Sakık’ın Kürtçe anons sorusuna bakandan ‘resmi dil’ yanıtı
Çocuk yetiştirenler bilir, çocuklar çok ilginç sorular sorar. Büyümenin ve öğrenmenin doğal bir parçası bu.
Genellikle Twittter’a not düştüğümden olacak şimdi 6,5 yaşında olan kızımın daha küçük yaşlarında sorduğu soruları unutmadım. Çocuk soruları genellikle zincirleme gelir. Örneğin bir seferinde; kızım ilk kez sis görmenin şaşkınlığıyla, -Ne oluyor? diye sorduğunda, -Gökyüzünde bulutlar görüyorsun ya, onların yere indiğini düşün, diye basitçe cevaplamak istedim. -Uçuyor muyuz yani şimdi? Diye kontra bir soru gelince kilitlendim tabii.
Bir yılbaşı kutlamasında, -Yeni yıla girdik mi? Diye sormuştu da -Evet demiştim. Cevabım tatmin etmedi, yine kontra soru geldi: -Burası mı yeni yıl? -Evet kızım yeni yıldayız artık. Bu cevap da tatmin etmedi, bu kez hayal kırıklığı ve isyanla karışık: -Burası Şişli ama Şişli’deyiz hâlâ! Deyiverdi.
Yıllar içinde sadece beni değil, eşimi de bolca sıkıştırdı elbette: -Anne ben Sevimli Dostlar’daki palyaçodan korkuyorum. -Kızım o gerçek değil, televizyondaki videodaki karakterler gerçek değil, korkmana gerek yok. -Ama babam da televizyona çıkıyor, o gerçek değil mi?
Çocukların soruları komik ve eğlenceli geliyor, elbette bir noktada yoruyor ama sabırla cevaplamak şart.
Sonraları, büyüdükçe nasılsa soru sormayı unutuyor ya da çekinir hale geliyoruz. Hatta sorulardan sıkılıyor, yoruluyoruz.
Bu yazıya ironik bir tercihle attığım başlıkta gördüğünüz “Soru sormayın bilmiyorum teşekkürler” şeklinde meşhur bir kalıbımız var.
Muhtemelen kendisine çok adres sorulmasından sıkılan bir esnafın, dükkanının vitrinine yapıştırdığı bir yazının fotoğraflanıp yıllar önce internete düşmesi sonucu yerleşen bir kalıp yani internet jargonuyla bir meme bu.
Esnaf gerçekten herkesin adres sormasından sıkılmış olabilir ve buna hakkı da vardır. Ancak bu kalıbın, esnafın kendi bağlamının dışında da çok sevilmesinin bir nedeni olmalı.
Öyle ya üzerinde bu kalıbın yazdığı farklı markalardan desen desen, renk renk kupalar, tişörtler, kül tablaları, duvar süsleri gördüm. (Bu yazının başlığını arama motoruna yazarsanız siz de görebilirsiniz) Hatta hazır kaşesini bile üretmişler satmak için. Bu kalıbı neden bu kadar sevip benimsediğimiz üzerine düşünürken kendime sorular sormaya başladım ister istemez.
Gerçek sorular sorulmasından hoşlanmayan siyasetçilerin bu kadar kolay benimsenmesinin ardında da bu soru alerjimizin olabileceğini düşünüyorum.
Hatta bana sorarsanız bu işin ucu, sadece soru sorduğu için gözaltına alınan, bazen tutuklanan gazetecilere kadar gidiyor olabilir.
Sadece sevmiyor değiliz çünkü korkuyoruz da sorulardan aynı zamanda.
Kendimize soru sorulmasını sevmediğimiz gibi soru sormayı da pek bilmiyoruz. Oysa her şey soru sormakla başlıyor. Bilimin bile ilk şartı bu. Hatta işi soru sormak olan gazetecilerin bile bazıları bunun önemini yadsıyor.
