İşiniz size iyi geliyorsa ve mutlu ediyorsa daha iyi üretirsiniz. Yanına ruhunuzu besleyecek başka meraklar ve uğraşlar eklerseniz, hem yaşamınıza hem de işinize olumlu yansımaları olur. Ben de hep öyle hissettim.
Üstelik bu kadar zorlu ve bilinmez dönemlerden geçerken…
Yaptığım tüm konuşmalarda, özellikle yurt dışındaki dostlarla sohbetlerde, en büyük gündem; dünyada bitmek bilmeyen ve anlaşılması giderek zorlaşan değişimler ile bunların ülkemize ve dünyaya yaratacağı etkiler oluyor
Yıllardır “Değişimden kaçamayız, değişimin efendisi olmalıyız; sen yönetmezsen, o seni yönetir” gibi içi boşaltılmış kavram ve cümlelerle büyüdüğümüz için, iyi sandığımız şeyin aslında tamamen kontrolümüz dışında geliştiğini artık görüyoruz.
Gerçekten değişmek için çaba sarf ettik; olan biteni anlamaya çalıştık, takip ettik, okuduk. Ama hep değişimin ve olayların arkasında kaldık, yanına bile yaklaşamadık. En azından benim için öyle oldu ya da artık ben böyle hissediyorum.
Değişimin beni getirdiği “yer,” hayallerimdeki gibi olmadı. Çevremizde savaşlar, kavgalar, koltuğu daha devralmadan komşularını, başka kıtaları, dünyayı tehdit eden politikacılar…
Popülist işler, popülist insanlar daha çok desteklenir ve omuzlara alınır oldu. Üstelik bu durum, eğitimli ve bize göre nispeten “gelişmiş” dediğimiz ülkelerde bile yaşanıyor.
Baktım, ben de bu hızlı değişime yetişemiyorum. Bildiklerimi iyi yapayım, bilmediklerimi öğrenmek için hızlanayım ve her günümü anlamlı, amacıma uygun hale getirmeye uğraşayım dedim.
Benim için, çalışıp üretip karnımı doyurduktan sonra en önemli şey, ruhumu beslemek. Ruhum beslenince çalışma ve üretme enerjim artıyor; dışarıda olup bitene bakmadan daha çok öğrenmek ve konuşmak için heyecan duyuyorum.
İçimi umut kaplıyor ve ne olursa olsun bu umut azalmıyor.
Ruhumu beslemek için sevdiğim insanlarla sevdiğim rutinlerim var. Yine bir diğer beslenme modelim; yeni insanlarla tanışmak, yeni yerler görmek ve yeni deneyimler yaşamak.
Bazen sevdiğim insanlarla beraber olmak bana daha iyi geliyor, bazen de tamamen bilmediklerimi ve merak ettiklerimi görmek ve öğrenmek…
Bu hafta yine ruhumu çokça beslediğim bir hafta oldu. Antalya’dan iki arkadaşımla beraber Basel’deki en sevdiğim arkadaşlarımızı ziyaret ettik. Sebebi ziyaretimiz hem dost buluşması hem de her yıl Ocak ayı ortalarında düzenlenen ve bir Cuma akşamına denk gelen müze gecesine katılmaktı.
Bu bizim için bir gelenek olmaya başladı. Bilet fiyatları en düşük seviyedeyken yaz başında ya da ortasında alınır; zamanı gelince de şehre inilir ve 200 binlik şehirde tüm rutinler tamamlanır.
En sevdiğimiz kafede oturulur, ikinci el dükkânlar ve kitapçılar gezilir, nehir kıyısında yürüyüş yapılır, dostlar buluşulur, dertler paylaşılır, ruhlar beslenir.
Müze gecesinde şehir, hiç olmadığı kadar kalabalık ve hareketli. Biz önce tarih sonra antika müzesi, ardından şehrin en büyük ve görkemli müzesi olan Kültür Müzesi, son olarak da geceyi şarap ve sosisle bitirmeyi sevdiğimiz Beyeler Müzesi ile turumuzu tamamladık.
Akşam altıda tüm müzeler açılıyor; gece ikiye kadar müzeler ve ulaşım serbest. Buz gibi bir havada müzelerin önünde kuyruklar, bahçelerinde ise yeme-içme servisleri hatta müzik var.
