22-10-2023
İsmet Berkan

Serdar Turgut’un anlayacağı şekilde, tane tane anlatıyorum: Post-Modernizmle başa çıkma kılavuzu

Serdar Turgut’un anlayacağı şekilde, tane tane anlatıyorum: Post-Modernizmle başa çıkma kılavuzu

Serdar Turgut, birkaç gün önce 10Haber’de, benim geçen haftaki TeknoGündem köşesinde çıkan insan beyniyle ilgili yazıma laf etti, hemen ertesi gün yazdığı bir başka yazıyla da, bu yazının aynen post-modernistlerin yaptığı gibi bir takım kelime oyunlarıyla ve sanki kıymetli bir şeymiş gibi yazılmış ama anlaşılmaz (ve dolayısıyla kıymetsiz) bir yazı olduğunu ima etti.

Serdar Turgut’un köşesine iki gün üst üste, üstelik de ciddi bir bağlamda (dalga geçilmek için bile olsa) konu olmak onur verici bir şey ama ben sadece bu onurla yetinmeyip ona cevap da vermek istiyorum. Çünkü anlaşılmaz olmak bu hayatta en olmak istemediğim şey. 

Serdar Turgut, başlıca özellikleri anlaşılmazlık olan post-modernistleri ne kadar seviyor ve benimsiyor bilmiyorum ama ben o düşünürlerin hayatımıza olumlu anlamda bir katkıları olmadığı inancındayım.

O yüzden bugün yazımı Serdar Turgut’un da anlayabileceği şekilde, tane tane yazmaya karar verdim.

1. Serdar Turgut’un çarşamba günü verdiği Alan Sokal’ın şakası örneği, benim de favori konularımdan biri. Hatta bu konuyu 90’lı yıllarda Türkiye’de duyuran ilk kişi olmakla da övünürüm.

2. Amerikalı bir fizikçi olan Alan Sokal, 1996 yılında bu ülkedeki post-modernistlerin ‘bilim’ adı altında saçmaladıklarını görünce, onların favori bilimsel dergisi Social Text’e tam da onların hoşuna gidecek bulanık kavramlarla dolu bir fizik makalesi gönderir, o dergi de bu anlaşılmaz saçmalıklarla dolu makaleyi basar.

3. Sokal’ın bu meşhur şakasından hareketle yazdığı iki kitabı da Türkçede bulunuyor. Bunlardan birincisi ‘Son Moda Saçmalar’ adını taşıyor; ikincisi ise ‘Şakanın Ardından.’

4. Söylemesi ayıptır, 2011 yılında Alan Sokal bu ikinci kitabını tanıtım için konferanslar da vermek üzere Türkiye’ye geldiğinde, onunla bilim felsefesi üzerine sohbet etmiş, bunu da o zamanlar çalıştığım Hürriyet gazetesindeki köşemde yazmıştım.

5. Bu ayın başında TeknoGündem köşesinde çıkan yazımda insan bilincinin ne olduğu ve bunun yapay zeka araştırmalarına olası etkisiyle ilgili yazarken ‘gerçek’ ile ‘hakikat’ arasındaki farktan söz etmiştim.

6. Doğada bir fiziki, herkes için aynı olan gerçekler var. Serdar Turgut kafasını duvara çarparsa kafası acır, çünkü duvar fiziki bir gerçek. Gezegenimiz gibi, yıldızlar gibi, atomlar gibi bir gerçek bu. Bu gerçekler matematiksel olarak da ifade edilebilir.

7. Ama bir de sadece bizim beynimizde yer alan ‘gerçek’ler var. Nedir bu sadece bizim beynimizde olan ‘gerçek’ler? Örneğin renkler. Doğada bir fiziki gerçeklik olarak renk yok. Bunu insanın kabullenmesi zor ama böyle. Biz etrafımızdaki nesneleri renkli görüyoruz, çünkü onlara isabet eden fotonlar gözümüze farklı farklı frekanslarda yansıyor. O frekansları beynimiz bize renk olarak gösteriyor. Yoksa fiziki evrende renk diye bir şey yok, sadece farklı frekanslardaki elektro manyetik radyasyon var. Orhan Hançerlioğlu, meşhur Felsefe Sözlüğü’nde bu tür ‘gerçek’ler için ‘Hakikat’ kelimesini kullanıyor.

