Monako’dan Provence’a doğru seküler sanat ve kültür haccımıza doğru yola çıkmadan önce bana oraları görme imkanını veren işadamı arkadaşım yaratıcı düşüncenin gelişimi için çok önem verdiğim ve ‘Kütüphanemdeki Sesler’ çalışmamda detaylı imcelediğim yaratıcı düşünceyi tetikleyen ortamlar konusunda beni hayli düşündüren yeni bir boyut açtı.
sevgili abimin evinde sanat üzerine konuşurken sanat ve kültürün oluşması için gereken koşulların/ortamın oluşması için gereken şartları anlattı.
Buna göre diyelim ki sanata düşkün zengin bir insansınız ve diyelim ki Miami’de bir galeri açma hayaliniz var. Bu hayali başarıyı hayata geçirebilmenin şartı işe direkt galeriden başlamayıp ilk önce bir kafe veya restoran açmak . Sonra da açılan bu mekanlarda sanat ve kültür insanlarının buluşup yeme içme eşliğinde sohbetleri için elverişli ortamı oluşturmak. Bu başarılırsa ondan sonra galerinin de bu mekana bitişik olarak açılması lazım. Eğer bu yapılırsa yiyecek/içecek kültürüyle sanat kültürünün bir arada gelişip o yeni galeriyi merkez alan bir kültür ve sanat ortamı oluşması ihtimali büyük olabiliyor.
Abimden bunu duyunca ‘Kütüphanemdeki Sesler’ kitabımda sanat ortamının oluşması için kafelerin önemini nasıl anlatmış olduğumu yol boyunca düşündüm. Dün yemek kültürünün ve sanatın zirvesi olarak anlatmış olduğum La Colombe d’Or salonunda şaraplarımızı yudumlayıp yemeklerimizi beklerken hem o ortamın yaratıcı düşüncenin oluşması açısından ne kadar da uygun olduğunu düşündüm, hem de abimin dedikleri doğrultusunda düşüncelerimi yeniden toparladım.
özellikle 19. yüzyıl ve 20’inci yüzyıl başında Paris ve Viyana’da bir kafe kültürü olması düşüncelerin gelişmesi için uygun ortam oluşturmak açısından belirleyiciydi. Bunun yarattığı ortamda düşünürlerin bir araya gelip konuşabilmesi çeşitli dallarda gelişmenin sağlanabilmesine yol açmıştır.
Paris o dönemde dünyanın kültür ve sanat merkezi gibiydi. Yeni oluşmakta olan Amerika’dan entelektüellerin ve sanatçıların bir süre yerleşmek için Paris’e akması normal, hatta modaydı. La Colombe d’Or’a da birçok amerikan sanatçı ve ünlüsü ziyarete gelmişti zaten. Dünyada yeni neler olduğunu öğrenmek ve modernin nasıl tanımlanmakta olduğunu anlamak için Paris’e ve Provence’a gitmekten başka çare yoktu. Bahsettiğim dönemde Paris’te empresyonistler Monet’nin başlattığı yolda ilerleyip dünyadaki resim ideolojisini yeniden tanımlıyordu ve aynı zamanda geleceğin kübistleri de ilerideki devrimleri için çalışmaktaydı. Picasso üzerine kafe sohbetleri, dedikodular o günlerde hayli popülerdi. Viyana’da da çok canlı bir düşünce zenginliği ortamı vardı. Şehir yeni olana ve moderne daima açıktı. Ve Viyana da yüksek kültür diye tanımlayabileceğimiz kültürün sürekli merkeziydi. Yüksek kültür denince tabii ki Viyana klasik müziğin tartışılmaz hâkimiydi. 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyıl başlarında Viyana nasıl ki Birinci Viyana okuluyla klasik müzik dünyasında hâkimiyetini ilan etmişse 19. yüzyıl sonuyla 20. yüzyılın başlarında klasik müzikteki bazı paradigmalar zorlanırken de Viyana yine İkinci Viyana Okuluyla hâkimiyetini sürdürmek için atılım yapmıştı. Bu okulların önemini hatırlatmak açısından içinde yer alan isimleri hatırlamak yeterli gelebilir:
Birinci Viyana okulunda Joseph Haydn, Wolfgang Amadeus Mozart, Ludwig van Beethoven vardı. İkinci Viyana Okulu’nda ise Schoenberg, Berg ve Webern yer alıyordu.
Tabii insan psikolojisinin anlaşılmasında paradigmatik dönüşümü yapmaya girişen Freud’un da o dönemde Viyana’da bulunduğunu ve kafe sohbetlerinin konusu olduğunu unutmamamız gerekiyor. Freud’un teorileri olmasaydı ve onunla belki de bir kafede tanışmamış olsaydı Schoenberg’in klasik müzikte devrim yapan müzik teorisini oluşturması bence çok zor, hatta imkânsız olabilirdi.
Hem Paris’te, hem Viyana’da ressamların, şairlerin, entelektüellerin bir kafede buluşup uzun saatler birlikte oturup sohbet etme adeti vardı. Bu uzun oturmalar ve yiyip içmeler eşliğinde yeni düşünceler ve teorik konular üzerine fikir alışverişi yapılırdı. Viyana’da kafe şairi diye bilinen ve kafeden kafeye dolaşıp şiirini yazan şairler vardı. Dönemin meşhur mizahçısı Karl Kraus da bu kafe ortamında yetişmişti ve o ortamda konuşulanlardan yarattığı sosyal hicivleriyle tarihe geçmişti. Klasik müziğin gelişim sürecini anlamak üzerine yaptığım çalışmalarda beni en çok zorlayan Schoenberg’le ilgili yeni bir yazı okurken onun döneminde Viyana’da çok bilinen ve çok okunan Karl Kraus’a (1874-1936) hayran olduğunu öğrendim.
Schoenberg gibi müzik geleneklerini yıkıcı ve alışılmış, bilinen tonları silip atan bir bestecinin Kraus gibi yazılarıyla sosyal normları sorgulayan ve yıkıcı olabilen bir yazarı sevmesi belki doğaldı.
Tabii bu dönemde kafe dünyasının ortamı da hemen her konuda ateşli bazen radikal tartışmaların yapıldığı merkezlere dönüşmüştü. Kafelerdeki fikir tartışmaları olmasaydı Paris’te resim alanındaki devrim bu kadar güçlü yapılamazdı diye düşünüyorum. Paris kafelerindeki yoğun felsefi tartışma ortamı daha sonra içinden varoluşçuluğu, yapısalcılığı da çıkardı. Bence La Colombe d’Or da olmasaydı bölgenin sanat nirvanası olabilmesi de kolay değildi.
Zaten benim önem verdiğim “ortam” kavramı bu kafe kültürü gibi oluşumların oluşturduğu kavram; yani ortam derken sosyokültürel ve ekonomik koşullar gibi büyük kavramlardan bahsetmiyorum.
o gün bulunduğumuz La Colombe d’Or yıllardır ziyarete gelen filozofları sanatçıları bir araya getirmiş ve bölgenin sanat nirvanasına dönüşmesine gereken düşüncelerin oluşmasını sağlamıştı.