Herkes kültür savaşı derdinde, çevre felaketi kimin umurunda…
Erzincan’ın küçük ilçesi İliç’te, Çöpler Köyü’ndeki altın madeninde insan yapımı bir büyük çevre felaketi yaşıyoruz. Siyanür karıştırılmış sularla haftalarca yıkanmış yaklaşık 10 milyon ton toprak depolandığı alandan kaydı ve çevredeki yüzlerce dönüm araziye yayıldı.
Buna kaza diyemeyiz; çünkü o depolama mühendislik kurallarına uygun yapılsaydı bugün İliç’teki madenden ve bir çevre felaketinden konuşmuyor olacaktık. Tek teselli, facianın yaşandığı günün sabahında kontrol mühendisleri o siyanürlü toprağın depolandığı devasa alanda derin bir yarık fark etmiş; yaşanan can kayıpları belki bu sayede azaldı.
Ama biri kamyon şoförü dokuz işçi o kayan 10 milyon ton kirli toprağın altında kaldı. Bugün felaketin üçüncü günü ve biliyor musunuz ki o işçileri ölü veya diri o topraktan çıkarmak için henüz somut hiçbir şey yapılmadı.
Evet, toprağın yayıldığı alanın üstünde dronlar uçuruldu, işçilerin bulunabileceği yerlere bakıldı ama kimse eline kazma kürek alıp ‘Acaba buradalar mı’ diye bakmadı. Bakamazdı da, çünkü birincisi zehirli toprağın yayıldığı alan çok geniş; ikincisi o işçilerden en ufak bir iz saptanamadı.
O yüzden dün veya bugün haberlerde gördüğünüz ‘Arama çalışmalarına devam edildi’ cümlelerine inanmayın. Gerçekte hiçbir şey yapılmadı, yapılamadı. O işçilerin bunca zaman sonra hayatta olması ise ancak mucize olabilir.
İşçileri bulamıyoruz; peki başka ne yapıyoruz?
Ortada zamana karşı yarış gerektiren bir başka vahim durum var: Yüzlerce dönüme yayılan o 10 milyon ton zehirli toprağı bulunduğu yerden kaldırmak ve sağlıklı depolama koşullarına yeniden kavuşturmak gerek. O zehirli toprağın bugün bulunduğu yerde durmaya devam ettiği her dakika büyük bir çevre riskini büyütüyor çünkü.
Peki bunun için ne yapıyoruz? Henüz hiçbir şey. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile altın madeninin sahibi Anagold’un bir plan üstünde çalıştığı anlaşılıyor ama dün Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar bu plan konusunda ipe un sermenin ilk işaretini verdi: Pisliği temizlemek için 400 bin kamyon lazımmış…
Enerji Bakanı’nın işi yapılması şart olan bir işlemin neden imkânsız olduğunu anlatmak değil. Kaldı ki bu iş imkânsız da değil. Maden sahasında iş yapan yüzlerce, belki 1000’e yakın dev kamyon zaten var. Bunların sayısı üç bine getirilse, her kamyon günde 10 sefer yapsa günde 30 bin kamyon eder. Demek 50 günde bu iş bitebilir.
Ama bakan öyle bir söylüyor ki, sanki 400 bin kamyonu yan yana dizmek gerekiyor.
Bakan dün diyor ki ‘Arama kurtarma da, temizleme de yapamıyoruz çünkü heyelan tehlikesi devam ediyor.’
Peki ne yapacağız, bu tehlike bitsin diye bekleyecek miyiz?
Ne beklemeye tahammülü var bu facianın, ne de zaten heyelan tehlikesi öyle bekleyerek sona erecek bir tehlike. Kaçınılmaz biçimde kontrollü heyelanlar yaratılacak orada, böylece depolama sahası ve etrafı güvenle çalışılabilir hale getirilecek.
