Sorumuz şu: Dünya ortak bir tehditle karşı karşıya kaldığında ulusal ayrılıklarını aşıp birlikte hareket eder mi?
Bugünün modern insanı dünya üstünde var olduğundan beri böyle ama boşverin uzak geçmişi, insanlığın yazılı bir tarihe sahip olduğu son 10-12 bindir yıldır durum aynı:
Biz, birbiriyle savaşan, birbirini öldüren, birbirini öldürmek için özel silahlar geliştirip düzenli ordular besleyen, koca gezegeni paylaşamadığı için ulusal sınırlar çizen ve bir arada hareket etmek yerine kendi arasındaki ayrılıkları besleyen bir canlı türüyüz.
Bakın bugün dünyamıza, aynı anda kaç ayrı savaş devam ediyor, ulusal sınırları yerinde tutmak veya genişletmek için harcadığımız para ve enerji ne kadar, göreceksiniz. Bu ayrılıkları kalıcı kılmak için koca koca ideolojilerimiz, dinlerimiz, sürekli beslenen korkularımız ve önyargılarımız var birbirimize karşı kullandığımız.
Tamam, insanlar arasındaki bu ayrılıklar gerçek bir temele dayanmasa bile gerçek ve birer olgu.
Peki ama diyelim ki gezegenimiz öyle bir tehditle karşı karşıya kaldı ki bu tehditle başa çıkmanın yegane yolu o ayrılıkları kenara bırakmayı ve ortak çalışmayı gerektiriyor. Acaba insanlık bunu başarabilir mi?
Soru bu.
Ne mutlu bize ki bu soruyu sık sık soran bir edebiyat, bir öykü anlatma türümüz var: Bilim kurgu.
Örneğin, büyük hayranlıkla birkaç kez seyrettiğim Arrival (Geliş) filmini hatırlıyor musunuz? Bir gün ansızın dünyaya çok sayıda devasa uzay gemisi gelir. Buradaki uzaylılarla iletişim kurmak için bir dilbilimci (Amy Adams) görevlendirilir.
Başlangıçta dünyanın büyük güçleri işbirliği yapar ama bu işbirliği kısa sürede güvensizliklerle bozulur. İnsanlığın bu ortak tehdide karşı bir arada hareket etmesini o dil bilimci uzaylılar tarafından kendisine kazandırılan geleceği görme yeteneği sayesinde yeniden sağlar.
Kendimiz hakkında müthiş bir filmdi.
Bir örnek daha vereyim: Meraklısının Amazon Prime’da seyredebileceği bir dizi var, adı Expanse.
Burada anlatılan uzak gelecekte dünyadan çıkıp Mars’a yerleşmiş kolonicilerle dünya arasında zaten bir nevi ‘soğuk barış’ devam etmekte, bu arada asteroid kuşağındaki madenciler de kendi bağımsızlıklarını istemektedir. O sırada dış uzaydan bir önemli tehdit gelir.
Araları zaten açık olan ve her an savaşın eşiğinde duran Dünya, Mars ve asteroid kuşağındakiler (Belters) bir araya gelip bu tehditle başa çıkmaya çalışır ve sık sık da başarısız olurlar. Dizi bir hayli karanlık bir gelecek senaryosu beklentisiyle sona erer.
Şimdi bu koleksiyona yeni bir örnek ekleniyor. Netflix yayınlandığı 2008 yılından beri dünyayı kasıp kavuran bir muhteşem roman serisi olan Üç Cisim Problemi’ni dizi olarak çekti, 21 Mart günü yayına başlıyor.
Romanların yazarı bir Çinli, Liu Cixin. Bana göre uzun yılların en parlak bilim kurgu yazarı. Kendisini Üç Cisim Problemi adlı romanı İngilizce’ye çevrildikten ve bilim kurgu dünyasının en önemli ödülü Hugo’yu aldıktan sonra keşfettim.
Roman, adını kütle çekim mekaniğinin çözümsüz probleminden alıyor. Evrende iki yıldızlı gezegen sistemleri var ve bu iki yıldız birbirleri etrafında dönerek sistemi çok uzun süre ayakta tutabiliyor. Peki iki değil üç yıldız birden olsa sistem istikrarlı olabilir mi? Bu çözümü henüz bilinmeyen bir problem, daha doğrusu böyle bir sistemin istikrarlı olabileceği henüz kanıtlanamamış.
Roman Çin’deki Kültür Devrimi sırasında başlıyor, üçüncü kitabın sonuna eriştiğinizde yüzbinlerce yıl sonra da sona eriyor. (Serinin ikinci kitabı Karanlık Orman, üçüncü kitabı ise Ölümün Sonu adını taşıyor.)
Burada romanların hikayelerini anlatarak dizi seyretme veya roman okuma keyfinizi bozmak istemem ama şunu söylememe izin verin:
Roman bütün insanlığın karşı karşıya kaldığı bir ortak tehlikeyi anlatıyor ve bu tehdit karşısında insanlığın ortak hareket edip edemeyeceği meselesini romancı diliyle tartışıyor.