8. Tanımı gereği ‘gerçek’ bir taneyken, her birimizin beynimizde yaşattığımız ‘hakikat’lerin sayısı ister istemez birden fazla. Gazze’deki Ehli Arabi Hastanesinde bir patlama oldu, çok sayıda insan öldü. Bu fiziki gerçeklik. Ama bazılarımızın ‘hakikati’ o patlamaya bir İsrail bombasının sebep olduğu, bazılarımızın ‘hakikat’i ise İslami Cihad’ın yanlış ateşlenen roketinin sebep olduğu.

9. Gerçek ile hakikat arasındaki farkı anlatabildiğimi sanıyorum. Şimdi gelelim hakikatin doğasına…

10. Tanımı gereği, yani bizim beynimizde oluşan bir şey olduğu ve subjektif olduğu için, hakikat temelde bir anlatı. Post-Modernistlerin, özellikle de Fransız post-modernistlerin altını çizdiği konu bu: Hakikatin birden fazla olması.

11. Onlar, hakikatin birden fazla olabilmesinden hareketle tek hakikat diye bir şey olmadığını, hakikatin ‘göreli’ bir şey olduğunu savunuyor. Oysa, bir futbol maçında bir takımın diğerini 2-0 yenmesi göreli olamaz, yenilen takımın taraftarı ‘Aslında biz kazandık’ diye dolaşamaz.

12. Ama post-modernciler bir bakıma haklı olabilir; Donald Trump seçimi kaybettiği halde ‘Aslında ben kazandım’ dedi, taraftarlarının önemli bir bölümü de bugün dahil ona inanmaya devam ediyorlar.

13. Post-moderncilerin esas kötülüğü ‘Gerçek’ ve ‘Hakikat’ kavramlarını birbirine eş anlamlı görüp bu alanı bulanıklaştırmaları oldu.

14. Gerçek ile hakikatin, kuantum fiziğinin belirsizlik ilkesi söz konusu olduğunda birbirine benzediğini, kuantum alanında da aynen çoklu hakikatler gibi çoklu gerçekler olduğunu söylediler.

15. Serdar Turgut, yazısının bir yerinde filozof Hegel’in anlaşılmazlığından söz ediyor ki haklı. Ölüm döşeğindeyken ‘Beni bir kişi anladı, o da yanlış anladı’ dediği rivayet edilen Hegel’le ünlü İngiliz matematikçi, mantıkçı ve filozof Bertrand Russell’ın nasıl alay ettiğini anlatmanın yeri burası mıdır, bilemedim. Ama şunu bilin: Russell, gayet basit ve anlaşılır 4-5 cümlede Hegel’in bütün mantığını yerle bir etmişti.

16. Anlaşılmazlık, özellikle de felsefe alanında anlaşılmazlık, bana öyle geliyor ki saçmalamaya getirilmiş bir kılıf. Hegel’in Alman olmaktan, Almanca dilinde ve bu dilin verdiği zengin imkanlarla yazmaktan, üstelik de gerçek bir dev olan Immanuel Kant’ın lafının üzerine laf söylemeye çalışmaktan gelen bir özrü vardı anlaşılmaz olmak için.

17. Buna karşılık, bugünlerde Serdar Turgut’un anlamaya çalıştığı ama anlayamadığını söylediği Lacan, Derrida gibi isimler, Hegel’den daha ileri giderek başlıca özelliği anlaşılmazlık olan neredeyse özel bir dil geliştirdiler.

