Özel bayram sonrasına hazırlanıyor: Rehavet yok, zafer sarhoşluğu yok
Bayramın son gününde kapanışı yapıyoruz. Ağlamaktan içimizin çıktığı reklamdan başlayıp, yaprak sarmasının hangisi makbul tartışmasına uğruyor 'Olsa da yesek' diyoruz. Bayram ziyareti meselesini irdeliyoruz ve bir sonraki bayramda yine sevdiklerimizle buluşmayı umarak vedalaşıyoruz.
İki gündür devam eden bayram yolculuğumuzun son adımındayız. R harfiyle başlıyor ve A’dan Z’ye bayram serimizi tamamlıyoruz.
Fitili 2010’larda Kent Şeker ateşledi. ‘Bayramlarda herkes bir yerlere kaçıyor, yaşlılarımız da gözleri yolda, boynu bükük kalıyor’ temalı senaryoya, ağlatan bir müzik eklenip duygular şelaleleştirildi. Reklamı izleyip tatil planını iptal eden ya da yoldan dönen olmuş mudur bilinmez ama markanın bir bayram reklamı klişesi yaratmakta bir ilki başardığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Üstüne akademik tezler yazılan bir tarza imza atmak, her bayram öncesi ‘Kent Şeker merakla beklenen reklam filmini yayınladı’ başlıklı haberlere konu olmak kolay iş değil.
Karışıklık yok; stand-up’çıların atası meddahlardan söz ediyoruz çünkü. ‘Bir Mekânın Anatomisi: Halk Edebiyatı Ürünlerinin Yaratma ve İcra Ortamı Olarak Kahvehaneler’ başlıklı tezinde Doç. Dr. Uğur Durmaz, “Meddahlar bir kahvehaneyi mekan olarak seçen hatta kendi isimleriyle anılan kahvehanelerin olduğu ilk seyirlik oyunculardır” diyor. Özellikle ramazan ve bayramlarda faaliyet gösteren meddah kahvehanelerini ondan dinleyelim: “Meddah, tek kişilik bir gösteri olmakla birlikte bu kişi oyunun içindeki her türlü kişi, unsur, görüntü, ses ve hareketi göstermeci yöntemle ortaya koymaktadır. Meddahların elinde bastonu, omzunda mendili ve iskemlesiyle birlikte anlatım aksesuarları ve ortamı hazırlanmış olur. Bu açıdan kahvehanelerin içinde yer kaplamayan ve pratik bir gösteri türü olarak çokça tercih edildiği söylenebilir.” Bu özel gösterilerin sadece erkeklere olduğunu unutup kahvehaneyi kafeyle, meddahı da stand-up’çıyla değiştirirseniz kolayca bugüne ulaşabilirsiniz. Gülme, eğlenme arzusu zaten zamana yenilecek şey değil.
‘Şükür’den mi ‘şeker’e döndü, ‘şeker’den neden günahmış gibi kaçılarak ‘ramazan’a sığınıldı pek takip edemedik ama şu ana kadar alıntıladığım tüm kaynaklarda da gördüğünüz gibi şeker bayramı demek de pekâlâ caiz. Kurban bayramında da şeker ikram edilir elbette ama onun asıl zirvesi bu bayram. Yusuf Ziya, ‘Bayram Geliyor’ yazısında (4 Şubat 1932, Vakit) bunu, “Ramazan gidiyor. Dört gün sonra, bayramın eli bir ay oruçtan kuruyan dudakları birer şekerle tatlılandıracak” diye anlatıyor. Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi ilanını (28 Ekim 1935, Kızılay gazetesi) “Tatlı ye tatlı söyle / Şeker kuvvet kaynağıdır / Türk şekerini tat, tadı damağında kalır / Bayramda en tatlı hediye şekerdir” sözleriyle hazırlıyor. 1930’larda şeker bayramı sevincine coşkulu milli hisler de eşlik ediyor. Nasuhi Baydar, 28 Ekim 1935 tarihli yazısında, “Şeker bayramında yediğimiz şeker Rusya’dan veya Avusturya’dan gelirdi; şimdi Alpullu’dan veya Eskişehir’den geliyor” diyerek mutluluğunu gösteriyor. Vâ-Nû da 6 Aralık 1937 tarihli, ‘Bayramdaki Değişiklikler’ başlıklı yazısında bunu vurguluyor: “Uzun zaman aç kalan vücudler tatlıyı sevdikleri için ramazan bayramında şeker yemek âdet olmuştur. Sanayi mahsulü olan şeker eski asırlarda mevcud bulunmadığından bu bayramın ‘şeker bayramı’ oluşu nisbeten yenidir, evvelleri başka tatlı maddeler ikram edilirdi. Yerli malı kullanmak fikri bizde uyandıktan sonra ‘Bayramda şeker yemeyin, kuruyemiş ikram edin!’ propagandası alıp yürümüştü. Fakat, şimdi şeker millileştiği için, buna hacet kalmadı. Bayramlardaki ikram