Felsefi düşüncenin tarihini çalışan insanlar bugüne kadar hep düşüncelerin ve kavramların nasıl geliştiğini ve farklı felsefecilerin bu kavramları kullanışlarıyla ilgili bağlantıları inceledi.
Oysa felsefi düşünce tarihi sadece fikirlerin gelişimi düzeyinde bırakıldığında istenen anlamlı sonucun alınabilmesi mümkün değildi.
Felsefeyi yapanlar da insan olduklarından cinsellik incelemenin dışında bırakıldığında ortaya atılan düşüncelerin tam anlamını kavrayabilmek ne yazık ki mümkün olmuyordu.
Örneğin bir Immanuel Kant’ın düşüncesini anlayabilmek saf akıl düzeyinde kalındığında mümkün değildi.
Analizin içine Immanuel Kant’ın yaşadığı küçük köyde tecavüz etmiş olabileceği küçük oğlan ve kızları işin içine katmadan onun düşüncesinin gerçek anlamını kavrayabilmek mümkün değildir.
şimdi kimse kalkıp bana yaşadığı köydeki köylülerin Kant’a daima saygı gösterdiğini ve hatta onu yolda düşünceli bir şekilde yürürken gördüklerinde hemen yana çekilip şapkalarını ele alarak ona selam verdiklerini söylemeye, Kant köyde bu kadar saygı görüyorsa senin bu dediğin olmuş olamaz filan demeye kalkmasın.
Ne yani, ‘saf aklın eleştirisi’ni yazabilmiş bir adama sırf kendi çocuğuna tecavüz etti diye saygısızlık mı yapacak köylü, olacak iş mi bu?
ben bundan sonra hiçbir felsefi düşünceyi onu ortaya atanın gizli, karanlık yaşamını bilmeden anlamaya çalışmayacağım. çünkü görüyorum ki bir felsefenin anlaşılması ne kadar zorsa, onu düşünebilen de o kadar karanlık bir yaşama sahip olmalı.
Bunu göz önüne alarak fenomenolojiyi sadece Husserl ve Heidegger’i okuyarak anlamaya çalışırsanız tıpkı benim gibi yazılan her şeyi okuduktan sonra ‘Husserl ve Heidegger’i anlat’ diye sorulduğunda ‘Onlar Almandı’dan ibaret cevaplar verirsiniz ve sadece metin okumakla yetindiğinizde fenomenolojiden aklınızda tek bir cümle bile kalmadığını görürsünüz.
Oysa çalışmalarını Kara Ormanların yanı başındaki üniversite kasabası Freiburg’da odaklayan iki düşünürün karanlık bir cinsel tarihi de vardı.
Düşünsenize, Heidegger bir gün durup dururken hiçbir mantıklı insanın aklına gelmeyecek bir iş yaptı. Ormanın ücra bir köşesine sadece bir patika ile ulaşılabilen bir kulübe yaptırdı ve bugüne kadar bunun üzerine kimse gitmedi.
Heidegger etrafa ‘düşünmek ve yazmak için ıssızlığa ihtiyacım var’ diye anlatıyordu bu kulübeyi. Oysa bana göre Husserl ile Heidegger’in eşcinsel bir ilişkisi vardı. Husserl ayrıca Heidegger’in devamlı giydiği orman köylüsü kıyafetlerine fetişistik bir ilgi duyuyordu. Yani aralarındaki eşcinsel aşk sado-mazoşist boyut da içeriyordu. o kulübe aslında sıradışı bir aşkın yuvasıydı.
şimdi bunu bildikten sonra tüm bilim dünyasının üstünde hemfikir olduğu gibi neredeyse tümü anlaşılmaz olan Heidegger’in kitaplarının hepsinin, hatta ‘Varlık ve Zaman’ın bile tamamen anlaşılır olmaya başladığını göreceksiniz.
Aralarındaki bu ateşli ilişkinin genelde ıssız ormanın ücra köşesindeki evin içinde yaşandığını bilince tek kelime Almanca bilmeseniz de Heidegger’i Almanca okuduğunuzda dahi anlamaya başladığınızı göreceksiniz.
Yani bütün o Dasein’ler, Mitsein’ler sizin için artık yepyeni bir anlam içermeye başlayacak.