A’dan Z’ye bayram: Şimdi bayramlar gitgide, dinlenme günleri oluyor…
Bugün bahsettiğimiz, sürdürdüğümüz ya da unuttuğumuz bayram gelenekleri tamamen Osmanlı’dan miras. Ç. Begüm Soydemir'in rehberliğinde, A'dan Z'ye bayram yolculuğumuz sürüyor. Bugün de ağzımızı sulandıracak çok madde var karşımızda.
Dün başladığımız A’dan Z’ye bayram yolculuğunu İ-P harfleri arasında bugün devam ettiriyoruz. Yarın yolculuğumuz sona erecek.
Lokum, kahve, şeker, çikolata, ezme, baklava, börek… Bir kısmından bu yazıda daha uzun bahsettik, bahsetmediklerimiz belki çok daha fazladır. Bayram aynı zamanda birilerine sürekli bir şeyler sunma yarışıdır. Çünkü bizde çoğunlukla ‘seni seviyorum, önemsiyorum, seni mutlu etmekten hoşlanıyorum’ demenin yolu bayıltana kadar yedirip içirmekten geçer. Neyse ki bayramda buna çare olacak bir ikramlığımız daha var: Kolonya almaz mısınız?
Bir önceki maddenin tamamlayıcısı sayılabilecek bir kelimeyle karşınızdayız. Osmanlıcaya Farsçadan geçmiş ama fazla kullanılmamış. ‘Çok yiyen, obur’ anlamlarına geliyor. Muhtemelen yeni bir sözcük öğrendiniz. Ayrıca bayram sohbetlerinde olur olmaz yerde kullanıp “O ne” diyenlere ukalalık ederek dikkati yediklerinizden uzaklaştırmanıza da yarayabilir.
Yastığın altına yeni potin saklayan, bayrama kadar dayanamayıp ‘arife çiçeği’ olarak erkenden açan bayram çocuğu hikâyelerini, “Giyelim en güzel giysileri” diyen Barış Manço şarkısını zaten biliyorsunuz. Bir de 12 Mart 1935 tarihli Son Posta gazetesinin ‘Pazar Ola Hasan Bey’ isimli mizah sayfasındaki ‘Bayram Masrafları’ şiirine bakın: “Ne para ne pul kaldı ne elde ne de cepte / Masraflarım çoğaldı bugünlerde hep hep de” diye başlıyor, “Karı ister, kız ister, ister ister isterler / Manto, kostüm, iskarpin sayılmaz birer birer” diye devam ediyor. Bayramlık kılık kıyafet işte böyle bütçe sıfırlayacak kudrette mühim mevzu. Zaten yaklaşan günlerden itibaren gazeteler ilandan geçilmiyor: “Bayramlıklarınızın tedarikini çok düşünmeyiniz; Sultanhamamı’nda Balcılar mağazası buhran ve bayramı düşünerek size en ucuz mal verecek yegâne ticarethânedir” diye topluca uygun fiyat vaat eden de var, “Ucuz, güzel, zarif, sağlam; bayramlıklarınızı, bayram hediyelerinizi Yerli Mallar pazarından alınız. Kravat, gömlek, mendil, cüzdan, hazır elbise, kadın çantası, kadın ve erkek çorapları, eldiven, şapka, kundura, ıtriyat ilâ… ilâ… Her ne isterseniz bulursunuz” diye kalem kalem ürünlerini sayan da… Sadece halk arasında değil, saray katında da bayram kılık kıyafeti özel, önemli ve tabii gayet ihtişamlı. Kim ne giyerdi, ne takardı diye merak edenler ‘bayram alayı’ diye araştırabilir.
