09-08-2024
İsmet Berkan

Polis devletinde yaşamayı ne kadar kolay içselleştirmişiz meğer

Polis devletinde yaşamayı ne kadar kolay içselleştirmişiz meğer

Artık farkında bile değiliz, en köktenci liberallerimiz dahil hiç kimseden bırakın itiraz etmeyi sitem dahi gelmiyor. Bir zamanlar Stalin’in Sovyetler Birliği’ni, şimdilerde Şi’nin Çin’ini, Maduro’nun Venezuela’sını, Esad’ın Suriye’sini kıskandıracak bir polis devletinde 24 saat gözetim altında yaşıyoruz.

Hayır, bu polis devletini Ak Parti kurmadı, elinde hazır buldu. O son 22 yılda iyice yerleştirdi bu polis devletini ve yeni teknolojiler sayesinde daha da geliştirdi.

Nedir kastım ‘polis devleti’nden, onu da söyleyeyim: Devlet hepimizin adresini biliyor, bir otele veya pansiyona gidecek olsak orada kaç gece kaldığımızı biliyor.

Bunun normal bir şey olmadığını, devletin benim geçerli adresimi bilmesinin özel hayatın gizliliği ilkesine aykırı olduğunu, Batıda hiçbir devletin bu bilgiye sahip olmadığını kimseye anlatamıyorum.

Türkiye’de TC kimlik numaramızla ilişkilendirilmiş bir adresi var hepimizin. Bu kimlik numarasını akla hayale gelmeyecek konularda bile karşı tarafa vermeniz gerekiyor. O karşı tarafın devlet olması da gerekmiyor üstelik, kapınıza gelen kargocudan AVM’de fatura kesecek kasiyere, telefondaki çağrı merkezi görevlisine kadar herkes TC kimlik numarası soruyor.

Devletin hepimizin her an tam olarak nerede olduğunu bilme isteği sadece bizimle sınırlı değil. Türkiye sınırları içindeki herkesi kapsıyor (Sadece insanlar değil, sokak köpeklerinden ineklere, koyunlara ve keçilere kadar hepsi fişlenmiş durumda).

Hafta içinde İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya üstünden bir yabancı göçmen tartışması yaşandı, hepiniz şahitsiniz.

Önce kısa bir ukalalık yapayım: Şu an TC vatandaşı olmayıp da Türkiye’de bulunanları dört temel kategoriye ayırmak lazım:

1. Turistler. Ya kapıda vize alarak veya vizeye tabi olmadığı için kapıda pasaportunu göstererek bir takvim yılında en fazla 90 günlüğüne Türkiye’ye girenler. Şu anda böyle birkaç milyon kişi olmalı Türkiye’de.

2. Türkiye’de ikamet ve çalışma izni olanlar. İçişleri Bakanlığının son açıklamalarına göre Türkiye’de halen 1 milyon 128 bin 169 yabancı uyruklu kişi oturma ve çalışma izniyle yaşıyor. Bunların arasında üniversite öğrencileri de var, şirketlerde çalışanlar da, evlerde yardımcı/bakıcı gibi hizmetler görenler de.

3. Sığınmacılar. Türkiye Birleşmiş Milletler’in ‘mülteci’ statüsünü yani iltica kabul eden bir ülke değil; o yüzden mesela Suriye’deki savaştan, mesela İran’daki rejimden kaçanlar ülkemizde ‘geçici koruma statüsü’ adı verilen bir statüde bulunuyor, onlara genel olarak ‘sığınmacı’ diyoruz.

4. Yasadışı yabancılar. Bunlar ya 90 günlük vize süresi bittiği halde Türkiye’de kalmaya devam eden ya da zaten sınırdan da yasadışı yollarla geçip aramıza karışmış olanlar.

Ali Yerlikaya ile ilgili olarak ilk T24’te Tolga Şardan’ın köşesinde okuduğumuz olay şu: Kırgız kökenli iki askeri öğrenci hafta sonu evci çıkabilmek için resmi ikamet iznine ihtiyaç duymuş. Bu izin veriliyor kolayca, ama devletimiz bu izni isteyenlerden ikamet adresi talep ediyor. Öğrencilere bu izin için aracılık edenler de adres diye İçişleri Bakanı’nın konutu yazmış. Mesele bu: Vay efendim o adresi nasıl yazarsınız, neden yazdınız… Oysa o Kırgız öğrencilerden yalan söylemesini isteyen İçişleri Bakanlığı zaten; kaldıkları askeri yurt binasını ikamet adresi olarak kabul etseler mesele bitecek, kimsenin yalan söylemesi gerekmeyecek.

Her neyse, bu aslında basit meseleden ötürü adı yeniden gündeme gelen İçişleri Bakanı da hafta içinde bir açıklama yaptı, yeniden sığınmacı rakamlarını duyurdu. Bakan Türkiye’de ‘geçici koruma’ statüsünde 3 milyon 103 bin kişinin (ki bunların tamamına yakını Suriyeli) bulunduğunu ama bunların içinden 729 binin bu statüyü alırken verdikleri adreslerde bulunamadığını söylemiş.

O günden beri ‘Suriyeli sığınmacıların üçte biri kayıp’ diye tartışılıyor, köşe yazıları yazılıyor.

