Türkiye bugün haklı olduğu pek çok dosyada eşzamanlı baskılarla ve örtülü operasyonlarla karşı karşıya. Askerî platformların hedef alınması, ihraç edilen savunma sistemlerinin etkisizleştirilmesi, insansız hava araçlarının sistematik biçimde “test edilmesi”, savunma sanayiinde çalışan bazı kritik isimlerin esrarengiz ölümleri, yaptırımların yoğunlaşması, yeni hasım ittifakların kurulması ve artan istihbarat faaliyetleri…
Bu gelişmeler tek tek ele alındığında “izole olaylar” gibi görünebilir. Birlikte okunduğunda ise çok daha net bir tablo ortaya çıkar: Türkiye’nin artan kapasitesi, bundan rahatsızlık duyan güçler tarafından sınanmakta, refleksleri ölçülmekte ve en önemlisi maliyet üretip üretmediği test edilmektedir.
Bugünün uluslararası sistemi artık haklılık üzerinden değil, bedel hesabı üzerinden çalışıyor. Karşılıksız kalan her hamle tekrar eder; maliyeti düşük görünen her adım genişler. Bu nedenle mesele Türkiye’nin güçlü olup olmadığı değil, bu gücü gerektiğinde kullanacağına inanılıp inanılmadığıdır.
Büyük güç olmak, yüksek perdeden konuşmak ya da geçmiş güce referans vermek değildir. Gerçek büyük güç, gücünü sergilemeden hissettiren, ama gerektiğinde tereddütsüz karşılık vereceği konusunda kuşku bırakmayan güçtür. Eğer bir ülke sadece kükreyip, kendisine yönelen hamlelere aynı ölçüde ve zamanında karşılık üretmezse, karşı taraf cesaret bulur. Sınırlar zorlanır, denemeler sıklaşır.
Bugün dünyada caydırıcılığı en yüksek aktörler, bunu en az konuşanlardır. ABD’nin “entegre caydırıcılık” yaklaşımı, Çin’in belirsizlik yaratan güç gösterileri, Rusya’nın hibrit yöntemleri, Asya-Pasifik’te Japonya ve Güney Kore’nin savunma ve teknoloji yatırımları… Ortak nokta şudur: Güç, açıklamayla değil belirsizlikle çalışır.
Bu, uluslararası hukukun ya da diplomasinin tamamen anlamsızlaştığı anlamına gelmiyor. Ancak gerçekçi olmak gerekir: Bugün hukuk çoğu zaman sahada oluşan güç dengelerinin ardından devreye giriyor. Diplomasi ise bu dengelerin üzerine inşa ediliyor.
Bu nedenle çağımızda askerî kapasite kadar — hatta bazı dosyalarda ondan daha fazla — istihbarat dili, örtülü hamleler ve görünmez karşılıklar caydırıcılık üretiyor. Bu tür karşılıklar kamuoyuna açıklanmaz, sloganlaştırılmaz, alkış beklemez. Ama muhatap tarafından dikkatle not edilir. En sert mesajlar çoğu zaman hiç konuşulmadan verilir.
Ancak tam da burada, en kritik risk ortaya çıkar: Karşılıklı “hesap sorma” ve caydırıcılık eylemleri kontrolden çıkabilir. Caydırıcılık ile çatışma arasındaki çizgi son derece incedir. Bu çizgi aşıldığında, başlangıçta sınırlı ve ölçülü olarak tasarlanan adımlar, tarafların niyetlerinden bağımsız biçimde zincirleme bir tırmanmaya dönüşebilir.
Uluslararası krizlerin büyük bölümü kötü niyetten değil, hesap hatasından çıkar. Yanlış okunan bir sinyal, geç iletilen bir mesaj, aşırı yorumlanan bir hamle… Bu yüzden “atar yerde” davranmak, yani aceleyle, iç kamuoyuna oynayarak ya da duygusal reflekslerle hareket etmek, caydırıcılık üretmek yerine krizi derinleştirir.
Bu nedenle misilleme, simetrik olmak zorunda değildir; aynı yerde, aynı araçla ya da aynı zamanda yapılması gerekmez. Ama karşı tarafın zihninde şu denge mutlaka kurulmalıdır:
“Bir adım daha atarsam, bunun bana maliyeti artar.”
Bu denge kurulduğunda, paradoksal biçimde tırmanma ihtimali azalır; kontrol artar. Bunun olmazsa olmaz şartı ise iletişim kanallarının açık tutulmasıdır. Sessiz karşılıklar verilirken, eş zamanlı olarak kriz yönetim hatları çalışır durumda olmalıdır. Mesaj nettir: Karşılık verdim. Buraya kadar.
Bu zayıflık değil; olgun güç davranışıdır.
Türkiye’nin elinde askerî, teknolojik ve istihbarî açıdan güçlü enstrümanlar vardır. Sorun kapasite değil; koordinasyon, zamanlama ve stratejik sessizliktir. Gücü doğru yerde yoğunlaştırmak, yanlış yerde konuşmamak, doğru anda görünmez olmak… Modern caydırıcılık tam olarak budur.
Haklı olmak artık yetmiyor.
Haklılığın bedel üretebilmesi gerekiyor.
Ama bu bedel, kontrolsüz sertlikle değil; sessiz, ölçülü ve hesap hatasına izin vermeyen bir güç aklıyla üretilmeli.
Türkiye için asıl sınav tam da burada yatıyor: Karşılık verebilmek kadar, tırmanmayı durdurmayı da bilmek.