Ama temizliğe başlamak için bunları beklemek de gerekmiyor. Bir yandan depolama sahası yeniden güvenli hale getirilirken bir yandan da en uç bölgelerden başlayarak temizliğe girişilebilir.
Buna karşılık altı aylık Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar karşılaştığı ilk büyük krizde kötü yöneticilik örnekleri sergiliyor; kamuoyuna felaketten çıkış için yol gösterip ümit verecek yerde, bir yandan neyin neden yapılamayacağını anlatıyor, bir yandan da siyasi polemiğe giriyor.
Türkiye maalesef öyle bir siyasi kutuplaşmanın girdabında ki, toplumun tümünü ilgilendiren büyük felaketlerde bile bu siyasi kutuplaşmanın vücut bulmuş hali olan kültür savaşlarından kendini alamıyor.
Biz bunu korona salgını sırasında da yaşadık; geçen yıl 6 Şubat depreminde de… Toplumun tümünü derinden etkileyen bu olaylarda bile daha ilk günden bir de kültür savaşına giriştik, bu sebeple de ortak akıldan yararlanıp felaketten kurtulma süremiz gereksiz yere uzadı.
Şimdi de aynı şey…
Yüzlerce dönüm araziye yayılan siyanürlü toprağın aslında yakınına bile gelmeyen bazı gazeteciler sözde ‘olay yeri’nden yüzlerinde maskeyle yayın yaptı. Ne kadar muhalif olduklarını da gösterme şansı buldular böylece.
Vay sen misin bunu yapan, iktidar medyası hemen savunmaya geçti, bir yandan muhalifleri ‘algı operasyonu yürütmek’le suçlarken bir yandan da bu tezlerini güçlendirmek için çevre felaketini küçümsemeye kalkıştılar.
Bu ucuz ve anlamsız propaganda savaşına dün Enerji Bakanı da katıldı, kameraların önünde açıklama yaparken ‘Bakın ben maske takmıyorum’ dedi, kendince etrafta soluk almanın tehlikesiz olduğunu vurguladı (Yaşı yetenlerimiz 1986’daki Çernobil felaketinden sonra Karadeniz’de çay hasadının tehlikeli olmadığını anlatmak için çay içen dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral’ı hatırladı).
Baştan şunu söyleyeyim: Ortamda gerçekten yüksek miktarda siyanür gazı varsa bizim salgın sırasında virüsten korunmak için taktığımız maskeler bir anlam ifade etmez zaten. Öyle bir ortamda takılması gereken gerçekten gaz maskesidir.
Yarın o siyanürlü toprağı temizlemek için işçiler alana girdiğinde tamamen geçirmez plastik elbiseler, altı kalın botlar ve gaz maskeleriyle çalıştıklarını gördüğümüzde de şaşırmamalıyız. Çünkü o siyanürlü toprak yakınına girenler için sahiden tehlikeli olabilir.
Kimin ne kadar dikkatini çekti bilmiyorum ama İliç’teki facia alanına ilk gelen askeri personelin ‘Kimyasal Biyolojik Radyolojik Nükleer Savunma ve Güvenlik Tugay Komutanlığı’na bağlı askerler olması son derece normal aslında. Çünkü soluduğumuz havaya zehirli malzeme karışıp karışmadığını anlamak için gereken test cihazları bu birliklerde var.
Enerji Bakanı umarım bu birliklerden gelen ve facia alanında hava kalitesini denetleyen ekiplerden de bilgi almıştır. Kamuoyuna yapılan açıklamalarda henüz bölgedeki hava kalitesine ilişkin olumsuz bir bilgi verilmemiş olması aslında sevindirici. Demek gaza dönüşüp atmosfere karışan siyanür miktarı insan sağlığını tehdit edecek düzeyde değil. Umalım ki hep böyle kalsın.
Ama en önce umalım ki bu siyanürlü toprağı temizleme çalışmaları bir an önce başlasın; maden şirketi de temizlik için gerekli bütün harcamayı karşılamaya mecbur tutulsun.