Bana ya da danışmanlık yaptığım kişilere gelen röportaj sorularının önemli bir kısmı, -Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Kalıp sorusuyla başlıyor örneğin. -Pardon, zaten biraz tanıyarak gelip oradan soru çıkarmanız gerekmiyor muydu? Diye sormak nezaketsizlik olacağından, el mecbur tanıtıyoruz kendimizi.
Soru sorulmasından korkulmasının en önemli nedenlerinden biri cevabı bilmeme korkusu. Oysa sorular cevaplardan daha önemli de olabilir.
Bu konuya en çok kafa yoranlardan birisi MIT Sloan’ın kıdemli öğretim görevlisi ve yazar Hal Gregersen. Questions Are The Answer (Harper Business, 2018) kitabında işyerinde ve yaşamda en can sıkıcı sorunların bile nasıl çığır açabileceğine ilişkin bazı yaklaşımlar sunmuştu. Bunlardan biri soru patlaması.
Gregersen’e göre iyi bir beyin fırtınasının yolu, cevaplara odaklanmaktan değil, çok fazla soru sormaktan geçiyor. Gregersen’in beyin fırtınası yönteminde soruları soran ve sorulan kişinin ilk etapta bu soruları cevaplaması ya da çözüm önermesi yasak. Sadece, konuyla ilgili olabildiğince çok soru üretip alt alta yazıyorlar. (4 dakikada en az 20 soru örneğin)
Bu tip bir beyin fırtınasının sonunda ise %80-85 oranında; karşılaşılan sorunla ilgili daha olumlu bir zihin durumu, yepyeni en az bir fikir ve daha yaratıcı bir çerçevelemeye ulaşılıyor.
En önemlisi, katılımcılar hep birlikte çoğaltılan sorular sayesinde, karşılaşılan sorunun beklediklerinden çok daha büyük olduğunu ve kendilerinin de bunun bir parçası olduğunu fark ediyorlar.
Oysa sadece cevaplara ve çözüme odaklanınca, bu bir baskı yaratıyor ve süreci kilitleyebiliyor. Zaten polisiye okuyanlar bilir, bir cinayeti ya da suç olayını çözmek de daha çok doğru soruları sormakla mümkün.
Böyle bilmiş bilmiş yazıyoruz da her şeyi soran, sürekli soran ve bu şekilde yoran çalışanlar da liderler ya da patronlar tarafından pek sevilmez.
Gerçekten gereksiz sorular insanı geriyor, buna çoğu kez ben de tahammül edemiyorum ama gerekliyi gereksizi ayıralım derken soru sormayı genel olarak korkulası bir durum haline getiriyor olabiliriz. Bence bunun oluşturacağı hasar da fazla soruya muhatap olmanın yaratacağı gerginlikten büyük olabilir.
Diğer yandan kültürümüz “leb demeden leblebiyi anlamayı” bir zekâ belirtisi olarak kutsadığı için, çok sormak zayıflık belirtisi olarak da görülebilir.
Öyle ya eğitim sistemimiz bile sorular sorup cevaplar almak üzerine. Cevapları bu kadar önemserken soru sormayı öğretmemenin, bunu pek önemsememenin bedeli büyük bana kalırsa.
Soru sormanın iyi bilinmediği yerde demokratik bir tartışma ortamı, bir itiraz kültürü yaratmak da mümkün olmuyor çünkü.
Bazen kızsak da öfkelensek de sorulara karşı daha tahammüllü olmayı öğrenmek hepimize iyi gelecek bence. O nedenle, bu yazıyı, daha geçen hafta, -Keller saçlarını kurutuyor mudur? Diye soran kızıma ve topluluk önünde heyecanla yaptığım ciddi bir konuşmanın sonunda -Af edersiniz, sweatshirt’ünüzü nereden aldınız? Diye soran o üniversite öğrencisine adıyorum.
Saçma da olsa sorulara tahammülü olma konusunda ilk adım benden yani, hodri meydan! Sorun, sorun ben yıkılmam. İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz.