07-04-2024
İsmet Berkan

Yapay zekanın insana kıyasla ne kadar geri zekalı olduğunu öğrenmek ister misiniz?

Yapay zekanın insana kıyasla ne kadar geri zekalı olduğunu öğrenmek ister misiniz?

Geniş bir kütüphaneye sahip olmak pek çok kişi için övünç vesilesidir.

Tabii hayatta çok kitap okumuş olmak çok bilgili olmak anlamına gelmez ama yine de kitap okumanın bize kattığı çok fazla şey var.

Okumanın (ister kitap olarak ister başka bir formda) bize kattıklarının ilk akla geleni bilgi.

Ama bilgiden daha önemlisi var: Küçük yaştan itibaren okumak dil yeteneğimizi geliştirir. Önce kendi ana dilimizde, sonra eğer öğreniyorsak yabancı bir dilde bol bol okumak kelime hazinemizi ve dolayısıyla da düşüncemizin sınırlarını genişletir.

Ünlü filozof ve şair Melih Cevdet Anday bir seferinde ‘Herkes hayatının bir döneminde, en çok da gençliğinde şiir yazar. Şair şiir yazmaya devam edip yayınlayana denir’ demişti.

Şiir gerçekten de dil kullanma becerisinin doruğudur.

Fransız düşünür Jean Paul Sartre ‘Düşünce dilde oluşur’ demişti. Bu cümle de bir başka gerçeği ifade eder.

Dili iyi bilen, iyi kullanan, mümkün olan en geniş kelime hazinesine sahip olan açısından düşünce üretmenin varabileceği sınırlar o dili daha az iyi bilenlere göre çok daha geniştir.

Biz çoğu zaman gündelik hayatta ‘zeka’ ile ‘akıl’ı birbirine karıştırarak konuşuruz. Her ikisi de beynimizin yarattığı şeyler; birbiriyle bağlantılıdır ama yine de farklıdır.

Zeka, kabaca söyleyecek olursak beynimizin yeni durumlara uyum sağlama, o durumlara hızla çözüm üretme yeteneği. Hız, zekada en önemli şeylerden biri.

Akıl ise bilgiyle geçmişin bilgisini bir araya getirip yeni bilgi üretmekle, sentez yeteneğiyle ilgili.

Zeki, yani hızlı düşünme yeteneğine sahip insanlar aptalca hatalar yapabilir. Tersi de doğru: Akıllı insanlar çok hızlı düşünemeyebilir.

Ama zeka ve akılın bir araya gelmesi, her zaman iyi sonuçlar üretir.

Benim bu tanımlarıma bakınca zeka her ne kadar doğuştan gelen bir yetenek gibi duruyorsa da, aslında hem zeka hem akıl beynimizin ‘antrenman’ yapmasıyla gelişir.

Bakmayın ‘antrenman’ dediğime, zeka ve aklımızı evde anne-babamızla başlayıp okulda devam eden eğitim sürecimizde, hayat boyu yaptığımız okumalarda ve yeni tecrübelerde geliştiririz. Bunun için de önce ana dilimizi kullanma becerimizi geliştirmemiz gerekir.

Bu uzun girişten sıkılmış olabilirsiniz ama lafı son yılların müthiş teknolojik gelişmesi yapay zekayla ilgili yazacaklarımı anlatabilmek için böyle uzattım.

Yapay zeka çok uzun zamandan beri var olan bir şey. Son 20 yılda ‘nöral ağ’ denen ve İngilizcesiyle ‘force learning’ adı verilen yöntemlerin bulunmasıyla çok daha hızlandı ve gelişti. Bu gelişen yapay zeka bilim insanlarına, matematikçilere, fizikçilere, kimyacılara, biyologlara, tıp insanlarına çok önemli bir yeni alan sundu, çok sayıda önemli buluşun kapısını açtı, ama geniş kamuoyunun ilgisini o kadar da çekmedi.

2022 sonunda OpenAI adlı şirket ‘geniş dil modeli’ diye isimlendirilen modelden hareket eden konuşma robotunu piyasaya sürdüğünde, yani yapay zekanın konuşup yazabildiği ortaya çıktığında kamuoyunun ilgisi birdenbire yapay zekaya kaydı.

Çünkü karşımızda bizimle gerçek zamanlı olarak yazışan bir ‘şey’ vardı; insana üstelik de en sıradanından en akıllısına kadar her insana ait en temel becerilerden birine sahip bir makine. 

Yoksa o makinenin ‘ruhu’ mu vardı, insana eş değer bir ‘akıl’ mı ortaya çıkmıştı? Makineler bizden akıllı mı olmuştu? Birdenbire bu sorular soruldu dünyanın dört bir yanında, tartışmalar başladı.

