Bir tenis efsanesi, Rafael Nadal tenise veda etti. Bir başka büyük efsane, Roger Federer de ona müthiş bir veda mektubu yazdı. Yaşadığımız narsizm çağında Federer'in mektubu rakibin değerini bilmenin ve tevazunun manifestosu gibi.
Bazen insan veda edemez. Yarım kalır. Bazen de şansı yaver gider vedalaştığının bile farkında olmadan vedalaşır. Ben şanslı olanlardanmışım. Paradoksal bir biçimde hayatta hissettiğim en büyük acılardan birini yaşarken bunu fark ettim.
İki yıl kadar önce hayattaki en eski arkadaşımı aniden kaybettim. Onu son gördüğüm günü hatırlıyorum. Neden bilmiyorum, sanki son görüşüm olduğunu sezmişçesine, bebeklikten bu tarafa 40 yılı devirmiş arkadaşlığımızda hiç söylemediğim bir şeyi o gün söyleyivermiştim: “Küçükken senin çok kitap okumana özenip kitaplara düşmesem, asla bugün olduğum kişi olmayacaktım.”
Benim için bir borcu ödemek gibiydi. Çünkü kitap okumak aslında onun arzusuydu. Sonradan öğrendiğim üzere Fransız filozof Rene Girard’ın “mimetik arzu” diye tanımladığı şey gerçekleşmişti. Arzunun taklitçiliği yani.
Hayatta bir şeyleri arzuluyoruz evet ama bu arzu aslen başkasının arzusu olduğu için bizim de arzumuz haline geliyor. Bu örnekte arkadaşımın kitaplara olan tutkusu benim de arzum haline gelmişti. Nihayetinde de bugün yaptığım bütün işlerin en temelinde okumak var; hayatımı onunla kazanıyor, kendimi böyle gerçekleştiriyorum.
Bunu söylediğimde arkadaşımın yüzüne mahcubiyetle karışık bir mutluluğun yerleştiğini hatırlıyorum. Onu çok erken ve çok ani kaybettiğimiz için yaşadığım sürece üzüleceğim. Ancak -bilmeden de olsa- kendimce vedalaşabildiğim için de hep bir parça huzur olacak içimde.
Bu çok kişisel ve mütevazı vedalaşma hikâyem dün gözleri dolduran görkemli bir veda üzerine aklıma geldi.
Tenis efsanesi Rafael Nadal benim bu yazıyı yazdığım saatlerde tenise veda etti. Onun gibi bir efsane olan Federer’in Nadal’ın ardından yazdığı son derece etkileyici veda mektubu da bana işte şimdi bu yazı yazdırıyor.
Nasıl yazdırmasın ki?
Narsistik sosyal medya personalarının çağında rakibi sayesinde var olduğunu etüt etmiş bir bilgenin iç döküşüydü bu.
“Beni altettin… hem de çok kez. Benim seni altetmeyi başardığımdan daha çok” diyerek rakibine hakkını teslim ediyordu bir kere. Ancak “oyunumu yeniden hayal etmemi sağladın” diye ekleyerek de iyi bir rekabetin insanı nasıl geliştireceğini vurguluyordu.
“Oyundan daha çok keyif almamı sağladın” ifadesi de ardından geliyordu. Üç günlük dünyada aslolanın birlikte keyif almak olduğunu hep birlikte hatırlıyorduk böylece.
Bunca endüstriyelleşmiş spor ortamında bile hâlâ biraz mümkündü demek ki. Şunu anlamıştı Federer: An geliyor her oyun bitiyordu ve rakip de olsa oyuncular birbirleri sayesinde ayakta kalıyordu. Bu gerçeği de “Kortta birbirimizi yıprattıktan sonra kupa törenlerinde neredeyse kelimenin tam anlamıyla birbirimizi tutmak zorunda kalmak…” diyerek öyle güzel imgelemişti ki o kadar olur.
1981 doğumlu Roger Federer ile aynı kuşaktanız. Bir konuda bizim kuşak şanslıdır bence. Çocukluğumuzu internet ve sosyal medyanın olmadığı bir çağda geçirdik çünkü.