Biz de binlerce kişi gibi akşam altıda başladığımız turumuzu gece bire doğru, eksi 4 derecede tamamladık. Eve dönmek için tramvaya bindiğimizde, Kültür Müzesi’nin önünde ve bahçesinde hâlâ binlerce insan vardı.
Her sene müze gecesi için çok iyi sergiler geliyor. Sanırım benim beşinci ya da altıncı müze gecesi deneyimim.
Bu sene de şansıma, ilk defa tanıştığım Portekizli kadın ressam Paula Rego’nun Güç Oyunları sergisi ve Beyeler’deki Matisse sergisi düştü.
Her ikisinde de bambaşka duygu ve düşüncelerle, kafamda sorularla uzun uzun resimleri, desenleri ve renkleri inceledim; kafama yerleştirmeye çalıştım.
Bunlar bildiğim, beklediğim ve ruhuma iyi gelen hareketlerdi.
Benim için gecenin sürprizi, kantonun parlamentosunun müze gecesinde müze gibi açılması ve görevliler tarafından meclisin tanıtılması, tarihinin ve duvar resimlerinin anlatılması oldu.
Siyah tişört giymiş meclis bakanları ve çalışanları, meclisi gezdirdi. Gezenler milletvekili koltuklarına oturdu ve anlatılanları dinledi. Arkadaşlarla bu aktivitelerin bizim mecliste hangi sene olabileceğini birbirimize sormadan edemedik.
Gece boyunca meclis girişindeki avluda mangalda sosis ve şiş, ayrıca sıcak şarap satışı yapıldı. Daha önce müzeleri gezmekten meclisi gezmek hiç aklıma gelmemişti.
Yine hiç görmediğim ve beklemediğim bir başka aktivite, kantonun milli eğitim bakanının (kendisi liseden sıra arkadaşım ve Basel’deki ev sahibimizdir) meclis girişinde bir iş arkadaşıyla birlikte siyah tişörtüyle oturup sıraya giren çocuk ve gençleri dinlemesiydi. Bakan ve arkadaşı, tüm gençlerin taleplerini dinledi; arkadaşı bilgileri bilgisayara girdi ve kağıda yazdırdı. Bakan, talepleri işleme aldık dercesine kağıdı imzalayarak geri verdi.
Bu yıl beni heyecanlandıran başka bir etkinlik de hem kültür müzesinde hem de Beyeler’de ziyaretçiler için büyük alanlar yaratılarak isteyen herkese boya verilmesiydi. En büyük salonun zeminine, belki bin metrekarelik beyaz bir bez serildi. Ziyaretçiler ayakkabılarını çıkararak yan yana ya da birbirinden bağımsız istedikleri resim ve desenleri boyadılar.
Müzelerdeki en ilgi çeken alanlar, Picasso, Matisse veya Miro resimleri kadar, bu yaratıcı alanlar oldu. Gençlerin deneyime katılma, söz söyleme ve kolektif üretim anlayışı her yerde ruhumu beslemeye devam ediyor ve umudumu büyütüyor. Herkes yaptığı işlerin büyük işler olduğunu ve etki yarattığını düşünür. Aslında biraz da öyledir.
Yaptığımız her işi dünyanın en önemli işi gibi yaparız; yarattığı fayda ve etkiden çok, bize verilen işi yaparken tüm bilgi, kaynak ve enerjimizi ortaya koyarız.
Babam, çocukluğumda ve gençliğimde sürekli aynı şeyleri söyler, kafamızda yer etmesini isterdi: “Çöpçü bile olacaksan en iyisi ol. Seni gördüklerinde birbirlerine ‘işini çok iyi yapar’ desinler.”
Babam, üç çocuğu tek başına büyüten ve Eyüp’te Feshane’de çalışan annesine yük olmamak için, 11 yaşında ilkokuldan mezun olduktan sonra Kasımpaşa Deniz Okulu’na kendi başına gidip kaydolmuş ve deniz astsubayı olmuştu. Öncesinde karpuz ve gazete satarak evine destek olmaya çalışmış bir adamdan bahsediyoruz.
Ama bana göre en ilginç kararı, 40 yaşında gemi telsizciliğinden emekli olup arkadaşlarının aksine serbest meslek seçerek hayatında hiç bilmediği bir işe girişmesi ve bir tuhafiye dükkanını devralmasıydı. Sonrasında 40 yıl bu dükkânı işletti ve “Deniz Tuhafiye” olarak anıldı.
Hâlâ eskiden oturduğumuz ve dükkânımızın bulunduğu semte gittiğimizde, yaşça büyük insanların yanıma gelip “Sen Deniz Tuhafiye’nin oğlu değil misin?” demeleri ve babama benzetmeleri bana garip gelir.
Askerliğin disiplinli ve erkek egemen zor dünyasından sonra, daha kırklı yaşlarda müşterisinin tamamı kadınlardan oluşan bir kitleye düğme, fermuar, çıtçıt, çorap, makara, tığ ve iç çamaşır satmak kolay bir karar olmasa gerek.
İşte o dükkân, o küçücük Deniz Tuhafiye, hepimizin hayatını değiştirdi. Annem dükkânın bijuteri alım işlerini ve evde kemer dikme işlerini üstlendi. Ben ise okul öncesi ya da sonrası babama termosla yemek götürme işini ya da bayram öncesi ve yoğun günlerde dükkân önüne mendil tezgâhı açarak veya tezgâhın arkasına geçerek yıllarca yardımcı olmaya çalıştım. Ablam ise dükkânda satılması için seramikten evde yaka iğneleri üreterek veya anneme dikişte yardımcı olarak katkıda bulundu.
Babam, diğer esnaflardan farklı olarak, o dönemin askeri eğitimini almış, gemilerle defalarca dünyayı gezmiş, Amerika’ya gemi almaya gitmiş, İngilizce öğrenmiş ve çok farklı insanlarla temas etmiş; her şehirde arkadaşları olan bir karakterdi.
Hatta okuduğum ilkokulda beşinci sınıflara hafta sonları İngilizce dersleri verirdi.
Amerika’da gemi aldıkları şirketin yetkilisinin davetiyle, ben daha beş yaşındayken, işlettiği dükkânı arkadaşının oğluna bırakarak ve batmayı göze alarak bizi Seattle’a yeni bir hayat kurmaya götürecek kadar cesur biriydi.
Ben anaokuluna, ablam ilkokula, babam ise üniversiteye kaydoldu. Annem ise evde bizi bekliyordu. Evlerine yerleştiğimiz ve babamın “abi” dediği Joe ve eşi, bahçesinde dört büyük köpek bulunan güzel bir müstakil evde yaşıyordu.
Çocukluğumdan aklımda kalan ilk anılar, işte bu bizim için yepyeni ve farklı bir dünyayla ilgili. Sabahları peynir-ekmek yerine tahıllı bir karışıma süt dökerek kahvaltı yapmak, okula yürüyerek giderken aslında neden orada olduğumuzu anlamaya çalışmak ve hayata uyum sağlama çabalarımızı hatırlıyorum.
Amerikalı ailenin, beni okula götürmek isteyen anneme ısrarla “Hayır, kendisi gitsin ve öğrensin” demesini, yavaş yavaş İngilizce öğrenmeye başlamamızı, hatta on yaşındaki ablamın bir kampa gitmesi istendiğinde annemin babama “Dönelim Salih” diye bakan endişeli gözlerini hiç unutmuyorum.
Bizim Amerika rüyamız beş ay sürdü; sonra geri döndük ve kaldığımız yerden Eyüp’teki iki katlı kâgir evimizde ve tuhafiyeci dükkânımızda hayatlarımıza devam ettik.
Dedim ya, işini severek yapan her insan, çok büyük ve faydalı işler yaptığını düşünür. Moskova’da genel müdürlük yaparken en iyi çalışma arkadaşlarımdan biri de Dima’ydı. Her gün yolda gidip gelirken harika sohbetler ederdik. Rusların sıcaklığını ve entelektüelliğini ondan dinleyerek ve gözlemleyerek öğrenmiş olabilirim.
“Ben sadece araba kullanmıyorum, onlardan her yerde çok var. Ben sizinle ve ailenizle birlikte bir yolculuk yapıyorum ve işim bu yolculuğun her anını size ve kendime iyi hissettirmek. Bundan hem keyif alıyorum hem de işimi iyi yaptığımı düşünerek kendimi iyi hissediyorum,” derdi.
Gerçekten de onunla birlikte çalıştığımız dönemde hep öyle oldu. İşini o kadar severek yaptı ki bize gerçek hayatı öğretirken rehber oldu; yazlık evinin bahçesinde yetiştirdiği sebzeleri getirirken ve iki kızıma buz pateni öğretirken ailemizden biri gibi hissettirdi.