Amerikalı astrofizikçi Neil Grasse-Tyson bu durumla dalga geçti: ‘Biz pozitif bilimlerde yıllardır yapay zeka kullanıyoruz, hiçbir zaman bu bizden akıllı mı diye sormadık, ama ne zaman ki yapay zeka sosyal bilimlerin alanına geldi, kıyamet koptu.’

Grasse-Tyson’un sosyal bilimcileri aşağılaması bir yana, söylediğinde gerçeklik payı var. Onu da yapay zeka şirketlerine karşı hukuk savaşı başlatan The New York Times gazetesi sayesinde öğreniyoruz.

Yapay zeka sohbet robotları, yani geniş dil modelleri dili bizim gibi okuyarak ‘öğreniyor.’ The New York Times aşağıya da koyduğum bir grafiği yayınladı. Grafik yapay zekanın öğrenme ve bilgi kaynaklarını gösteriyor.

Buna göre en büyük kaynak internet üzerinde sizin benim yazdıklarımdan oluşan şeyler. Tam 410 milyar ‘parça’ var burada. Kitap 1 ve Kitap 2 adı verilen iki büyük data bloku var, bunlar toplam 67 milyar ‘parça’yı oluşturuyor. Tam ne olduğu açıklanmadı ama bu ‘blok’ların internette yayınlanmış kitaplar olduğu düşünülüyor. Yapay zekanın bir başka kaynağı Wikipedia sayfaları; 3 milyar ‘parça’ da oradan gelmiş. Ve son olarak Reddit gibi web sitelerinde ‘onay’ almış bilgilerden oluşan 19 milyar ‘parça’ var.

New York Times’ın OpenAI ve Microsoft’a dava açma gerekçesi tam da bu. ‘Bizim telif haklarına sahip olduğumuz bilgileri alıp yapay zekanızı eğitiyor, ortaya ticari bir meta çıkarıyorsunuz, o zaman bize de para vermelisiniz’ diyor gazete. Bence haksız değil.

Bu dava sayesinde The New York Times, OpenAI’ın kendi ChatGPT’sini nasıl eğittiği konusuna yakından bakmaya başlayınca öğrendik ki aslında bu geniş dil modelleri dünya dillerinde üretilen malzemeyi çoktan tüketmiş durumda, yani her şeyi okudular, öğreneceklerini öğrendiler. Ama hala da yeterince ‘akıllı’ değiller.

O yüzden yapay zeka şirketleri eğitime devam etmek istiyor ama işte görüyorsunuz geride eğitime devam edecek ‘eğitim materyali’ kalmamış durumda. Buna çare olarak şirketler şimdi ‘sentetik veri’ adını verdikleri, bizzat yapay zeka tarafından üretilmiş (belki ‘türetilmiş’ demek daha doğru, yoktan var edemezler çünkü, var olanın türevlerini ortaya çıkarabilirler) yeni veriler ortaya çıkartmaya karar vermiş. Bu haftanın büyük haberi buydu.

Buradaki çaresizliği bilmiyorum anlatabildim mi? Diyelim Albert Einstein, diyelim Leo Tolstoy, diyelim Orhan Pamuk veya Yaşar Kemal bu yapay zeka modellerinin okuduğu kitapların en fazla milyonda birini okuyarak Einstein, Tolstoy, Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk oldular. Ama ChatGPT bu insanlardan milyon kere, hatta milyar kere daha fazla şey okuyup kelime hazinesini genişlettiği, bilgi sahibi olduğu halde onların becerilerinin yakınına bile gelemiyor.

Woody Allen’ın meşhur esprisini duymayan kalmamıştır. Hızlı okuma kursuna gitmiş, sonra da tuğla kalınlığındaki Savaş ve Barış’ı okumuş, anladığı şu: ‘Olay Rusya’da geçiyor.’

Yapay zeka konuşma robotları da bu bu seviyede anlıyor okuduklarını.

Siz, evinizdeki kütüphanenizle övünmeye devam edin.

Dev bir bilgisayar korsanı saldırısını bir kişi mi önledi?

Dev bir bilgisayar korsanı saldırısını bir kişi mi önledi?

Adı Andres Freund. 38 yaşında. San Francisco’da yaşayan bir Alman bilgisayar mühendisi. Microsoft’ta çalışıyor. Gayet sıkıcı bir işi var; ‘PostgreSQL’ adlı açık kaynak kodlu veri tabanı programı için program geliştiriyor.

İşte bu adam geçen hafta bilgisayar dünyasının yeni büyük kahramanı oldu. Microsoft’un CEO’su onu adını da vererek kutladı, yazılımcılar arasında onu kutlamayan kalmadı, kendisi birdenbire o dünyada rock star muamelesi görmeye başladı.

Bunun sebebi Freund’un Linux işletim sisteminin en kritik parçalarından birinde bulduğu bir ‘arka kapı.’