18. Immanuel Kant’ı da anlamak zordur ama herhalde Kant’ın saçmaladığını söyleyen kimseyi bulamazsınız. Buna karşılık Hegel’in veya bir kısım post-moderncinin saçmaladığını ve kıymetsiz olduğunu söyleyen bol miktarda insan bulabilirsiniz.

19. Tekrar post-moderncilere döneyim, onların ‘gerçek’ ile ‘hakikat’i sanki aynı şeymiş gibi sunduklarını, ‘gerçek’i de bulandırdıklarını, bunu yaparken de kuantum fiziğinden hareket ettiklerini yazdım.

20. Bu görüşleri, onları fiziki gerçekliğin de birden fazla ve göreli olduğunu söylemeye vardırdı. Bir sonraki adımda ise bilimin kendisinin bir ‘gerçek’ değil ‘hakikat’ yani bir anlatı olduğunu söylemeye başladılar.

21. Tuhaftır, en büyük yardımı post-modernist olduğu hiç de söylenemeyecek bir kişiden, ünlü bilim felsefecisi Paul Feyerabend’den aldılar. Onun ‘Özgür Bir Toplumda Bilim’ (1978) adlı kitabı ve bu kitaptaki tezleri post-modernistlerin arayıp da bulamadığı argümanlarla doluydu. Tek farkla: Feyerabend gayet anlaşılır bir dille yazıyordu bilimsel göreliliği. Mesela, ‘Neden astroloji veya falcılık fizikten daha az bilim olsun’ diye soruyordu.

22. Bilim tarihi de, felsefe tarihi de faydasız araştırmalar yapan, yazan çizen ve bir dönem ciddiye alınıp sonra unutulan insanlarla dolu. Derrida ve Lacan gibi isimler de artık unutulmaya yüz tutmuş bir dönemin temsilcileri. (Onların yakın arkadaşı ve bir zamanların pek ciddiye alınan ismi Julia Kristeva’yı hatırlayan kaldı mı mesela? -Üstelik, şimdi Google’dan baktım, hala hayattaymış.)

23. Post-modernist düşüncenin hala kaldıysa bir etkisi, en çok plastik sanatlar alanında var olmalı. ‘Güncel sanat’ diye yüceltilen şeylere bakın, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. O yüzden Serdar Turgut’un yazmakta olduğu kitabı merakla bekliyorum.

24. Ve son olarak, Serdar Turgut’un bana Kütüphanemdeki Sesler adlı kitabını aylar önce imzalayıp verdiği ve benim henüz onu okumadığım doğru bilgi. Ama okumaya başladım, bitsin, onunla ilgili görüşlerimi de yazacağım.

‘Büyük Patlama’yı keşfeden teleskopu kurtarma kampanyası başarılı

‘Büyük Patlama’yı keşfeden teleskopu kurtarma kampanyası başarılı

Evrenimizin bir başlangıç anı olduğu, esasen Albert Einstein’ın Genel Görelilik teorisinden hareketle ortaya atılan bir teoriydi. Bugün evren genişliyordu Einstein’ın denklemlerine göre, öyleyse başlangıçta bugünkünden çok daha küçüktü.

Bu matematiksel varsayım Einstein dahil pek çok kişi için ‘tuhaf’tı; 1964’te kanıtlanana kadar Büyük Patlama fizik dünyası için uzak bir teorik ihtimaldi. Ama 1964 yılında Amerika’da New Jersey eyaletinde Bell Telefon Şirketinin laboratuvarında çalışan iki mühendis, ‘Holmdel Horn’ adı verilen bir antenle gökyüzündeki balonlara sinyaller gönderip geri almaya çalışıyorlardı. Ama her yönden gelen bir ‘gürültü’ ile karşılaştılar.

Bu gürültü, Büyük Patlama’nın fiziki kanıtı, bugün ‘Kozmik arka plan ışıması’ diye bildiğimiz şeydi.

