26-02-2024
İsmet Berkan

‘Değerler eğitimi’nin yeri okul değildir, hele ‘Adabımuaşeret’ dersinin okulda hiç işi yoktur!

‘Değerler eğitimi’nin yeri okul değildir, hele ‘Adabımuaşeret’ dersinin okulda hiç işi yoktur!

Bilim temelde iki ana daldan oluşur: Fen bilimleri ve beşeri veya sosyal bilimler. Bu iki ana dalı birbirine bağlayan köprü ise bizde nedense daha çok fen bilimlerinin parçası gibi görülen matematiktir. Evet, matematik fen bilimlerinde belki daha çok kullanılır, ama o olmadan sosyal bilim de yapılamaz.

Modern anlamda yaygın eğitimin kuralları 19. yüzyıl Almanya’sında kondu. Aynı şekilde modern üniversite de yönetim modelini 19. yüzyıl Almanya’sında belirledi. Buna en çok direnen Anglo Sakson üniversiteleri oldu ama onlar bile sonunda Humbolt’un üniversite örgütlenme modelini alıp uygulamaya başladı.

Yaygın eğitim herkesi üniversiteye hazırlamaz. Geniş bir mesleki eğitimi de içerir o yaygın eğitim. Hangi çocuğun üniversite eğitimine, hangi çocuğun mesleki eğitime devam edeceği bugün için oldukça erken bir yaşta ve epey acımasız yöntemlerle belirlenir.

Ülkemizde de böyle. İşte birkaç ay sonra bir milyona yakın 8. sınıf öğrencisi o acımasız sınava girecek; aslında çoğu üniversite yoluna girmek istiyor bu çocukların, ama en az yarısı mecburen mesleki eğitime yönlenecek. Bu da mesleki eğitimi ülkemizde (ve başka ülkelerde de) sanki ikinci sınıf bir eğitimmiş gibi algılatıyor maalesef. Oysa değil, üstelik ülkemizde mesleki liselerden geçip katsayı engellerini aşarak üniversiteye gitme yolu kâğıt üstünde sonuna kadar açık yine de.

Herkesin bildiği bu bilgileri yeniden anlatmamın sebebi eğitim sisteminin kâğıt üstündeki genel yol haritasını hatırlatmak. Bu yol haritası ana okulundan ilkokula, oradan ortaokula kadar çocuklarımızın eğitim hayatının ilk 9 veya 10 yılını da belirliyor aslında:

Bu sürenin sonunda 8. sınıf bittiğinde çocuklarımızın en az yarısı isteyerek veya gönülsüzce meslek eğitimine yönlendirilecek. Ama bu yönlendirmeden önce rekabet eşitliğinin sağlanması, o bir milyon çocuğumuzun bu rekabette mümkün olduğunca birbirleriyle eşitlenecek bir okul sürecinden geçmesi gerekiyor.

Temelde ilk 9-10 yıla yayılan bu okul süreci aslında üç ana dersten oluşuyor: 1. Ana dilde okuduğunu anlama ve kendini ifade etme; 2. Fen bilimlerinde temel kavramları öğrenme; 3. Matematikte temel becerileri elde etme.

Okulun odağı bu üç ana ders kolu. Elbette yıllar ilerledikçe, örneğin çocuklar 6 ve 7. sınıflara, 8. sınıflara geldiğinde fen bilimleri dersi kendi içinde ayrılmaya (fizik, kimya, biyoloji) başlıyor; Türkçe derslerine tarih, coğrafya gibi konular ekleniyor. Bu, uzmanlaşmanın da başlaması demek.

Çocuklarımız eğitim hayatlarının bu ilk 9-10 yılında aslında bir hayli yoğun ve yorucu bir okul süreci içinde. Çünkü bir yandan konuları öğrenirlerken bir yandan bazı hayat disiplinlerini (ödevi zamanında teslim etme, her gün aynı saatte okula olma, dersleri dinleme vs vs) ediniyorlar.

Bütün bu sistemin yürütücüsü olan Milli Eğitim Bakanlığı çocuklarımızın üstündeki yükü yeterli bulmuyor olsa gerek, onlara az önce saydığım üç temel konunun dışında bazı dersler ve eğitim konuları da yüklüyor. Oysa bu ilave konuların bir bölümü yıl boyu ders olarak işlenecek kadar geniş konular değil, bir bölümü iki ayrı dersin içinde birbirini tekrar ediyor, bir bölümününse okul ortamında verilmesine gerek yok, ailelerce veya başka sivil kurumlar tarafından yerine getirilebilir nitelikte şeyler.

