Bugün bir ilki gerçekleştiriyorum. Bugüne kadar aylarca önce ona verdiğim kitabı okumayan ve o günden itibaren yazdığım hiçbir yazıya da bakmadığına emin olduğum İsmet Berkan ona sadece bu başlık çok çekici geleceğinden ve hatta aslında tamamen anlamsız olan bu başlığı da bir tek onun anlamış olacağından, ilk defa bir yazımı baştan sona okuyacağına eminim.
Başlığın neden anlamsız olduğunu daha sonra açıklayacağım ama ilk önce derdimi anlatayım da ona sonra geliriz. sonra gelmemiz biraz zaman alacak çünkü çok ama çok dertliyim
Uzun süredir son derece acılı geçen bir yaşamım var.
Hiç kimsenin bu yönde bir talebi olmamasına rağmen, ortada hiç bir provokasyon da yokken, nedense durup dururken çağdaş sanat üzerine bir kitap yazmaya giriştim.
Orada başka insanlar da olduğundan müzelere, galerilere bile gitmeyi reddeden benim gibi bir insanın sanat üzerine kitap yazmaya girişmesini en güzel özetleyen cümle şu olmalı:
Bu, keman çalmayı yeni öğrenmeye başlayan bir insanın aynı zamanda hemen Viyana senfoni orkestrasında birinci keman olmak için başvurusu yapması gibi bir şey olmalı.
Müze ve galeri gezmeden sanat kitabı yazmam üzerine şunun da hatırlatılması uygun olur bence:
Kendisinden bir filmin eleştirisini yazması istenen Slavoj Zizek, filmi hiç izlemeden eleştirisini yazdıktan sonra bu yaptığını ‘elinizde iyi bir teori olduktan sonra gerçeklere ihtiyacınız yoktur’ diyerek açıklamıştı.
Acılı durumum sadece bununla da bitmiyor tabii ki. Haydi diyelim ki dijital arşivlerden evden çıkmadan eserleri görmeyi başardım…
Ama bir aşamada gördüm ki, modern ve çağdaş sanatı anlatmak için Kant, Hegel ve Husserl’i aştıktan sonra Jacques Derrida ve Jacques Lacan’ı da anlamamız gerekiyormuş.
Tabii bu acı gerçeği anladığım o aşamada mantıken çalışmayı hemen bırakmam ve kitap projesini hemen anında iptal etmem gerekiyordu.
Ama bir önceki cümlede operasyonel kavram ‘Mantıken’di. yani bu durumda doğru olanı yapmak mantık sahibi insanlara özgüydü. bu tanım ise beni maalesef dışlayan bir durumdu.
Daha önceki paragrafta dediğim ‘Kant, Hegel ve Husserl’i aştıktan sonra’ cümlesini biraz açmam gerekiyor.
Anladığım kadarıyla Kant ve Hegel’i aşmak hiçbir faninin başarabileceği bir iş değil. En azından benim için mümkün değilmiş, bu kitap için çalışırken bunu da anladım. İtiraf etmeliyim ki ben bugüne kadar Kant’ın yazmış olduğu hiç bir cümleyi tam anlamış değilim.
Bu yüzden Immanuel Kant’tan Jacques Derrida’dan ve Lacan’dan bile daha fazla nefret ediyorum.
Derrida’da metinlerde anlamların ertelenmesi ve ‘difference’ gibi kavramlar da var. yani bir metnin belirli bir merkezi, bir sabit anlamı bir türlü olamıyor. şimdi bu ne demek diyorsanız o zaman da alın benden de o kadar.
ancak bu yaklaşımı nedeniyle Derrida bütün yazılarını anlaşılır olmaması için yazmış olabilir diye düşünüyorum. Yani ortada kasti bir anlaşılmazlık durumu olabilir.
başımda bir başka bela da var. nedense yine hiç bir provokasyon olmadan Ertuğrul Özkök’e yakın bir zamanda Derrida ve Lacan’ı anlatacağıma söz vermiş durumdayım.
yani anlayacağınız ben burada işin içinden bir şekilde çıkıp, beladan kurtulmaya çalışırken bir de üstüne üstlük her gün Özkök’ten gelen ‘Ne zaman anlatacaksın onları bana’ taciz mesajları ile de uğraşmak zorundayım.