Valla böyleyken böyle; kaynaklar açık açık gösteriyor ki dinî bayram ziyaretlerinde likör ikramı da geleneklerimizden. Tabii o zaman çeşit çeşit marka olmadığı için tek seçeneğimiz İnhisar likörleri. “Bayram geliyor… Likör aldınız mı? Misafirlerinizi ağırlamak için en mükemmel ikramın İnhisar likörleri olduğunu unutmayınız…” (8 Şubat 1938, Akşam) ve “Bayram günlerinde misafirlerinize yapacağınız en büyük ikram: Onları çilek, ahududu, kayısı, vişne, portakal, turunç gibi nefis İnhisar Likörlerile ağırlamak olacaktır” (7 Aralık 1943, Cumhuriyet) gibi ilanlarda ne kadar ‘mükemmel’ ve ‘büyük’ bir ikramlık olduğunu görüyoruz. 4 Kasım 1929 tarihli Akşam gazetesinde, Şişli civarında açılacak likör fabrikasının temelinin çok yakında atılacağı, faaliyetin ise ilkbaharda başlayacağı yazıyor. 10 Nisan 1933 tarihli Cumhuriyet’te ise memlekette senede 30 bin litre likör sarfiyatı olduğu bilgisi var. 1937’de Yenice Piyangosu’nun ikramiyeleri arasında likör takımı da bulunuyor. Artık çarpıp bölüp köklü gelenek mi değil mi hesabını yaparsınız.
Ramazan ayının bitmesi eski zamanlarda ‘bi büyük’ coşkuyla da karşılanıyormuş belli ki. Sermet Muhtar Alus, “Bayram gecesi en ziyade meyhanecilerin yüzü gülerdi. Langa, Yenikapı, Tavukpazarı, Edirnekapısı, Balıkpazarı, Galata, Tophane ve sairedeki Maksutlar, Agoplar, Apustollar, Nikoliler büyük paskalyalarından fazla bayram ederlerdi. Ayyaş takımının ramazan girmeden evvel bir içki âlemleri vardı ki bayram gelinceye kadar perhize yatarlar, adına ‘bıçak silimi’ derlerdi” (21 Ekim 1941, Akşam) diyor. Prof. Dr. Ali Şükrü Çoruk ise ramazanda geçici olarak içkiyi bırakanların ipçiler, kandilciler ve topçular olarak üçe ayrıldığını anlatıyor: “İpçi takımı ramazan ayına on beş gün kala yani büyük camilerde mahya ipleri kurulduğunda, kandilci kısmı ramazan ayının başladığını bildiren kandiller yandığında, topçu takımı ise imsak topunu işittiklerinde içkiyi terk ederlerdi. Bayram geldiğinde önce topçu takımı bayram namazını kılıp çoluk çocuğuyla bayramlaştıktan sonra, kandilci kısmına mensup olanlar bayramın birinci günü akşamı içkiye başlarlardı. İpçi takımı da bayrama hürmeten üç gün içki içmeyip dördüncü günün akşamı meyhanelere giderlerdi.” Murat Bardakçı bir de ek yapıyor: “Büyük meyhanelerin sahipleri, arife gününün akşamı devamlı müşterilerinin evlerine bir tabak midye yahut uskumru dolması gönderir ve ‘kendi bayramlarının geldiğini’ hatırlatırlardı. Bu dolmaya, ‘unutma beni dolması’ denirdi.” Tam yaşatılası gelenekmiş doğrusu!