pancar eken köylüden fabrikalara ve şehirlerdeki yüzlerce şekercilere kadar binlerce müstahsile yarıyor.” Peki bayrama hangi şekerler yakışır? Onu da Burhan Felek’ten (11 Ekim 1942, Cumhuriyet) öğreniyoruz: “Efendim bayram şekerinin esası mutlaka alaturka şekerdir. Onun için şeker bayramında alafranga bonbon, çikolata, fundan falan gibi şeyler doğrusu züppelik olmasa bile an’anemize karşı ilgisizlik belki de bilgisizlik olur. Onun için başta lezzetlû lâtilokum olmak üzere bayram şekeri badem ezmesi, badem şekeri, bergamat ve akidelerden mürekkebdir.” Yusuf Ziya’yla açtık, onun şekeri başka yerlerde de gördüğü bir diğer yazısıyla (27 Ocak 1933, Cumhuriyet) bitirelim: “Bu yıl şeker bayramının iki ayrı hususiyeti daha var: Güzellik müsabakası, matbuat balosu! Cumartesi günü müsabakada, cumartesi gecesi baloda, muhakkak ki Maksim salonu zengin bir şeker kutusuna dönecek: Bergamat gibi beyaz tenler, akide gibi kırmızı dudaklar, badem şekeri gibi çıtır çıtır, lâtilokum gibi tombul tombul güzellerle dolu bir şeker kutusu!”
Hep aynı şeyi söylediğimin farkındayım ama durum ortada; bayramları vesile bilip tatile kaçmak da yeni bir şey değil. Jale Candan’ın ‘Bayramdan Kaçanlar’ yazısı (12 Temmuz 1958, Akis) şöyle başlıyor: “Son senelerde moda oldu. İmkanı olanlar veya imkanını bulanlar bayramdan kaçıyorlar. Aile reisi çoluğu çocuğu topluyor, her türlü merasimden uzak bir kıyı köşe arıyor. Hoş orada da bayramdan kaçanların bayramlaşması var ama ne de olsa eli öpülecek bir büyük teyze, lokumunu bekleyen bir ihtiyar eski komşu yok.” Hatta ondan da eskisi var. Orhan Selim, “Eskiden bayramlar yorgunluk günleriydi, kapı kapı dolaşılır, el öpülür, el öptürülür, boyuna kapı açılır, misafir ağırlanır, misafir uğurlanırdı. Şimdi bayramlar gitgide, dinlenme günleri oluyor. Ben ve benim tanıdıklarımdan birçoğu bu bayram ya şehrin dışında oturan bir akrabaya misafir gidip yeşeren otların üstünde dört gün sırt üstü yattık, yahut kapımızı kapayıp evde başımızı dinledik. (…) Dikkat ettim, bayram yerleri de gitgide daralıyor, tenhalaşıyor, seslerini, çığlıklarını, alacalı renklerini gitgide kaybediyorlar” diyor (8 Mart 1936, Akşam). Evde olduğu halde sanki yokmuş gibi yapıp kapıyı açmamanın da eski numaralardan olduğunu hatırlatalım. Neyse ki artık böyle sahtekarlıklara lüzum duyulmuyor, açıkça tatile gideceğini söylemek ayıp sayılmıyor, dinlenmek hak görülüyor. Şehirde kalanların gözü kalmazsa bir sorun yok yani!
Eskiden uzaktaki ama gerçekten uzaktaki ahbaplarla kartpostallaşılırdı. Üstünde ‘Bayramınızı kutlularım’ yazan, genelde bulunulan yerden bir manzaranın, iki yanından bükülmüş renkli kağıdıyla bir şeker resminin eşlik ettiği, arka tarafında da yengeye, halaya, amcaya, anneanneye selam söyleyip çocukların gözlerinden öpen birkaç kısa cümlenin olduğu kartlar… Onların yerini önce SMS’ler, sonra Facebook, WhatsApp, Instagram aldı. Uzaktan tebrik için başka bir şehirde olmaya gerek kalmadı. Kalıp laflar da değişti. Arada tabii bir bocalama dönemi oldu. “Gecenin güzel yüzü yüreğine dokunsun, kabuslar senden uzakta, melekler başucunda olsun, güneş öyle bir geceye doğsun ki duaların kabul ve ramazan bayramın mübarek olsun” gibi tuhaf; “Sofranız afiyetli, paranız bereketli, kararlarınız isabetli, yuvanız muhabbetli, kalbiniz merhametli, bedeniniz sıhhatli, yüzünüz mutlu, bayramınız kutlu olsun” gibi kafiye budalası ya da “Hayat nefes aldığımız kadardır, gerçek olan güzellikler yaşandıkça anlaşılır, bu güzel günde birlikte yaşamanın ümidiyle ramazan bayramınız mübarek olsun” türünden ucuz bilgelik içeren mesajlar ortalığa saçıldı. Neyse ki yeteri kadar mavrası yapıldı da artık bu türden mesajlara daha az rastlıyoruz.