Linux adını pek çoğunuz ilk kez duyuyor olabilirsiniz, ama dünyanın en yaygın işletim sistemlerinden biri bu açık kodlu sistem. Diğerleri, Windows ve Apple’ın işletim sistemleri daha çok tekil, kişisel bilgisayarlar içinken bütün büyük sistemleri ayakta tutan Linux. 

Örneğin ben bu yazıyı Apple marka bilgisayarda, onun işletim sistemi üzerinde yazıyorum ama siz okurken 10Haber’in sunucularında kullandığı Linux üstünden okuyorsunuz. Linux kullanmayan şirket yok gibi bir şey dünyada.

Windows ve Apple’ın işletim sisteminden farklı olarak Linux’un sahibi yok. Daha doğrusu sahibi hepimiziz. Kullanmak için ücret ödemiyorsunuz. Bu durum Linux’un hem en büyük gücü, hem de en zayıf tarafı. 

En büyük gücü, çünkü bu sayede dünyanın dört bir yanında on binlerce mühendis onu geliştirmek için çaba sarf ediyor. En zayıf tarafı çünkü o mühendisler masum bazı hatalar yapabiliyor veya son vakada olduğu gibi kasıtlı olarak programların içine ‘açık kapı’ bırakabiliyor ve bunu fark edip düzeltmek kolay olmuyor.

Linux için herhangi bir ücret beklemeden yazılım üretenler kabaca iki grup. Birinci grupta geliştiriciler var. Bunlar bir şey geliştiriyor ama geliştirdikleri şeyin yayına girebilmesi için ‘maintainer’ adını taşıyan diğer gruptan insanların onayını almaları lazım.

Linux’un en çok kullanılan ‘plug-in’ yazılımlarından biri SSH adını taşıyor. Bu yazılım sistem yöneticilerine sistemlerine uzaktan erişim sağlıyor. SSH’nin içinde onunla birlikte çalışan program parçacıklarından biri ‘xz Utils’ adını taşıyor. İşte bu minik parçacığın içine ‘back door’ (arka kapı) konduğunu fark etti Anders Freund. Tabii o kapı hemen kapatıldı.

Bu kapı açık kalsa, o kapıyı oraya yerleştiren kişi veya kişiler zaman içinde bütün dünyanın bütün şirketlerinin sistemlerine erişebilir hale gelecekti.

Peki kim koydu o arka kapıyı? Linux dünyasında ‘Jia Tan’ adıyla bilinen bir ‘maintainer’.

Şimdi ‘arka kapı’ya bakıp ‘Bu bireysel değil devletlerin yapacağı bir iş’ diyen uzmanlar gerçek adı bilinmeyen Jia Tan’ın uzun yıllar süren bir ‘güven yaratma’ süreci sonunda ‘maintainer’ statüsüne geldiğine dikkat çekiyor.

Andres Freund o arka kapıyı merakı ve şansı sayesinde buldu. Şimdi yazılımcı camiası onu yazılımcılar arasında yıllardır popülaritesini kaybetmeyen bir karikatürdeki adam gibi, ‘Nebraska’daki sıradan adam’ olarak niteliyor.

Yanlış anlamayın, bu eleştiri değil, bir yazılımcının alabileceği en büyük övgülerden biri.

Tayvan’daki gökdeleni koruyan dev çelik küre

Tayvan’daki gökdeleni koruyan dev çelik küre

Birkaç gün önce Tayvan adasında 7,4 büyüklüğünde bir deprem oldu. Depremde 23,5 milyon nüfuslu adada 10 kişi hayatını kaybetti. Bu bize inanılmaz gelen bir şey; çünkü geçen yıl Türkiye’de yaşadığımız 7,7 büyüklüğündeki depremde 53 binden fazla can kaybımız olmuştu.

Tayvan’ın deprem konusundaki başarılarının bir örneği bu hafta bütün bilim basınının sayfalarını süslüyor. Ada devletinin başkenti Taipei’de yapıldığı 2004’ten 2009 yılına kadar ‘Dünyanın en yüksek binası’ unvanını elinde tutan bir gökdelen var, adı Taipei 101. Tam 508 metre yüksekliğindeki bu binada ilginç bir mühendislik eseri var: 730 ton ağırlığındaki bir çelik küre bu yüksek binanın üst katlarının deprem olmasa bile rüzgarda kapılabileceği salınım hareketini sınırlıyor.

Yüksek binalarda böyle bir sorun var: En üst katlar rüzgarın etkisiyle 40-50 santim ileri geri sallanabiliyor. İşte gökdelenin yukarı kesimine birkaç katı birden kaplayacak şekilde yerleştirilen bu dev çelik küre o salınım hareketini azaltmayı amaçlıyor. Ama tabii deprem olunca kürenin fonksiyonu ve onu yerine getirme biçimi çok daha öne çıktı.

Bu mühendislik harikası sayesinde Taipei 101 benzeri diğer binalara göre çok daha az hareket etti depreme rağmen. Linkini verdiğim haberin içindeki videoyu izlemenizi öneririm.