Birlikte çalıştığımız dönem belki de en keyif aldığım dönemlerdi. Evine daha yakın bir işe geçmek istediğini söylediğinde, gerçekten tüm aile için çok üzüldüğümüzü hatırlıyorum.
Her iş ve meslek birileri için anlam taşır. Önemli olan, sizi iyi hissettiren işi bulmaktır.
İşiniz size iyi geliyorsa ve mutlu ediyorsa daha iyi üretirsiniz. Yanına ruhunuzu besleyecek başka meraklar ve uğraşlar eklerseniz, hem yaşamınıza hem de işinize olumlu yansımaları olur. Ben de hep öyle hissettim.
Belki de ruhumuzu besleyen ve amacımıza hizmet eden şey, sıcak ekmek üretmektir.
20 Ocak 2025 - Ruhumu nasıl besliyorum?
16 Ocak 2025 - Bitmeyen kuşak meselesi için taze fikirler aranıyor
13 Ocak 2025 - Kendine has lider nasıl olunur?
9 Ocak 2025 - Sakin insan teorisi: Yaşamın tadı, sakin çıkar mı?
Tuğrul Ağırbaş Kimdir?
30 yılı aşkın süre ile Türkiye, Rusya ve CIS ülkelerinde FMCG alanında değişik görevler alan Tuğrul Ağırbaş, son 20 yıldır Efes’in global marka olma, satınalma ve birleşme projeleri ve yeni pazarlara giriş işlerini yürüten ekipte, büyüme odaklı projelere liderlik yapmıştır.
Pertevniyal Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunu olan Tuğrul Ağırbaş öğrenim hayatı boyunca Kapalıçarşı’da değişik alanlarda çalışarak, ticareti ve tüketici davranışlarını öğrenme şansına sahip oldu.
İş hayatına 1990 yılına Anadolu Efes’te Pazarlama uzmanı olarak başlayan Ağırbaş, sırasıyla Proje Geliştirme, Satış ve Pazarlama’da görev aldıktan sonra, son olarak da değişik ülkelerde 16 yıl boyunca Genel Müdürlük görevlerini sürdürdü.
Anadolu Efes’in Rusya operayonunu 10 yıl boyunca yönetti ve dünyanın en büyük bira pazarlarından biri olan Rusya’da satınalma ve birleşmelerle firma pazar payını ikinciliğe taşıyan ekibe liderlik yaptı. Türkiye,Rusya ve çalıştığı diğer ülkelerde büyüme odağıyla çok sayıda yeniliği ve markayı tüketicisiyle buluşturdu.
Efes Türkiye Genel Müdürlük görevini yürüttüğü dönemde ise, marka ve kurumun topluma katkısını büyütme amaçlı, pazarı büyütmeye yönelik, bira kültürü oluşturma ve inovasyon, kültür, sanat, turizm ve spor alanında çok sayıda projeye öncülük etmiş ve tüm paydaşlara katkı sağlayan stratejileri hayata geçirmiştir.
İnovasyon ve yeni ürünlerin hem hızını artırma hem de etkisini büyütme amaçlı, inovasyon ve kurum içi girişimcilik çalışmalarını yapılandırarak ve ekosistemdeki çok sayıda girişimle işbirliği kurarak, Efes’in Start-Up dostu şirket olması yönünde çalışmalara öncülük etmiştir.
Halen çalışmalarını yurtiçi ve yurtdışı şirket ve girişimlere danışmanlık ve üst düzey yöneticilere koçluk yaparak sürdürmekte olan Ağırbaş, Türkiye’de kurumsal şirketlerin, girişimci kurumlara dönüşmesi vizyonu ile 2018’de kurulan ‘ Girişimci Kurumlar Platformu’nun danışma kurulu üyesi ve başkanıdır.
2022 sonunda, ortağı Zeynep Kurmuş ile birlikte, 40+ yaş ve kurumsal deneyimi olanlar için, birikmiş deneyim ve tecrübelerin yeni işlere ve girişimlere dönüşmesini sağlayan, üretim ve paketleme kampı Genwise girişimini hayata geçirmiştir.
Köylerde, çocuktan başlayarak tüm topluma yayılacak yenilikçi bir eğitim anlayışını hayata geçirmek için 2016’da kurulan Köy Okulları Değişim Ağı- KODA’nın yönetim kurulunda görev almaktadır.