“Gecenin güzel yüzü yüreğine dokunsun, kabuslar senden uzakta, melekler başucunda olsun, güneş öyle bir geceye doğsun ki duaların kabul ve ramazan bayramın mübarek olsun”
Ramazan bayramından söz ediyorsak öncesini de bilmek gerek. ‘Üç aylar’ kalıbını ve recep, şaban, ramazan aylarından oluştuğunu duymuşsunuzdur. İslam Ansiklopedisi, “İslam dünyasında her yıl manevi bir iklimin hüküm sürdüğü ve ramazan bayramıyla sona eren üç aylar, Müslümanlara dini hissiyat ve ibadet yoğunluğu eşliğinde gündelik hayatlarını sorgulama, yenileme ve zenginleştirme fırsatı sunmaktadır” diyor. İslamiyette mübarek sayılıp kutlanan Regaib, Miraç, Berat ve Kadir gecelerinin bu aylarda yer alması da üç aylara ayrı bir önem verilmesine zemin hazırlamış. Genel eğilim orucun ramazanda tutulması ama tamamında yani ‘üç aylar orucu’ tutmak da mümkün. Ansiklopedi bilgileri bir de uyarıyla bitiriyor: “Üç aylarda vefat eden kimsenin sorgusunun yapılmayacağı yolundaki inanışın da aslı yoktur.”
Bayrama yakın yapılan bir Osmanlı hayrı. Eski adıyla zimem defteri kapatma. Zimem, zimmetin çoğulu; zimmet de bir kişinin ödemeye mecbur olduğu borç demek. Gizli verilen sadakanın daha sevap olduğuna inanıldığı için eski dönemlerde ramazan günlerinde pek çok zengin, uzak bölgelere gidip bakkal, manav dükkanlarına girer, zimem yani veresiye defterinden güçleri nispetinde borcu temizleyip gidermiş. Böylece ödeyen de borçlu da birbirini görmez ama en azından birkaç aile bayrama mutlu girermiş. Bu gelenek de aslında artık sosyal yardım hesapları ve kampanyalarıyla hatta kapsamı genişleyerek yaşatılıyor.
Bizde özenilen sofra dedin mi etlisiyle, zeytinyağlısıyla bu yemek gelip sofraya kurulur. Dolayısıyla kendisi bayram sofrasının da gediklisi. Yaprak dolma mı sarma mı meselesiyse ezelden beri karışık. 11 Şubat 1941 tarihli Vakit gazetesinde şöyle deniyor mesela: “Fakat yaprak dolması aslında yanlış değil midir? İçi olan ve içi boş bir şey olan dolar. Yaprak gibi şeyler başka bir maddeye sarılır. Yani doğrusu yaprak sarmasıdır.” Lezzetinin yanı sıra sağlıklı da bulunan bir yemek bu. 24 Nisan 1930 tarihli Vakit’te Dr. Mazhar Osman Bey’in ‘Sıhhi Sahifeler’ isimli mecmuasında verdiği ucuz ve sağlıklı yemek listesinden bahsediliyor. Doktor, asma yaprağını övdükten sonra, “Etle yapılan dolması lüzumundan fazla mukavvidir. Halbuki yalancı dolma pirinç ve zeytinyağı gibi maddeleri de haiz olduğu için en mükemmel bir gıda sayılır” diyor. Burhan Felek ise sarmayı hafif bulup sahurda yiyenlerden: “Sahur denilen supeye gelince, ertesi günü açlığa dayanabilmek için mümkün olduğu kadar geç yenilen bu yemekte ekseri hafif şeyler bulunurdu: Yaprak dolması, makarna, pilav ve mutlaka hoşaf.” Peki yalancı dolmanın güzeli nasıl yapılır? Gelin yine ‘Aşçıların Sığınağı’na sığınalım, üzümsüz-fıstıksız sarma mı olurmuş diye de şaşıralım: “Yüz dirhem miktarı âlâ rûgan-ı zeyt tavada yandıkta bir kıyye miktarı soğanı ince doğrayıp pişireler. Tamam kızarmaya yüz tuttukta bir kıyye miktarı dahi yıkanmış Mısır pirincini vazedip karıştıralar. Cüzi levni dönüp sarardıkta içine iki-üç fincan su koyup birkaç kere tıkırdadıkta indirip içine tuz ve biber ve tarçın ve döğülmüş kuru nane ilave ettikte iyice karıştırıp taze haşlanmış asma yaprağına ince ve uzunca sarıp altına asma çubukları dizilmiş tencerenin içine aralarına çakal eriği ile tertip üzre istif edip üzerine tencerenin ağzından küçürek sahan veya lenger ile bastırıp ve üstüne çıkar çıkmaz su koyup kapağını kapadıkta tabh oluna. Suyunu çektikte bir kere yoklamak lazımdır. Eğer dirice ise bir miktar dahi su konula. Çünkü her pirincin kuvveti başka derecede olur. Meşhuru budur.”
