Ömer Vargı’nın bence son derece çarpıcı bir adı olan, hayatından önemli kesitleri anlattığı ‘Bu Filmde Ben de Vardım’ çalışmasını okurken son derece duygulandım.
ondan bazı görseller istemek için mesaj attığımda bu duygumu da ilettim. kitabın önemli bölümü hepimizin film, reklam dünyasından tanıdığımız ünlü isimlerle yaşadıklarını anlattığından neden duygulanmış olduğumu belki anlamamış olabilir.
Ömer, abisi Murat ve ben aynı okulda okumuş Ankaralılarız.
Ömer’in anlattıklarından anladığım kadarıyla hepimiz zengin olmayan ama fakir de olmayan, elindeki kısıtlı imkanlarla hayatı yapabildiği kadarıyla güzelleştirmeye çalışan ailelerde doğup büyüdük. hayatlarımızın o dönemi nedeniyle şanslı olduğumuz bile söylenebilir. Ömer ve Murat’ın hayatlarının o dönemi babalarının çok erken ölümüyle kesilmiş ve Ömer babayı kaybettiği o gün yaşadıklarını film sahnesi gibi çarpıcı anlatıyor. Zaten kitabın tümü film yapılmaya hazır bir senaryo gibiydi. kabul edeceğini ne yazık ki sanmasam da bir gün bu senaryonun filmi çekilse yönetmeni inşallah Ömer Vargı olur.
kitapta Ankara ile ilgili, yani çocukluk günlerini okurken Marcel Proust nasıl çaya batırılmış bir bisküviyi ısırınca geçmişte yaşadıklarını hatırlayıp ‘Kayıp Zamanın Peşinde’yi yazmaya başladıysa ben de Ömer abisiyle okulumuz Ankara kolejinin orta bölümü bahçesindeki banklara oturup etrafı seyrettiklerini anlattığında Proust’un yaşadıklarına benzer duygular yaşadım. Ama o an ona geçmişi hatırlatmıştı bana ise o günlerden sonraki geleceği düşündürdü. İkisini de görme, sohbet etme şansına hala sahip olduğumdan bizleri o günlerdeki eğitimimizin ve ortamımızın oluşturduğunu görüyorum. TED Ankara koleji bizlere düzgün insan olabilmeyi, bunun için ne yapmamız gerektiğini ve belki en önemlisi kadınlarla nasıl aynı hayatta bir arada olabilirizi ve onlara nasıl davranacağımızı öğretti. hayat hepimizi farklı yönlere savurmuş olsa da hepimizde o nüvenin, o ruhun hala olduğunu görüyorum ve bu yüzden iki kardeşi çok seviyorum.
o banklarda ben de oturdum.
ve o günleri şimdi düşündükçe Sartre’ın ‘hayatın temeldeki korkunçluğundan’ bahsetmesinin ne kadar da isabetli olduğunu şimdi düşünüyorum.
7 veya 8 yaşında o bankta otururken büyümenin ne kadar da zor olacağını ve bahçedeki kızlara bakarak dehşet içinde büyürken onlarla nasıl konuşulması gerekeceğini düşündüğümü hatırlıyorum.
Ömer de abisi de çok şanslıymış, birbirlerine sahiptiler ve bu güzellik bugünlerde de sürüyor, hala birbirlerinin elini tutuyorlar.
ben ise Sartre’ın bahsettiği hayatın temeldeki korkunçluğuyla, bunu kimseyle paylaşmadan tek başıma baş etmek zorundayım.
70 yaşıma geldim. benden birkaç yaş büyük bir ablam olmasını çok isterdim halbuki.
Ömer benden iki yaş büyük. orta sınıflar bölümünde veya lisenin bahçesinde koşarken birbirimize çarpmış olma ihtimalimiz de var.
ben dostluk ilişkimiz oluşmadan çok önce Ömer’i mutlaka tanımam ve onunla konuşmam gerektiğini düşünmüştüm.
yönettiği önemli filmlerin yanı sıra Türkiye’nin en fazla reklam filmi yapan yönetmeni olduğu için o reklam filmlerinden birini mutlaka seyredip etkilenmiş olmalısınız. Mutlaka diyorum çünkü ben öyle bir çarpıcı deneyim yaşadım. reklam ne hakkındaydı, konu neydi, sahne hangisiydi onu şimdi tam anlatamayacağım ama gördüğüm sahnedeki çekim ve yönetmenin gözü bana öyle çarpıcı ve sarsıcı gelmişti ki bunu yapanla mutlaka tanışmam gerekir diye düşünmüştüm.
ben bazen böyle tek bir noktaya takıp öğrenme dipsomanisi yaşarım, o an merak ettiğimin dibine kadar gidip onu kafamda her yönüyle görmeye uğraşırım.
beynimin nasıl çalıştığını göstermek için, Monet’nin tek resminin fotoğrafını görünce yaratıcı düşünce ve modern sanat üzerine iki kitap yazdım. şimdi de Renoir’in porselen üstüne çizmiş olduğu tek bir resmi gördüğümden onu hayatını inceliyorum ve bunu da yazacağım inşallah.