“Nerede o eski bayramlar” lafı o kadar eski ki aklınız durur. Yani geleneklerin layıkıyla yaşandığını, yaşatıldığını sandığımız dönemlerde de geçmişe özlem ve eseflenme gırla… Bir kere, yıllar yıllar sonra yaşadıklarımıza benzer dönüşümler, kutuplaşmalar yüz sene evvel de başımızdaymış belli ki. Vâ-Nû, ‘Bayramdaki Değişiklikler’ başlıklı yazısında (6 Aralık 1937, Akşam) “Fakat bir zamanlar ‘ültralâiklik’ yüzünden bazı münevverler, ramazan bayramını yan çizerlerdi; eski anane üzere ziyaretlere gitmezler, ziyaret kabul etmemek için de küçük bir inziva seyahatine çıkarlardı. Dini bayram bu derece şümullü bir milli hal aldıktan sonra her türlü zihniyetteki mezhep ve meşrepteki insanın kutlayacağı bir şekle girdi” demiş. Orhan Selim’in 87 sene evvelki yazısında (8 Mart 1936, Akşam) yer alan şu cümlelerse sanki bugünden: “Oğlum, bayram sabahı yataktan kalkar kalkmaz yeni kunduralarına koşamadı. Çünkü bayramlık yeni kundurası yoktu ve o da bayramlarda yeni kundura giyilir diye bir âdetin varlığını bilmiyor.” Hatta ‘nerede o eskiler’ diye anılanlar arasında kalitesi düşenler de tıpkı bugünkü gibi büyük yer tutuyor. 20 Ağustos 1935 tarihli Akşam gazetesinde Hikmet Feridun, yaşlı bir aşçıyla konuşuyor; usta ona dert yanarken aynen şöyle diyor: “Bitti, bitti, baklava gitti… Baklavalar öyle bozuldu ki hiç sorma… Nerede eski baklavalar, nerede şimdikiler… Sen baklava deyip de geçme… Kaç türlü baklava vardır biliyor musun? Şam işi, Halep işi, duru beyaz, pembe baklava, kırmızı baklava, boyu küçük, boyu büyük, altan cevizle, orta cevizle, şam fıstıklı, bademli, kaymaklı, sakızlı… Doğru dürüst bir beyaz baklava yiyor musun? Söyle bakalım… Şimdi bizimkilere baklava dedin mi bir çeşit baklava anlıyorlar… Bozulan yalnız baklava olsa pek o kadar yüreğim yanmaz. Amma nerede eski bülbül yuvaları? Nerede eski dilber dudakları? Bülbül yuvası da dilber duduağı da baklava gibi çeşit çeşittir. Beyazı olur, pembesi olur, kırmızısı olur, ağdalısı olur, ağdasızı olur…” Siz buradan hareketle 2113 tarihli yakınmaları tahmin edin artık.
Bugün bahsettiğimiz, sürdürdüğümüz ya da unuttuğumuz bayram gelenekleri tamamen Osmanlı’dan miras. Hacı Kırnık imzalı yüksek lisans tezinden (16. yy. Sonrası Osmanlı Toplumunda Eğlence Kültürüne Genel Bakış) alıntıyla: “Osmanlı Devleti’nde eğlencelerin zamanları önceden tayin edilmiştir. Toplum anlayışında eğlence boş zaman geçirme değildir. Eğlenceler aynı zamanda ekonomik yenilenme, insanları kaynaştıran bir faaliyettir. Halk bu eğlencelerde bir araya gelir ve bu vesileyle toplumsal bağlar kuvvetlenir, kültürlenme faaliyeti kuşaklar arasında bu şekilde sağlanırdı. Bu geleneği aktarma faaliyetlerden en önemlilerinden biri ise bayramlardı.” Osmanlı’da bayramın başlangıcı arife günü, bitişi ise son gün ikindi vakti atılan top. Bayramlaşmanın kaideleri de gayet net. Merasim Hırka-i Saadet dairesinde başlıyor, sonra da kimin kimi tebrik edeceğinden ne zaman ne çalınacağına, tören esnasında padişahın karşısında dizilme sırasından amirlerle memurların nasıl bayramlaşacağına, ne yenileceğinden ne giyileceğine kadar her şey biliniyor. Unuttuğumuza ne kadar sevinsek az bulacağımız bir kutlama âdetiyle bitirelim: “Bayram günlerinin en gözde eğlencelerinden biri bir esir tarafından salıncakta sallanmak olarak tarif edilmiştir. Tavan direkleri süslü, meyveleri bol tabakların sunulduğu bu beşikler ekabirin eğlence tarzını yansıtmaktadır. Başka bir yabancı gözden nakledildiğine göre salıncak daha yükseğe çıkartılarak el ve ağız yordamıyla meyvelerden en çok toplayan yarışmayı kazanmış sayılıyordu. Aynı şekilde salıncakları sallayanların ziyadesiyle para kazandığını bizlere haber vermiştir.”
Burhan Felek, usulü şöyle anlatıyor (11 Ekim 1942, Cumhuriyet): “Şeker bayramında bayramlaşmak, küçüklerin büyüklere gidip el öpmeleri âdettir. Birinci gün en çok sayılanlara gidilir. Gerek akrabadan, gerek aşinalardan büyüklerin elleri birinci gün öpülür. Bir evde bir çeyrekten fazla oturmak yaraşmaz. Çıkıp gitmeli ki başkası gelince odada, salonda yer bulabilsin.” O güzel anlatıyor da her zaman o kadar basit değil. Çünkü hâlâ yaşanıyor mudur bilmem ama benim çocukluk kâbuslarımdan biridir: Aile büyüğünün evinde rastladığın, senede bir gördüğün kişiye yaklaşırsın; sen sıkmak için elini uzattığında o kıvrak bir hareketle havada büküp öpülmeye hazır hale getirilmiş elini senin burnuna dayar; sen istemeye istemeye çenene değdirip başına götürürsün, o dudaklarınla vakumlamadığın için burulur. Bu zoraki el öpmelerin kardeşi yanaktan ıslak öpücüklerdir. Yani bayramlar gerçekten öpmek istediklerinizin yanı sıra gönülsüz buselerin de zamanıdır. Yine de halimize şükür çünkü bizde bayramlarda etek öpmek diye bir gelenek var ki aman aman! Hasan Adnan Giz de aradan seneler geçmesine rağmen bu travmayı atlatamadığını 1941 tarihli yazısında (8 Ocak 1941, Cumhuriyet) açık ediyor: “Muayede resmi denilen sarayın bayram merasimi şatafatlı bir zulüm ve istibdad sahnesinden başka bir şey değildi. Orada bir tiran tahta çıkar ve sadrıazamları, müftileri, âlim ve fazıllarile beraber bütün devlet ricali onun eteğini öperdi. (…) Padişahın vekili mutlakı, ordunun serdarı ekremi ve bütün bir imparatorluğun müdiri umuru olan bu zatı şerif üst kürkünün sağ eteğini elle tutarak yavaş yavaş huzura doğru yürür ve tahta yaklaşınca hemen yere kapanarak zemini öper, kalkıp birkaç adım yürüdükten sonra tekrar sar’ası tutmuş gibi yere kapanır ve nihayet tahtın önüne gelince üçüncü defa secde ederek şapur şupur padişahın iki ayağını da öperdi. (…) Muayede resminde etek öpme usulü sonradan saçak öpmeye tahvil olunarak ikinci meşrutiyete kadar böylece devam etti.” Ne diyelim; yaşasın demokrasi!
Bayram günlerinde Sultanahmet Meydanı’nda panayır kurulduğunu, halkın bu sayede padişahı görme şansına sahip olduğunu, oyuncak, şerbet ve yiyecek tezgahları açıldığını, maddi durumu iyi olanların burada fakirlere yiyecek-içecek aldığını biliyoruz. Reşat Ekrem Koçu, ‘Elli Yıl Evvelki İstanbul’un Lugatı’ yazısında (5 Mart 1942, Servet-i Fünun, Ahmet Bülent Koçu adıyla), bizi bayram yerleri eğlencelerinin geçmişine götürüyor: “Elli yıl evvel, İstanbul çocuklarının bayram yerlerindeki başlıca eğlenceleri şunlardı: Fatih salıncakları, dönme dolabları, feleğin Karakaçanı, Topal Kikorun bakla kızı baygiri, Cenberli meydanındaki atlikaraca, üç bıyık Haralambonun latarinası, Lehlinin Panoraması; Kuş lokumcular, Revaniciler, lokmacılar, Şekerli Fırıldak çeviren Hacı baba.” Metni yazım hatalarıyla olduğu gibi alıntıladık ama küçük bir araştırmayla Karagöz-Hacivat oyunundan seyyar lunaparka pek çok eğlencenin bu panayırlarda olduğunu anlattığını görebilirsiniz. Aslında bu gelenek tamamen yok olmuş değil; şimdi şehirlerin çok sayıda meydanında oluyor ve biz onlara festival diyoruz.
Yarın: A’dan Z’ye bayram, bölüm III ve son.