Bunca felakete; iklim ve göç krizine, yoksulluğa ve adaletsizliğe, savaşa ve ölüme rağmen nasıl oluyor da “dükkanı kapatıp” gitmiyoruz? Kendinde devam etme gücünü bulan ve neşesini koruyan insanlar bunu nasıl başarıyor?
Bizi hemen şimdi harekete geçirecek bir fizik kanunundan söz edeceğim. Fizik deyince hemen geri durmayın; fizikçi Erkcan Özcan tane tane anlattı, ben de öyle yapacağım.
İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımdan sonra dünyayı derin bir umutsuzluk sardı. Müzik sustu, edebiyatın sözü kalmadı, ressamlar bildiği gibi resim yapmayı bıraktı. Sadece renk ve şekillerle resmi yeniden keşfe çıkan soyut dışavurumcular bu dönemin ürünüdür.
Bilim insanları sanatçılardan farksız değildi, hatta daha da beter. Sonuçta milyonların ölümüne sebep olan atom bombası fizikçilerin elinden çıkmıştı.
Savaşın bitiminden iki yıl sonra, bir grup fizikçinin çıkardığı Atom Bilimcileri Bülteni’nin kurucularından Hyman Goldsmith ortaya bir fikir attı: Dünyanın mevcut durumuna göre ileri ya da geri giden sembolik bir ‘Kıyamet Saati’ yapacaklardı. Bilimsel değil politik bir saat olsa da, nükleer tehlike başta olmak üzere gelişmeleri değerlendirilerek saati “ayarlayacaklardı.”
Bugün de aynı tasarımla devam eden ilk saati derginin Haziran 1947 sayısına sanatçı Martyl Langsdorf çizdi: 23.53, yani gece yarısına 7 dakika vardı. 2015’e kadar birkaç yıl arayla ayarlanan saat 2015’ten beri yıllık olarak ayarlanıyor. Her yılın detaylı analizini merak edenler buraya; ben biraz daha hızlı gideceğim.
Saatin kıyamete en uzak olduğu yıl 1991; 23.43, kıyamete 17 dakika var. Konuya nükleer felaket açısından bakınca bu gayet anlaşılır, o yıl ABD ile Sovyetler arasındaki Soğuk Savaş bitmişti. 1963 ve 1972 (her ikisi de 12 dakika) yıllarındaki performans da iki ülke arasındaki tansiyonun düşüşüyle ilgili.
2017’de dönemin ABD Başkanı Trump’ın iklim krizine ve nükleer silahlara yaklaşımı nedeniyle 2 dakika 30 saniyeye kadar düştü. 2018’de yıl sentetik biyoloji, yapay zeka, siber savaş alanlarındaki gelişmeler yüzünden 2 dakikaya indi. Bugünse, gece yarısına hiç olmadığı kadar yakınız. İklim krizi, nükleer tehlikenin yanına bir de Ukrayna-Rusya savaşı geldi ve dünyayla kıyamet arasında 90 saniye kaldı. Belki 2024 ayarı yapılırken bunlara Ortadoğu da eklenecek.
Geçen Perşembe fizikçi Erkcan Özcan’ın, ‘Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi’nde küçük ama meraklı bir topluluğa verdiği ‘Gece Yarısına 90 Saniye’ adlı konuşmayı dinleyenler arasındaydım.
Flu TV’de, ‘Olmaz Öyle Saçma Bilim’ yayınlarıyla fizik bilgisini ve sevgisini geniş kitlelerle paylaşan Özcan kütüphanenin bu yılki ‘Perşembe Konuşmaları’nın ilkini vermek için gelmişti.
Nobel ödüllü Romain Roland’ın dediği gibi, “aklımızla karamsar” olmak kaçınılmaz olsa bile “irademizle iyimser” davranabilir miyiz? Erkcan Özcan bu soruya “Evet” demek istiyor ve diyor da. Tutunduğu dal fizikteki ‘En az eylem ilkesi’.
İşte gündelik hayatta gözlemleyebileceğimiz bir örnek: Işık bir kaynaktan çıkıp adım adım bardağın içindeki suyun yüzeyine ulaşıyor, havadan suya girerken yönü değişiyor ve sonra suyun içinde yine adım adım bardağın dibine ulaşıyor. Her bir anda bulunduğu noktayı sadece bir önceki anda bulunduğu nokta ve hızı belirliyor.
Ama bu ayrıntılarına hiç girmeden, sadece başlangıç ve bitiş noktası arasında nasıl yol almış diye hesap yapıldığında, ışığın zaman olarak gidilebilecek en kısa yoldan gitmiş olduğu görülüyor.
Bir anlamda ışık, yönü değişse de her adımı “doğru” atmış oluyor. Doğanın aklı, hep belli bir matematiksel kritere göre ideal olanı yapıyor.
Öyleyse biz de, içinde bulunduğumuz şartlarda etki alanımızın elverdiği ölçüde attığımız olumlu adımlarla bütünün en iyi haline hizmet edebiliriz. Yani “yerel/anlık/sadece yakın çevremize etkisi olan” dinamikler, büyük resme bakabilen biri tarafından yorumlanınca baştan sona ideal bir patikayı oluşturur.
Doğa kanunları adı üstünde doğanın kanunları; duygulardan, insan icadı kültürel değerlerden, kendi yazdığımız hikayelerden azade. O yüzden topluma ve insana uyarlamak imkansız olmasa da her zaman çok kolay değil.
‘En az eylemlilik ilkesi’ size “Her şey olacağına varır” gibi kaderci bir yaklaşımı çağrıştırıyor olabilir. Evet, belki “Her şey olacağına varır” ama sen de o her şeyin bir parçasısın işte.
Eğer bir erdem olarak iyimserliği tercih edip, dolu dolu bir hayat yaşamaya çalışırsan, hem kendi subjektif dünyanda mutsuz olmamayı tercih etmiş olursun, hem de sonunu bilemesen de “her şeyin varacağı yer” iyi olabilir. Bunun işe yarayacağının garantisi yok. Ama yaramayacağının da garantisi yok. Ve bir soru daha: Büyük resimde “her şeyin olacağı yere varırken” sen nasıl yaşadın?
Boğaziçi Üniversitesi Lojmanları’nda beş sene komşuluk da yaptığımız için adıyla hitap etmenin daha samimi olacağı Erkcan’ın konuşmasını Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi’nde vermesi bu yüzden daha da anlamlı. Berkol Doğan, 30 Kasım 2007’de fizikçi arkadaşları ve hocalarıyla Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde yapılacak olan yüksek fizik kongresine giderken düşen uçaktaydı. Yaşasa bugün 43 yaşında olacaktı. Artık yaşı yok ama ailesinin, onun adına kurduğu bilim kurgu kütüphanesinde yaşamaya devam ediyor.