Psikiyatrım son ABD gezisini anlatmayı bir türlü bırakamamamı gezinin son derece travmatik geçmiş olmasına bağlıyor ve bilinçaltımın gezi boyunca belki de artık hiç düzelemeyecek biçimde darbe yediğini gösterdiğini düşünüyor.
Haklı olabilir.
örneğin dün Atlanta havalimanı içinde araba ile dolaşacaklara rehber olması için çekilmiş bir videoyu izlerken bile nabzım yükseldi, heyecandan soğuk terler dökmeye başladım. Dönüş günü yaşadığım terörün aynısını dün de yaşadım.
Sanki o son dönüş gününde alanda kaybolmuşum da artık hiç çıkamayacağım bir labirentin içindeymişim gibi bir ruh halindeyim devamlı.
bu yüzden bugün yazacağım son yazıyla, yazı yoluyla kendime terapi uygulama deneylerinin son uygulamasını yapmayı ve bu işten kurtulmayı umuyorum. çünkü bu yazacaklarım Atlanta kabusundan kurtulduktan sonra sadece yolda olan bitenle ilgili olduğundan bu yazı bilinçaltıma konudan nihai çıkış yolu açabilir diye umuyorum. bu yazı türündeki üslup kopyasını Geoff Dyer’in ‘Yoga for People Who Can’t be Bothered to do it’ten çektim.
özellikle dönüş aşamasında yaşadıklarımın benim yol boyunca köpek gibi hasta olmamla ilişkisi de olabilir.
Amerikan insanı hayatta hiçbir konuda ılımlı beklentisi olmadığından, bu beklentilerini sinemada aldığı patlamış mısır kutusuna benzin hortumuna benzer bir aletle döktürdüğü yağ miktarına, ülkede küçük porsiyonların bile neredeyse tüm Afrika kıtasını yıllarca besleyecek büyüklükte olmasına, sessiz izlenmesi gereken törenlerde bile yüksek sesle abartılı tezahürat yapmasına yansıttığından, konu soğutma sistemlerine geldiğinde de vur deyince öldürmek zorunda tabii ki. hiçbir konuda mutedil olmayan insanların soğutma konusunda ılımlı karar vermesini beklemek mümkün değil.
yaz aylarında amerika yönüne giden uçaklara binerseniz, sanki kış ayında kutuba gidiyormuş gibi giyinip baştan tedbir almakta yarar var. çünkü kabin içindeki sıcaklık bir anda eksi 20 düzeyine filan düşürülüyor. ve daha da önemlisi soğuk hava siz uçakta nerede oturursanız oturun hep özellikle sizin üstünüze esmesi için planlanmış gibi nedense. Dyer de kitabında geldiği her yerde yağmur olduğuna dikkat çekiyor.
bu yüzden dokuz saat süreceği söylenen uçak yolculuğumun ilk saatinde bütün eklemlerim dondu. Ancak indikten ve Alabama’ya vardıktan sonra çözülebildim.
hah tam donmuş vücudum açıldı, derken oğlanın evinin soğutma sistemi devreye girdi. bir hafta sonra dönünceye kadar dondum da dondum.
tabii ki sonunda dönüş için Atlanta alanına gitmek için Alabama’dan arabayla yola çıktığımızda ölümün son derece iyi bir opsiyon olduğunu düşünecek kadar hastaydım.
aslında uzun uçak yolculuğuna bayılırım, verilen yemekleri zevkle yerim ve içkimi de keyifle yudumlarım, ama bu defa verilen şaraba bile fazla dokunamadım, varın siz düşünün ne kadar hasta olduğumu.
uçak içinde fazla dikkat çekmeyeyim diye battaniyeyi kafamın tepesine çekip saklanarak oturdum Paris’e kadar. yani sekiz saat boyunca.
bu arada Rana Atlanta alanında benim yüzümden yaşanmış büyük felaketler nedeniyle, can çekişmekte olmama rağmen benimle katiyen konuşmuyordu.
ben de sıkıntıdan bari indikten sonra İstanbul uçuşumuz hangi kapıdan olacak diye baktım ekrana.
L22 yazıyordu.
şimdi bu L22 numarasını bir kenara not edin çünkü bu sayı Atlanta havalimanının absürtlüğü nedeniyle umudumu tamamen kestiğim Amerikan toplumundan sonra Fransız toplumundan da neden umudumu kestiğimi açıklayan bir anlam içeriyor.
ben birkaç aydır koltuk değneğiyle dolaşıyorum.
Paris’e indiğimde burnum da hep aktığı ve koltuk değneğim de burnumun silinmesine sürekli engel olduğu için alanda uzaktan görenlerin paralimpik olimpiyat sonrasında ülkesine dönmekte gecikmiş bir atlet olduğumu sanacakları bir görünümdeydim.
