Kösedere’nin “Köy Kokusu” ve “Mavi Boncuk”u: Bir Gastronomi Köyünün Doğuşu

8 Aralık 2025

Urla bugün artık yalnızca bir ilçe değil; Türkiye’nin gastronomi atlasında kendine özgü bir vaha olarak görünür olmaya başladı.

Restoranları, butik şarapları, zeytinlikleri, taş evleri ve tarih kokan sokaklarıyla bir yaşam biçimini temsil ediyor.

Ve bu dönüşümün hemen yanı başında, Karaburun yarımadası sessiz ama kararlı bir şekilde kendi gastronomik kültürel kimliğini örüyor.

Zeytin, enginar, nergis, limon, portakal, mandalina, üzüm…öküz köftüsü, zıngata, çalkama, cizlenbe, bazına…

Tarlanın diliyle konuşan, rüzgârın yön değiştirdiği anda karakteri de değişen bir toprak burası.

Hem denizin tuzunu hem toprağın bereketini taşıyan çok katmanlı bir mutfak hafızası var.

Bu hafızanın yeniden ayağa kalkmasında Karaburun Belediye Başkanı İlkay Erdoğan’ın rolü göz ardı edilemez.

Kaynakların sınırlı olduğu bir coğrafyada altyapı, pazar, üretici, esnaf ve turizm arasında görünmez bağlar kurmak kolay değil.

Erdoğan’ın çabası tam da bunu yapıyor: Küçük bütçelerle büyük dokunuşlar.

Bölgenin gastronomi eksenli büyümesini mümkün kılacak “köy ölçeğinde kalkınma modeli”nin tohumlarını atıyor.

Ve elbette bölgenin hikâyesini yalnızca yaşamakla kalmayıp anlatan, anlatmakla da yetinmeyip dünyaya taşıyan bir isim var:

Londra, New York, San Francisco ve Nice arasında gidip gelen ama yazları Karaburun’a gelmek için büyük heyecan duyan gastronomi ve seyahat yazarı Aynur Tattersall.

Aynur yalnızca yemek yazarı değil; yaşadığı yeri anlatıya dönüştüren bir göz. Kösedere’nin sessiz sokaklarında bulduğu detayları, köy mutfağının derinliğini, üreticinin emeğini, rüzgârın taşıdığı kokuları dünyaya açan bir köprü.

Bugün Karaburun’un gastronomik yükselişinden söz ediyorsak, o hikâyenin tanınmasında Aynur’un kalemi ve bakışının da rolu var.

Kösedere: Sessiz Bir Köyden Gastronomi Rotalarının Yeni İstikametine

Benim için Kösedere son on yıldır hep aynı hissi yaratıyor: Keşfedilmemiş bir özgünlük.

İzmir’den Karaburun’a kıvrıla kıvrıla inen yol, her seferinde aynı merak duygusunu uyandırıyor. Sanki bilinen bir coğrafyada saklı bir odanın kapısını aralar gibi…

Taş evlerin gölgesinde, zeytin ağaçlarının ritminde yaşayan bu köy, bugün Türkiye’nin en sahici gastronomi hikâyelerinden birine ev sahipliği yapıyor.

Ne büyük sermayenin baskısı var burada, ne hızlı turizmin tüketen gürültüsü.

Her şey kendi doğal akışında, kendi nabzında, kendi nefesinde.

Bu hikâyenin iki güçlü omurgası var:

Köy Kokusu ve Mavi Boncuk.

İkisi de birer restoran değil aslında; köy kültürünün yaşayan iki ayrı damarından süzülen iki farklı mutfak hafızası.

Köy Kokusu: Gelenekten Çağdaş Mutfak Yaratmanın Sessiz Ustalığı

Köy Kokusu’nun kalbi Goncagül Karağaç. Onun mutfakla bağını anlamak için çocukluğunu bilmek gerekir: Taş fırının önünde geçen uzun saatler, anneden ve babadan devralınan kokular, mutfağın bir çalışma alanı değil bir yaşam alanı olduğu günler…

Bu duygusal bağın üzerine bir de profesyonel aşçılık eğitimi eklenince Goncagül’ün mutfağı kendine has bir dile dönüşmüş.