Ömer’in tek bir reklam sahnesi de beni aynen böyle tetiklemişti.
ben hayatlarımıza Gestalt psikolojisi yöntemiyle bakılması yanındayım.
Ömer kitabında hayatından kesitleri güzel anlatıyor. ama hiçbirimiz hayatımızdaki bu kesitlerin, parçaların toplamının oluşturduğu insanlar değiliz.
hayatın kesitlerimizin, parçalarımızın bütünü olduğu düşünülebilir ama hayır oluşturmuyor, çünkü sonunda ortaya çıkan o bütünün kendi başına bağımsız bir oluşum süreci var ve o bütün, parçalarından bağımsız. O bütünü aslında parçalara müdahalelerimizle bizler oluşturuyoruz.
hayatımızdaki o kesitleri, parçaları yaşarken karşı karşıya kaldığımız olaylara, insanlara tepkilerimizi verirken parçalardan bağımsız bir varlığı olan hayatı da oluşturuyoruz aslında. yani aslında bizlerden bağımsız bir gerçeklik yok.
bizler o süreçlerde, kesitlerde yaşadıklarımızın hayatın kendisi olduğunu sanırken bir yaşa geldiğimizde bir bakıyoruz ki aslında varoluşçu müdahalelerimizle kendimize bambaşka hayatlar kurmuşuz.
Ömer çok önemli filmler yaptı, bence bazıları sanat eseri gibi olan reklam filmleri de çekti, ama onlar aslında onu tam tanımlayan bütünü oluşturmuyor. o bütün o süreçlerdeki deneyleri, dostlukları darbeleri, zaferleri biriktirdi ve onlara müdahaleleriyle kendine hepimiz gibi farklı bir bütünlük, bir gerçeklik tanımlamıştı. belki de teorik fizik eğitimi olduğundan dolayı hepimizden fazla felsefi düşünebildiğinden onu hayatı tanımlama biçimleri hepimizden farklı kalitede olabilir. Kitabını okumak bunu anlamak şansına ulaşmak isteyenlere yardımcı olabilir.
çocukken paylaşmış olduğumuz dünyalarla ilgili bölümden sonraki film ve reklam dünyasıyla ilgili bölümler benim için çok öğretici ve keyif vericiydi.
ama ben Ömer’in kendisine tanımladığı hayatın bütünlüğünün anlamına varmak için o filmlerin yetmeyeceğini düşünüyorum. dediğim gibi onlar harika filmler olsa da sadece birer kesittiler.
şimdi bence Ömer’in gerçekler bütünlüğünü anlayabilmemin onun bürosuna daha sık giderek ortama bakmamla mümkün olacağını düşünüyorum.
dünyanın her tarafında filmlerindeki sahnelerden çektiği fotoğraflara bakarken onun yıllar önce izlediğim reklamında John Berger’in dediği gibi sadece bakmayı değil görmeyi de bilen gözünü yine görüyorum. Yıllar içinde kullandığı kamera ve fotoğraf makinelerine bakarken yine Proustvari geçmiş özlemiyle, anılarla doluyorum.
benim de çalışma odamda yıllardır kitaplardan alıntılarla doldurduğum eski defterlerim duruyor. beni asıl oluşturan o defterlerdi işte, hayatımın özeti onlardı, Ömer de o makinelerin tarihinde oluştu. ikimiz de oluşmakta olan son ürün halini görebilecek miyiz bilemiyorum, görürsek tatmin olacak mıyız onu da bilmiyorum ama kitabının sonunda Ömer’in dediği gibi ‘önemli olan çekip gitmek değil sonuna kadar yürümek’.
Bunu biz üç kolejli elimizden geldikçe kaliteli yapmayı sürdüreceğiz çünkü bize çocukken verilen terbiye böyle ve bu süreçte inşallah dostluklarımız da bizlere güç verecek.