Hava yoluyla seyahat bir sakat insanın bu hayatta avantajlı olduğu tek yer de olabilir. çünkü ne gidişte ne de dönüşte hiç sıra beklemedim ve hep uçak kapısından alınıp gideceğim yere götürüldüm.
sadece bu nedenle İstanbul’a döndükten sonra doktoruma artık böyle kalmak istediğimi, bu yüzden fizik tedaviye devam etmeyeceğimi bile söyledim ama maalesef o buna ikna olmadı.
Paris’te de bizi uçağın kapısından aldılar ve L22’ye götürülürken Walter Benjamin’in bence ‘The Work of Art in Mechanical Reproduction’ eserinden bile daha önemli bulduğum ‘The Arcades Project’te anlattığı Paris pasajlarına benzeyen bir pasajdan geçtik bir ara. ben bu fırsatı kullanıp küslüğünü sürdürmeye kararlı Rana’ya o koridorun anlamını anlatmaya giriştim.
Ama hayırsız kadın refakatçım olarak sayemde onca yolu yürümekten kurtulmuş olmasına rağmen yine de artık ölmüş olmamı istermiş gibi bakmakla yetindi bana.
ben bu kadınları anlamıyorum vallahi. Tamam benim yüzümden Atlanta’da uçağımızı kaçırmış olabiliriz, ama şimdi işte Paris’teyiz ya, olanların unutulması ve tadında bırakılması gerekmiyor mu artık Allah aşkına.
sonunda uçuşumuzun olacağı söylenen L22 kapısına bırakıldık.
Ama bir tuhaflık vardı.
bana göre yakında İstanbul’a bir uçağın kalkacağı söylenen çıkış kapısında bizim dışımızda en az bir türk daha olmalıydı. Ama Türkiye dışında dünyanın hemen her yerinden insan vardı.
bu arada yeri gelmişken, bir önemli dipnot olarak Amerika’nın Dallas şehrinde işlerin son derece vahim olduğunu da söylemeliyim.
durup dururken bu konuya neden girdiğime gelince, Dallas’a bizden önce de bir uçuş vardı, kapıda biriken yolculara baktığımda hemen hepsinin dünyanın en lanetli yerlerinden özellikle çirkinlikleri nedeniyle özenle seçilmiş tipler olduğunu gördüm, aralarında bir tek normal görünümlü insan yoktu.
Dallas’ta ne olup bitiyor bilmiyorum ama orada işlerin iyi gittiğini düşünmek hayli zor bu nüfus yapısıyla.
o gün Paris’ten Türkiye’ye gidecek tek Türk olmamız mantıki olmadığından Air france’ın bürosuna gittim.
uçağımızın kapısının L22 değil L21 olduğunu söylediler.
L22’ye dönünce oradaki görevli uçağınız kesin buradan kalkacak, dedi. bunun üzerine L21’e gidip sorduğumda onlar da uçağınız buradan kalkacak diye konuştu.
burada önemli olan konu şu; bu insanların hepsi kapıyı aynı programı kullanarak tarif ediyordu. Bence basit bir konuda bile bu kadar farklı bilgiler verebilen insanların ait olduğu ulus olimpiyat açılış töreni gibi muhteşem bir organizasyonu kendi başına yapmış olamazdı.
atlanta havalimanının absürtlüğü nedeniyle Amerikan ulusu gözümden nasıl düştüyse bu kapı karışıklığı nedeniyle Fransız ulusu da gözümden tamamen düştü. Onları da sildim defterimden.
uçağa binmeden önce biraz ilerideki gümrüksüz satış mağazasına gittim. bu ziyaret bana ileride kabrimin bu mağaza yakınında bir yere konması fikrini de verdi. çünkü o an hasta olmama rağmen içerideki şaraplar muhteşem ve tamamen ağız sulandırıcıydı.
Mezarımın buraya yakın olmasının bana ne gibi avantajlar sağlayacağını tam bilmesem de yine de fikir olarak fevkalade geldi bu bana. fikrimi bana hala küs olan Rana’ya aramızdaki soğuk havayı belki kırar diye ‘Ölürsem kabrime gelme’ şarkısını mırıldanarak söyledim ve hatta kendimi tutamayarak bu durumdaki kadına şarkının ‘akan gözyaşlarımı silme istemem, acıyıp lütfedip sevme istemem’ bölümünü bile okudum. bu yaklaşımımın onu biraz yumuşatıp yumuşatmadığını bilemiyorum, ama istanbul’a gelene kadar uçakta sadece benimle değil yolcuların Arap olan diğer bölümüyle de kavga etti.
neyse L21den uçağa bindik de ben biner binmez pişman olmaya başladım. çünkü etrafımız bölgede hangi terör örgütüne katılmak için İstanbul’a gittikleri henüz belli olmayan Araplarla çevrilmişti. Bu teröristlerle Rana tek tek kavga etti, ama çocuklar yine de kendilerini tutarak İstanbul’a varana kadar kafamızı filan kesmedi nedense.