İşte o keşfin yapılmasını sağlayan anten, bir süreden beri bir emlak geliştirme işinin tehdidi altında. Çünkü Bell Laboratuvarları çoktan satıldı, en son sahibi Nokia idi, o da New Jersey’deki arazi ve binaları bir yatırımcıya sattı. O yatırımcı da araziye bir yaşlılar evi kompleksi inşa etmek istiyor.

Epeydir New Jersey eyaletinin Monmouth kasabasında bu büyük keşfi yapan antenin korunması için kampanyalar yapılıyordu, nihayet bu kampanyalar sonuç üretti, anten olduğu yerde kalacak ve korunacak.

Dünyada tek bir insan yaşasa 24 saatini nasıl harcardı?

Dünyada tek bir insan yaşasa 24 saatini nasıl harcardı?

Acaba insanlar 24 saatlerini nasıl harcıyor? Kanada’daki McGill Üniversitesinden bilimciler oturup araştırmış ve bunu bir grafiğe dökmüşler.

İnsanlar 24 saatin üçte birden fazlasını (günde ortalama 9,1 saati) yatakta uyuyarak geçiriyor.

Peki geri kalan 14,9 saatte ne yapıyoruz?

Bunun 9,4 saatine ‘insani aktiviteler’ adını vermiş araştırmayı yapanlar. Yani yemek, spor yapmak, TV seyretmek, arkadaşlarla buluşmak, okula gitmek buna dahil.

3,4 saat çalışıyoruz. Ama bu her çalışma buna dahil değil; o yüzden araştırmacılar bu bölüme ‘Dış çıktılar’ adını vermiş. Bunlar daha çok sofraya doğrudan yemek koymaya yarıyan girdiler, tarımda çalışmak veya daha fiziki girdiler, mesela madencilik vs buna dahil. Temizlik ve çöp yönetimi gibi şeyler de bu bölümde.

Ve son olarak 2,1 saatlik ‘organizasyonel çıktılar’ bölümü var. Bu da ofiste çalışmak, işe gidip gelmek.

Siz söylemeden ben söyleyeyim, burada özetlenen gün benim 24 saatime hiç benzemiyor. En son 9 saat ne zaman uyuduğumu hatırlamıyorum. Günümün 9,4 saatini ‘insani aktiviteler’e ayırmayı başarsam ve 5,5 saat çalışsam, çok başka bir insan olurdum.

Her 2,5 günde bir uzaya roket göndermeyi hedefleyen şirket

Her 2,5 günde bir uzaya roket göndermeyi hedefleyen şirket

Bu haftanın başında Elon Musk’ın şirketi SpaceX bu yılın başından beri 75. roketini uzaya gönderdi. Şirket bu yılı toplamda 100 roket göndermeyle tamamlamayı planlıyor.

Sadece bu yıla ait olan bu rakamlar bile uzaya roket gönderme işinin ne kadar büyük ve meşgul bir iş olduğunu göstermeye yetmeli aslında.

Düşünün, Türkiye son uydusunu uzaya fırlatırken (ki onu da SpaceX götürdü yörüngeye) büyük tören yapıldı, gazetelerde haber oldu. Oysa SpaceX’in kendisi her iki haftada bir 60 tane kendi şirketlerinin uydusunu uzaya gönderiyor. Her iki haftada 60 tane uyduyu alçak yörüngeye yerleştiriyor Starlink adlı şirket.

Ama SpaceX’in gelecek yıl için planı çok daha iddialı. Şirket ayda 12 tane, yıl boyunca da toplamda 144 tane Falcon roketini uzaya göndermeyi planlıyor. Yani kabaca her 2,5 günde bir roket fırlatılacak. Bu roketlerin çoğu yine Starlink uydularını taşıyacak.

Peki SpaceX bunu nasıl başarıyor? Kendi geliştirdikleri roketleri yeniden kullanma teknolojisi sayesinde oluyor bu. Bu sayede SpaceX uzaya gitmeyi herkes için ucuzlattı. Bu ucuzluktan ötürü de uzaya uydu fırlatma pazarında neredeyse bir tekel konumu elde etti.

Müthiş bir şey.