yaygın kanser türlerinden olan meme kanserlerinin bir bölümü bazı insanlarda aynı sebepten kaynaklanıyor. Bu tür kanser için bir ilaç tedavisi var ve başarılı sonuçlar elde ediliyor, ama unutmayın, bu tedavi bütün meme kanserlerinde değil, sadece bir bölümünde etkili.

Şimdi Covid salgını sırasında bize bu virüse karşı mRNA teknolojisi sayesinde aşı hediye eden ve kurucuları Türk olduğu için bizim de gururlanmamıza neden olan BioNTech bazı kanserler için de aynı mRNA teknolojisiyle aşı üretmeye çalışıyor.

Bu şirketin bazı cilt kanserleri için aşısı halen ileri deneme aşamasında. Son gelen haber dünya çapında en yaygın ve öldürücü kanser türlerinden olan akciğer kanseri için de mRNA tabanlı bir aşı geliştirildiği ve bu aşının Faz-1 denemelerinin başladığı yönünde.

mRNA teknolojisi savunma hücrelerimizin genetik kodunun çok önemli bir unsuru olan RNA’sında kanserli hücreyi tanımak için değişiklik yapılmasını sağlamaya çalışıyor. Denemede hastaya beşer dakika arayla altı ayrı iğne yapılıyor. Her iğne farklı bir mRNA içeriyor. Yani birinden birinin vücudumuzun savunma hücrelerinde yaptığı değişikliğin etkili olmasını, gidip kanserli hücreyi tanımasını sağlamak umuluyor.

Biz de umalım ve bekleyelim ki aşı başarılı olsun, akciğer kanseri teşhisi ölüm haberi olmaktan çıksın.