Bununla birlikte çok da gecikmeden ilk gençliğimizin ortasına internet doğdu. Peşi sıra sosyal medya gelene dek de kişiliğimiz biraz şekillenmişti. Bu sadece bir teselli tabii.
Byung-Chul Han’ın da işaret ettiği gibi (Sürünün İçinde, Dijital Dünyaya Bakışlar, Türkçede: İnka Yayınları 2024), toplumlar bugün giderek narsistleşiyor. Twitter ve Facebook gibi sosyal mecralar narsistik ortamlar olduğu için “narsistik-depresif özne yalnızca kendi kendisinin yankısını duyuyor. Anlamlar yalnızca bir şekilde kendini yeniden-tanıdığı yerde var oluyor.”
İşte böyle bir dünyada çok iyi tenisçiler yine olacak illa ki, ama Federer ve Nadal gibi karakterler yetişir mi, orası büyük bir soru işareti. Çünkü herkes aşırı bir şekilde kendine dönük yaşıyor. Bir yandan da ötekinin onayına hastalıklı bir şekilde ihtiyaç duyacak biçime dönüşüyor.
Bu yüzden Federer’in sosyal medyadan paylaştığı veda metninde sosyal medya çağında kendiliğinden oluşmayacak bir şeyler var.
ABD toplumunda hissettiği narsizm salgınından yola çıkarak Humble (Mütevazı) isimli bir kitap yazan Psikoloji Doçenti Daryl Von Tongeren, BigThink’e verdiği röportajda aşırı şişirilmiş benlik algısının astronomik oranlarda büyüdüğünü ifade ederek bu tevazu eksikliğinin umutsuzluk, yalnızlık ve akıl hastalığı hissi veren politik, dini ve kültürel çatışmalar yarattığını söylüyor.
Tongeren’in bu saptamaları son 40 yılın Narsistik Kişilik Envanteri puanlarına dayanıyor. Veriler de gösteriyor ki öz değerin salt dışsal koşullara bağlı olduğu toplumlar oluşuyor. Kısa yoldan sosyal medyaya bağlasak da kapitalizmin de bir aşaması hiç kuşkusuz bu.
Banka hesabımız yeterli olmadıkça, yeterli takipçimiz olmadıkça veya yeterince ilginç tatile çıkmadıkça kendimizi yeterli görmüyoruz. Bu performans toplumunda birbirimize sosyal medya profillerimizi gösterirken arkadaşlarımız, akrabalarımız ve tanımadığımız diğerleri rakibimiz haline geliyor.
İşte öyle bir ortamda da Federer’in rakibine veda ederken yazdığı satırlar okullarda ders olarak bile okutulabilir. Mektubun bir yerinde “dünyanın zirvesinde olduğumu sanıyordum” diyor Federer ve ekliyor: “Öyleydim de (…) ta ki iki ay sonra sen Miami’de kırmızı atletinle korta çıkıp o pazularını gösterene ve beni ikna edici şekilde altedene kadar.”
Profesyonel bir sporcu olarak Federer’in yenilerek öğrenmek gibi bir şansı vardı. Böyle bir şansı olmayanlar için yenilginin adı depresyon.
Chul Han’ın da aynı eserde hatırlattığı gibi her şeyden önce narsistik bir hastalık depresyon. Hastalık derecesinde aşırı güdülenmiş bir kendine dönüklüğün bir sonucu.
Ben bu konuda yine Mütevazı kitabının yazarı Psikoloji Doçenti Tongeren’e kulak vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Ona göre her gün narsistik bir kültürün içine uyandığımızı hatırlamak gerekiyor. Bu farkındalığı edindikten sonra tevazu pratikleri yapmak, sürekli geri bildirim almaya çalışmak, hemen savunmaya geçmemek ve empati duygusunu geliştirmek.
Her ne kadar günümüzde kibirli, narsistik ve hırslı figürlerin yükselişini görsek de uzun vadede daha etkili ve başarılı olan değer hep tevazu olacak bana kalırsa.
Tenisin efsanesi Federer’in veda mektubu da bunun bir kanıtı değil mi?
Yenilebilir olduğunu anlayınca gelişmek, hayal etmek ve birlikte keyif almayı bilmek…
Federer umutsuzluk ve yalnızlığa karşı da bir reçete yazmış. Sanki başka bir çağdan sesleniyor…