Aynı yazarın, yani Liu Cixin’in bir başka uzun öyküsü daha var, adı The Wandering Earth. Filmi de yapılan bu uzun öyküde de izlek aynı aslında. Ortak bir tehditle (güneşin ortadan kaybolma tehlikesi) karşılaşan insanlık bu duruma çözüm olarak bütün dünyayı bir çeşit uzay gemisine çevirmeye karar veriyor ve hayat yerin altında inşa edilen klima kontrollü şehirlere indiriliyor, bu arada roketler ateşleniyor ve dünya uzayda yol almaya başlıyor, hedef bize en yakın yıldız olan Alfa Centauri’nin yörüngesine girmek. Ama bu yolculuk yüzyıllar, hatta binyıllar sürecek.
Ama tabii başlangıçtaki muazzam işbirliği ve dayanışma her zaman geçerli olmuyor. İnsanlar arasındaki ayrılıklar bu yolculuğa da damgasını vuruyor. Öykünün sonunu söylemeyeyim…
Burada daha sayamayacağım kadar çok roman ve film var aslında insanlığın ortak bir tehditle karşı karşıya kaldığında bir araya gelip bu tehditle başa çıkıp çıkamayacağını sorgulayan; hepsini sıralamak da gerekmiyor (En son en güzel örnek Don’t Look Up filmiydi).
Dediğim gibi soru önemli: Karşımızda bütün insanlığı yok edebilecek bir tehdit olsa, acaba insanlık kendi arasındaki ayrılıkları bir kenara bırakıp bu tehditle ortaklaşa mücadeleye girer mi girmez mi? Bunu başarabilir mi başaramaz mı?
Romancıların, film yazar ve yönetmenlerinin hayal güçlerini kullanarak bu sorunu anlatmaya çalışması elbette takdire şayan ve aslına bakacak olursanız uzaydan meteor veya uzaylı istilacılar gelmesini veya güneşimizin ansızın patlaması tehdidini sorgulayacak bu hayat gücüne ihtiyacımız da var.
Dünyamız ve bütün insanlık şu anda, ne şu anı son 60 yıldır bir ortak tehditle karşı karşıya. Bu öyle bir tehdit ki, insan denen canlı yer yüzünden tamamen silinebilir, dünyamız kendi 4,5 milyar yıllık tarihinde defalarca yaşadığı türden yeni bir toplu yok oluş dönemine girebilir (Hatta çoğu bilimciye göre şu anda zaten öyle bir dönemin içindeyiz).
Neden söz ettiğimi anladınız: İklim krizinden söz ediyorum.
Dünyamız zaten buzul çağından çıkış ve ısınma evresindeydi. Biz insanlar bu evreyi atmosfere doğanın kendi kendine yok edemeyeceği kadar çok karbon dioksit gazı salarak iyice hızlandırdık.
İlk olarak 1960’larda bir Birleşmiş Milletler raporuyla insanlığa duyurulan bu büyük sorunu çok uzun süre görmezden geldik, küçümsedik, hatta alay konusu yaptık. Bu soruna dikkat çekmek için Amerika’nın eski başkan yardımcısı Al Gore bir belgesel yaptığında başına gelmedik kalmadı. Türkiye’de çevre diyenler, iklim diyenler iyimser ihtimalle ‘yarı deli’ muamelesi gördü. (İnanmayan Açık Radyo kurucusu Ömer Madra’ya sorsun başından geçenleri).
Nihayet, bir Amerikan Başkanının zorlamasıyla 2015 yılında dünya bir araya geldi, Paris İklim Anlaşması’nı imzaladı. Ama aradan dokuz yıl geçti, anlaşma doğru dürüst yürümüyor, ülkeler de bireyler de yeterli tedbirleri almıyor; bu arada 2015’teki anlaşmanın ‘kabus senaryosu’ diye nitelediği ve 2050’de gerçekleşmesini umduğu 1,5 derecelik sıcaklık artışını ya bu yıl ya önümüzdeki yıl gerçekleştirmiş olacağız. 2050 yılına kadar varabilirsek herhalde üç derece ve üstü sıcaklık artışlarını konuşuyor olacağız.
Bu sıcaklık artışını herkes deniz sularının yükselmesi ve denize yakın şehirlerin kullanılamaz olması gibi algılıyor ama keşke mesele o kadar basit olsa. Sıcaklık artışı dünyamızın Ekvatordan itibaren güneye ve kuzeye doğru önemli bir bölgesini bugünkü Büyük Sahra Çölü’ne benzer biçimde yaşanmaz hale getirecek. Bu geniş bölgede ne tarım yapılabilecek ne de insan yaşayabilecek.
Bugün anlatmaya çalıştığım kuşakta yaşayan milyarlarca insan daha kuzeye ve daha güneye göç etmek isteyecek. Pek çoğu, belki milyarlarcası ölecek. Bırakın bugünkü tüketim uygarlığı seviyemizi korumayı, karnımızı doyuramayacağız ve bu sebeple bütün bilim ve teknolojimize rağmen Ortaçağ’a geri döneceğiz.
Bu anlattıklarımı ben değil belki ama çocuğum, o değilse torunum görecek maalesef. O kadar vahim bir durumdayız, o kadar büyük bir tehditle karşı karşıyayız ve bu tehdidi ilk fark edişimizin üstünden 60 yıl geçti, bunca zamanda hiçbir şey yapmadık.
Romancıların, sinemacıların hayal güçleri bir yana; gerçek hayatta hep birlikte görüyoruz, insanlık karşısında ortak bir tehdit bile olsa bir araya gelemiyor, ortak soruna ortak bir cevap bulamıyor.
Karamsar gerçek bu maalesef.