Ne tam geleneksel ne tamamen modern; ikisini de incelikle birleştiren bir sentez.

Eşi Temmuz, babası Tayfun ve annesi de mutfağın doğal parçası.

Köy Kokusu tam anlamıyla bir aile işletmesi; ama “aile işletmesi” deyince akla gelen dağınıklık değil, incelikli bir uyum var burada.

Taş fırın 24 saat sıcak. Ve o fırından çıkan tatlar yalnızca midede değil, hafızada da iz bırakıyor:

•Zarifliğiyle şaşırtan incecik hamurlu kıymalı börek,

•Domates, sarımsak ve köy otlarıyla fırınlanan patates,

•İnsan analizini bozan, “Keşke akşama yerim kalmasa” dedirten sabah kahvaltısı…

Mevsim değiştikçe menü de nefes alıyor: Kızarmış bamya, oğlak kebabı, kaymaklı erişte…Naneli ayran ve reyhan şerbeti ise hafızaya kazınması gereken küçük imzalar. Fırında börek doygunluk hissinizi öldürüyor hep yemek istiyorsunuz.

Köy Kokusu bir restoran değil; bir ruh hâli, bir sofra geleneği ve çağdaş köy gastronomisinin yaşayan yorumu.

Mavi Boncuk: Kösedere’nin Hafızasını Taşıyan Sessiz Bir Ocak

Kösedere’nin gastronomi yolculuğunun ilk durağı ise Mavi Boncuk.

Katıksız, gösterişsiz ama güçlü.

Şükran ve Zafer Kandıralı’nın yıllar boyunca köy meydanında işlettikleri bu mekân, köy mutfağının belleğini koruyan bir tür kültürel arşiv gibi.

Şükran Hanım’ın yemeklerinde ev sıcaklığı, Zafer Bey’in misafirperverliğinde köyün dingin özgüveni var. Köy değil köylü kahvaltısının lezzeti, doğallığı, tazelediği…

Kösedere Neden Bir Gastronomi Köyüne Dönüşüyor?

Sorunun cevabı sadece mutfakta değil; kültürde, sadelikte, ritimde, samimiyette saklı:

•Ürünlerin doğallığı

•Aile işletmelerinin sürdürülebilir yapısı

•Köy fırınlarının sürekliliği

•Zeytin, enginar, lavanta ve oğlak kültürünün kökleşmiş oluşu

•Tarladan sofraya uzanan kırmadan, göstermeden yapılan üretim

•Gösterişsiz ama derinlikli bir gastronomi anlayışı

Kösedere ne Provence olmak istiyor, ne Toskana. Çünkü bunlara öykünmeyi gerektirecek bir eksikliği yok.

O, kendi gastronomi hikâyesini yazıyor. Sessizce, derinden ve sağlam bir şekilde.

Michelin yıldızları bir gün Karaburun’a da gelir belki.

Gelsin ya da gelmesin, ben kendi yıldızımı çoktan verdim.

Kösedere’nin Sırrı Lezzet Değil — Yaşayan Bir Hikâye

Köy Kokusu’nun taş fırınından yükselen sıcaklık, Mavi Boncuk’un lavanta kurabiyesi, köy ekmeği, Öküz Köftüsü, keçi peynirli el açma gözlemeleri …

Hepsi birleşince Kösedere yalnızca bir gastronomi rotası olmaktan çıkıyor. Bir yaşam biçimine, bir duyguya, bir ritme dönüşüyor.

Belki de bu yüzden adı henüz çok duyulmadı ama çok sevildi. Çünkü burada her tabak, bir ailenin emeğine, bir kültürün hafızasına ve bir coğrafyanın sesine dayanıyor.

Ve böyle hikâyelerin tadı, hiçbir yerde kolay kolay bulunmuyor. Mutlaka ziyaret edin, tadın, tattırın.

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.