Neden? Son derece basit bir nedenle: Hepimiz devletimizin bizi istediği zaman ensemizden tutup yakalayacak bilgiye sahip olmasını o kadar içselleştirmiş durumdayız ki, birilerinin beyan ettiği adreste bulunmaması tüylerimizi diken diken ediyor. İstiyoruz ki devletimiz (polisimiz diye okuyun) onların da her an nerede olduğunu şıp diye bilsin.

Yarın devlet hepimize birer çip takıp uydudan izlemek istese gönüllü olacağız neredeyse. Neyse ki bu çok pahalı projeyi henüz akıl eden olmadı. Pahalılığı dert değil, devlet nasıl olsa bizi takip etmek için takacağı çiplerin parasını da alır bizden, nasıl kimlik kartlarının parasını alıyorsa öyle…

Oysa benim yaşım yetiyor, zamanında sadece mahalle muhtarlıklarında bulunan bu ikamet bilgilerinin otomatik biçimde polisle de paylaşılmasını emreden yasa değişikliğini kavga gürültü haftalarca tartışmıştık. O zamanlar SHP diye bir muhalefet partisi, onun da Cüneyt Canver ve Fikri Sağlar diye iki zıpçıktı genç milletvekili vardı, haftalarca bu yasaya direnişin başını çekmişlerdi. Söyledikleri gayet basitti: Bu yapılmak istenenin sonu polis devletine varır.

Haksız değillerdi. Aradan 40 yıla yakın zaman geçti. Bugün dünyanın dikta rejimlerini kıskandıracak seviyede inanılmaz bir gözetleme ve polis devletinde yaşıyoruz. 

Üstelik bu gözetleme devletini öyle benimsemiş, öyle içselleştirmiş durumdayız ki, gözetimde çıkan bir aksaklık bizi hemen rahatsız ediyor, muhalefete geçiyor, ’Bu işi beceremeyecekseniz bırakın gidin’ demeye getiriyoruz.

Türkiye dünyadan ayrı, kendi başına bir gezegen olsa ne güzel olacaktı…

Türkiye dünyadan ayrı, kendi başına bir gezegen olsa ne güzel olacaktı…

Uzun sayılabilecek bir süre TRT1’de Pazar sabahları 11.00’de yayına giren Enine Boyuna adlı programın daimi katılımcısı oldum. Bir dönem program arkadaşlarımdan biri de, bugünün Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’du.

Hafızam beni yanıltmıyorsa bu ‘yerli ve milli’ lafını ben ilk ondan duydum. Onun buluşuydu sanırım. Ak Parti ile MHP arasında 15 Temmuz sonrasında başlayan yakınlaşmayı tanımlamak için kullanmıştı yine yanlış hatırlamıyorsam.

Siyasal iletişimde çok önemli bir şey bu: Durduğunuz yeri öyle bir tanımlarsınız ki tanım hem rakiplerinizi eleştirir, hem de sizin yerinizi net biçimde anlatır. Yerli ve milli öyle bir tanımlama.

Sonradan bu tabir, aslında bugün de dahil Tayyip Erdoğan Türkiyesi’ni, onun siyasetini tanımlayan bir lafa dönüştü. ‘Yerli ve milli’ sözü sadece bir slogan değil, içinde gerçek de barındırdığına kuşku yok. Zaten o sayede bunca yıl yaşadı, yaşamaya devam ediyor.

Tabii bir siyasi yakınlaşmayı tanımlamak için ortaya çıkmış olsa da zaman içinde ona ek anlamlar yüklendi, neredeyse bir siyasi programın özetine dönüştü ‘yerli ve milli’.

O program da zaman içinde oldukça koyu, hatta neredeyse izolasyonist bir milliyetçilik haline geldi. Bugün o milliyetçiliğin içinde yaşıyoruz.

Artık neredeyse her konu, ama en çok da bir ucu dünyanın geri kalanına değen konular ‘yerli ve milli’ olma gereğiyle Türkiye için bir beka meselesi, bir çeşit kurtuluş savaşı, bağımsızlık savaşı meselesi.

O kadar geniş kapsamlı ki, Londra’daki swap piyasasını öldürmek de beka savaşına dahil, Gazze’de Hamas’ın İsrail’e direnişini de… Bazen takip etmek çok zor, çünkü her zaman çok da mantıklı değil.

Instagram’ı ve Roblox’u yasaklarken de, yarın TikTok’u ve hatta YouTube’u yasaklayacakken de temel güdü bu: Yerli ve milli olmak.

‘Yerli ve milli’ olmak Atatürk’ten beri arzulanan, bu anlamda Cumhuriyet’in kurucu felsefesini de içeren bir şey tabii ki, ama bunun da sınırları olmalı, öyle değil mi?

Türkiye dünyadan ayrı, kendi başına bir gezegen olsa ‘yerli ve milli’ olmak kolay olurdu. Ama değil. Bu dünyanın yalnız bir parçası değiliz, dünya medeniyetinin de parçasıyız aynı zamanda.

Ekonomide ve diğer iç politika meselelerinde çok fena sıkışan iktidarın bu izolasyonizm gazına daha fazla basması ve ‘yerli ve milli’ gibi hepimizin içinde bir yerlere değen bir sloganı bu kadar geniş alanda kullanması bana sorarsanız ciddi anlamda ters tepecek bir şey.

Hepimiz elbette ‘yerli ve milli’ olunsun istiyoruz, ama bedeli dünyanın geri kalanından kopmak, güdük ve fakir kalmak da olmamalı.