24 Nisan 1930 tarihli Vakit’te Dr. Mazhar Osman Bey’in ‘Sıhhi Sahifeler’ isimli mecmuasında verdiği ucuz ve sağlıklı yemek listesinden bahsediliyor. Doktor, asma yaprağını övdükten sonra, “Etle yapılan dolması lüzumundan fazla mukavvidir. Halbuki yalancı dolma pirinç ve zeytinyağı gibi maddeleri de haiz olduğu için en mükemmel bir gıda sayılır” diyor.
Listemizi bayramın özü olan kelimeyle bitiriyoruz. Öncelikle geleneğe göre bayramın en geç ikinci gününe kadar kabristanlara gidildiğini söylemek lazım. Sonra da bu ziyaret meselesinin de geçmiş zamanlardan bugüne sorun olduğunu hatırlatmak… Hakkı Süha Gezgin’in 83 sene önceki yazısı (24 Ocak 1940, Vakit) mesela, hislere ziyadesiyle tercüman: “Bayramın bendeki izi, boşluktur. İnsana korku ile üzüntü arasında garip duygular veren bir boşluk. Bayramda eviniz sizin değil, vaktiniz sizin değildir. Hatta kendiniz bile sizin değilsiniz. (…) Alp seyyahı ile İstanbul bayramcısı arasında fark yoktur. Fatih’te bir dostu, Üsküdar’da bir akrabayı, Kavak’ta bir tanıdığı, Ada’da bir bildiği ziyaret etmeye kalkıştınız mı, muhacir kuşlara dönersiniz. (…) Seneden seneye hatırladığınız adamlarla oturur, konuşursunuz. Dilinizde acemi bir tutukluk, sesinizde itimatsız bir titreme belirir. Bu kendi kendinizden ayrılış gibi tatsız bir şeydir. Senede bir kere görüştüğünüz kimsenin huyunu suyunu bilmezsiniz ki onu neşelendirecek şeyler bulup söyleyesiniz. Boş, manasız konuşmanın ise azabı işkencelerin en korkuncu sayılır.” Jale Candan’ın Akis’teki 12 Temmuz 1958 tarihli yazısıyla devam edelim: “Bayram ziyaretleri hakikaten keşif seyahatleri gibi olmuştur. Farzedelim ki Kadıköy’den kalkmış Yeşilköy’e, oradan Ada’ya, oradan Boğaz’a gitmeye hazırlanıyorsunuz, çocuklar elinizde, gözleriniz yüzünüze bile bakmadan geçen mağrur şoförlerde… Kafanızda binbir düşünce, binbir ihtimal var. Ya gideceğiniz kimseler de size gelmek üzere yola çıkmışlarsa? Dağınık bir şehirde, bir büyük şehirde hâlâ telefon derdinin halledilememesi ne büyük eksikliktir. Ziyaretten maksat kartvizit bırakıp gitmek değildir ki. Sonra şeytan bu ya! İnsanın aklına neler getirir. Ya eski yol kapanmışsa, ya ev istimlake uğramışsa? Ama bu müddet zarfında henüz bir taşıt vasıtası size kapılarını açmamıştır. Düşünür bekler, bekler düşünürsünüz…” Şimdi siz söyleyin; her iki yazıda da birkaç kelimeyi ve tarihi değiştirsek hepinizi bugün yazıldıklarına ikna eder miyiz, edemez miyiz?
Herkese değişimlerin güzellikler getirdiği, mutlu bayramlar dileriz.