Okuyup öğrenmekle de çözülebilecek bir durum değil bu galiba. çünkü okuduğum metinlerde şöyle cümleler olabiliyor:
‘Husserl hocaları Derrida’nın kitabını ciddiye almakta zorlanmışlardı; onu daha çok Husserl’in metnini yanlış temsil etmek suretiyle Husserl’in sırtını yere getirmeye çalışan bir şey gibi gördüler. Bilhassa Derrida’nın ses ve konuşma temasındaki ısrarları bu çerçevededir. Husserl’de idealleştirme ve konuşma arasında sağlam bir suç ortaklığı vardır der. Fakat Husserl ne konuşmayı vurgular ne de onu idealleştirmeye bağlar. Derrida onun ‘sessiz duran ses’e anlamın temeli dediğini belirtir.’
Okuduklarımdan örneklere devam edebilirdim ama bu verdiğim örneğin okuduklarım arasında en kolayı olduğunu söylemeliyim. Örneğin ben yukarda aktardığım uzun metinden sadece ’sırtını yere getirmeye çalışan’ cümlesini net anlayabildim. Üstelik bu metin Derrida’yı daha kolay anlamamızı sağlayacağı söylenen bir çalışmadan alındı (David Mikics, ‘Jacques Derrida Kimdir’ s.73)
onu kolay anlamamızı sağlayan kitaptaki cümleler böyleyse Derrida’nın kitaplarında neler olabileceğini tahmin edersiniz umarım.
galiba bazıları ne kadar anlaşılması zor biçimde yazarsak yazdıklarımız o kadar ciddiye alınır düşüncesinde olmalı. Şu anda benim hayattaki sorunum sadece bu türde insanların yazdığı kitaplardan oluşan bir cehennemin ortasında bir kitap yazmaya çabalamaktan kaynaklanıyor.
bu yüzden zor anlaşılır yazılara karşı içimde inanılmaz bir kin oluşmuş durumda.
Bu kinim beni bu yazının başlığını da açıklamaya nihayet getirdi. çünkü bu başlık bana değil, benim gibi zor anlaşılır yazanlara karşı kin ve öfke duyan Alan Sokal’a ait.
Sokal 1996’da bu tür insanlardan öcünü almak amacıyla bir bilimsel dergide basılması için tamamen sahte kavramlardan oluşan, hayali bilgilerle dolu bir yazı kaleme aldı ve başlığını da “Aşılan Sınırlar: Kuantum Kütle Çekiminin Dönüşümsel Bir Betimlemesine Doğru” koydu.
Sokal’a göre herhangi bir insan tamamen zor ve anlaşılmaz kavramlarla dolu bir makaleyi biraz da sol kavramlar da kullanarak yazarsa bu yazı hayali ve sahte olsa da bilimsel olarak kesin kabul edilirdi.
Nitekim onun bu makalesi de basılmak için uygun bulundu ve yayınlandı. Yayınlandıktan sonra Sokal oynadığı oyunu açıkladı ve tarihe de geçti.
Ve tabii ki benim de kahramanım oldu. Derrida’nın ve Kant’ın bana çektirdiklerini düşündüğümde Sokal’ın yaptığını düşünüp içimi biraz ferahlatıyorum.
Bu kısmi ferahlama bana çalışmamı her şeye rağmen sürdürme gücünü veriyor ve belki de inanmayacaksınız ama kitabımda Derrida’ya ayrılmış özel bir bölüm bile olacak.
ilkbaharda yayınlanınca okursanız işin içinden nasıl yırttığımı, ya da yırtamadığımı görürsünüz.