Bu yıl Milli Eğitim Bakanlığı çocuklarımızın üstünde yeterince yük yokmuş gibi bir de ‘değerler eğitimi’ adı altında, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve birtakım sivil toplum kuruluşlarının sanki ‘eğitimci’ gibi gelip okulda ders vermesinin önünü açtı.

‘Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum’ (ÇEDES) adı altında Milli Eğitim Bakanlığı’nın Diyanet İşleri Başkanlığı ile ve çoğu cemaat ve tarikatlardan oluşan ‘sivil toplum örgütleri’ ile yaptığı protokoller aslında okulda değil okul dışı ortamlarda, daha çok da aile içinde çözülmesi gereken konuları okulun içine taşıyor.

Üstelik bu konular mesleği eğitimcilik olmayan kişilerce küçük çocuklara aktarılırken ilave bir sürü başka sıkıntıya neden oluyor. İşte, bugün 10Haber’de haberi var, Kars’ta yaşananlar. Minicik çocuklara maket bir mezar önünde sanki anneleri ölmüş gibi ağıt okutulmuş. Olacak şey mi? Çocukların çoğunun annesi hayatta. Ölmemiş annesine ağıt yakmak nasıl bir ‘eğitim’ olabilir? Veya annesi ölmüş bir çocuğu düşünün: Aynı travmayı ona bir daha yaşatmanın ve mesela annesi öldüğünde ağıt yakmamışsa bu çocuğa şimdi kendisini eksik hissettirmenin nasıl bir ‘eğitim’ değeri olabilir?

‘Ölmüş bir yakınımızın ardından ağıt yakmak değer midir’ tartışmasına hiç girmiyorum, Allahtan Kars’taki uygulama sadece Kars’ta yapılmış. Ama bu ‘değer’ olduğu iddia edilen şeylerin aslında ailede verilmesi gerekmez mi? Diyelim ailede bir yakının veya annemizin ölmesinden söz ediyoruz; her ailenin ve her bireyin yas tutma ve bu acıyla yüzleşme şekli aynı mı olmalı?

Diyanet İşleri Başkanlığı çocuklara değerler eğitimi vermekte çok kararlıysa bu programları camilerde hafta sonları yapabilir, isteyen aile de çocuğunu okul saatleri dışında camilere gönderebilir. Aynı şey ‘dernek’ veya ‘vakıf’ adı altındaki cemaatlerle tarikatlar için de geçerli. Bildiğim kadarıyla özel kurs açmak yasak değil Türkiye’de.

Bu ‘değerler eğitimi’ tuhaflığı yetmezmiş gibi Milli Eğitim Bakanlığı bir de ‘adabımuaşeret’ diye bir ders koydu bu yıldan itibaren. Çok eski nesiller bu dersi görmüş okullarda, ama sonra vazgeçilmiş, bildiğim kadarıyla en azından 60 yıldır bu ders yoktu.

Tabii ortaokul çocuklarının ‘adabımuaşeret’ kelimesinin anlamını bilmesine de imkan yok, o yüzden dersin Türkçe adı da parantez içinde veriliyor: Görgü kuralları ve nezaket.

Türkiye’de genel anlamda bir görgüsüzlük ve nezaketsizlik sorunu olduğu inkar edilebilir bir şey değil, ama bu sorunu çözmenin yeri okul değil. Kaldı ki 72 saatlik bu dersin odağının sahiden görgü kuralları ve nezaket olduğu da tartışmalı.

Çatalı sol, bıçağı sağ elle tutmak, yaşlılara toplu taşımada yer vermek, sabahları günaydın demek, teşekkür etmek gibi görgü ve nezaket kurallarından ziyade din temelli ahlak anlatılıyor bu derste. Yani zaten var olan din kültürü ve ahlak bilgisi dersi bu dersin içine  de girmiş durumda.

Oysa diyorum ya çocuklarımız eğitim hayatlarının ilk 9-10 yılında zaten çok zorlu bir eğitim sürecinde ve bu çeşit derslerin ya da ders kılığındaki ‘eğitim’lerin onları temel odakları olması gereken üç ana konudan uzaklaştırmaktan başka işlevi yok. Bu da zaten fayda değil, zarar aslında.

Bugünkü Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin müsteşarlığı döneminde eğitimi temel işlevinden uzaklaştırmaya çalışanlara karşı mücadelesiyle tanıdığım bir isimdi, bugün o mücadeleden tamamen vazgeçmiş, hatta teslim olmuş görüntüsü çiziyor.

Olan çocuklarımıza oluyor.

Ölen baykuşuna ağlayan şehir: New York

Ölen baykuşuna ağlayan şehir: New York

Flaco bir baykuşun adı. New York’un Bronx bölgesindeki hayvanat bahçesinden bir vandalın kafesine zarar vermesinin ardından 2 Şubat 2023’te kaçmıştı.

Zaten daha önce bir kuş koruma merkezinde dünyaya gelmiş, yani doğal hayata hiç karışmamış olan baykuş Flaco için geçen yıl New York’ta bir nevi alarm verilmişti. 

Hayvanat bahçesi yetkilileri uzun süre onu yakalamaya çalıştı ama sonunda bu çabadan vazgeçti. Şehirdeki kuş meraklıları sürekli peşindeydi. Flaco bir süre sonra fare avlamaya, doğadaki gibi yaşamaya başladı. İlk gecesini şehirde bir elektrik direğinin tepesinde geçirmişti, ama sonra New York’un ünlü Central Park’ını keşfetti, burada yaşamaya ve avlanmaya başladı.

Flaco iki gün önce şehrin ‘Upper West Side’ diye anılan bölgesinde, 89. sokakta ölü bulundu. Tam ölüm nedeni bilinmiyor.

Flaco’nun ölümü New York’ta ciddi yasa neden oldu. İki gündür gazeteler ondan söz eden haberlerle ve köşe yazılarıyla dolu. The Wall Street Journal’daki haber görece kısa ama The New York Times Flaco’yu çok sayıda fotoğrafla da süslediği epey ayrıntılı bir haberle anlatmış. NYT’de tanıdık birinin, Türkiye kökenli araştırmacı ve bu gazetenin de neredeyse sürekli yazarı Zeynep Tüfekçi’nin de Flaco ile ilgili bir yazısı var.

Sonunda bir ölüm haberi ama ilginç biçimde bir şehirde onca insanı bir araya getiren, insana da ümit veren bir haber.

Çift fiyat karaborsa yaratır, suça teşvik eder

Çift fiyat karaborsa yaratır, suça teşvik eder

Genel kural şu: Nerede bir malın fiyatında karaborsa oluşuyorsa orada kötü yönetim vardır.

Türkiye son birkaç yılda bunun çok sayıda örneğini gördü, yaşadı. Otomobil fiyatları patladı örneğin; tek sebebi faizin yanlış olmasıydı. Ev fiyatları arttı, ardından düşmeye başladı. Sebep aynıydı, faizin düşük olması.

Şimdi İstanbul merkezli İstanbul ve Düzce’de bir ilaç çetesi yakalandı, az da değil 18 kişi tutuklandı. Parasını da SGK’ya ödeterek sahte reçetelerle ilaç alıyor, aldıkları ilaçları da yurt dışına kaçırıyorlardı.

Neden yurt dışı? Çünkü Türkiye’de bazı ilaçların fiyatı Avrupa’dan epey daha ucuz.

Bir kez daha kötü yönetim yüzünden yaşadığımız bir suç olayı yani.

Fahri Trafik Müfettişi rezaleti sona ersin artık

Fahri Trafik Müfettişi rezaleti sona ersin artık

İstanbul Esenler’de dün 55 araçlık bir konvoy bir çeşit protesto gösterisi düzenledi. Araçların hepsinin plakası kapalıydı; çünkü protesto ettikleri kişinin kendilerini bir kez daha cezalandırılmasından korkuyorlardı.

Esenler’de bir sokakta yaşayan ve emekli polis memuru olan “fahri trafik müfettişi” anlaşıldığı kadarıyla epey bir süreden beri sokaktan geçen veya sokağa park eden araçları terörize ediyor, cezalar yağdırıyordu. Bazı araçların yediği ceza 62 bin lirayı bulmuştu.

Bu tuhaf uygulamadan artık vaz geçmenin, fahri trafik müfettişlerine veda etmenin zamanı gelmedi mi artık?