ABD’den yeni kısıtlamaların gölgesinde Çin’e yolculuk
'10'ca bilim arasında'da bu hafta ötegezegenleri, yanardağları ve buzulları ziyaret ediyor, dinozorların yaşasalardı ne kadar zeki olacağını ve yayınevlerinin yapay zeka destekli çevirileri kullanmasını tartışıyoruz. Yolculuğa hazır mısınız?
Aşırı sıcaklardan kavrulmaya devam ettiğimiz bir haftayı daha geride bırakıyoruz. Bu hafta da sizi kısa bir süreliğine de olsa dünyadan uzaklaştırıp ötegezegenlere doğru bir yolculuğa çıkaracağız. Gerçi gideceğimiz yer de kendi yıldızına epey yakın bir ötegezegen olacak ama en azından koruyucu bir kalkanı olduğunu söyleyebiliriz. Sonrasında rotamızı dünyadaki yanardağlara çevireceğiz. Burada alan araştırmaları yapacak, nihayet buzullara doğru serin ancak endişe verici olmaya devam eden bir yolculuk yapacağız. Buradan da tarihte geriye giderek yaşasalardı dinozorların ne kadar zeki olabileceğini irdeleyeceğiz. Çok oyalanmadan günümüze dönecek ve kendimizi başka bir tartışmanın içinde bulacağız: Yapay zeka ürünü çevirileri habersizce satmak ne kadar doğru?
Ötegezegenlere ilişkin yeni bir analiz, bu gezegenlerin dünyadaki yaşam için gerekli bir bileşen olan sıvı suya ev sahipliğini yapma şansının daha önce düşünülenden çok daha yüksek olduğunu ortaya koyuyor. Araştırmacılar donmuş yüzeylere sahip ötegezegenlerin bile yüzey altı sıvı su okyanuslarına sahip olabileceğini keşfetti. Bu yüzey altı suları dikkate alınmadan önce her 100 yıldızda bir kayalık gezegenin sıvı suya sahip olabileceği düşünülüyormuş. Yeni model ise koşulların uygun olması halinde yıldız başına bir gezegenin sıvı suya sahip olabileceğini gösteriyor. Bu da yaşam için gerekli bu unsuru bulma olasılığının, bilim insanlarının düşündüğünden 100 kat fazla olduğunu ortaya koyuyor.
Bu nedenle evren, bilim insanlarının daha önce tahmin ettiğinden daha fazla yaşanabilir gezegenle dolu olabilir. Araştırmanın öncüsü ve Rutgers Üniversitesi’nde bilim insanı olarak çalışan Lujendra Ojha, “Sıvı suyun varlığının yaşam için elzem olduğunu biliyoruz. Çalışmamız bu suyun daha önce pek dikkate almadığımız yerlerde de bulunabileceğini gösteriyor. Bu da teoride yaşamın mümkün olabileceği ortamları bulma şansımızı önemli ölçüde artırıyor” dedi.
Peki araştırmacılar bunu nasıl tespit etti? Galaksimizdeki en yaygın görülen yıldız türü olan, güneşten daha küçük ve daha soğuk kırmızı cücelerin etrafındaki gezegenleri incelediler. M-cüceler olarak da bilinen bu kırmızı cüceler, Samanyolu’ndaki yıldızların yaklaşık yüzde 70’ini oluşturmakla kalmıyor, Dünya benzeri kayalık gezegenlerin çoğunun da etrafında bulunuyor. Ekip, buzlu bir kabuğa sahip kayalık gezegenlerin alttan ısınması sayesinde sıvıya sahip olmalarını sağlayan iki yol üzerinde durdu.
Birincisi suyun yüzeyde stabil halde kalmasını sağlayacak uygun miktardaki sera gazı. Bu sera gazları kaybedildiğinde ortalama yüzey sıcaklığı -18 dereceye düşer ve yüzeydeki sıvı suyun çoğu tamamen donar. Birkaç milyar yıl önce aynı durumu biz de yaşadık. O dönemde sıvı su gezegenin derinliklerinden gelen radyoaktivite ile muhafaza edildi. İşte araştırmacılar radyoaktivite ile ısınmanın şu anda Mars’ın güney kutbu yakınlarında da gerçekleşebileceğini gösteren kanıtlar olduğunu söylüyor.
Ekibe göre sıvı suyun korunmasına yardımcı olabilecek bir diğer yöntem ise çevredeki çok daha büyük bir cismin yerçekimi etkisinin, dışa doğru donmuş gezegenin iç kısmının durmadan titreşmesine neden olması. Mesela Europa ve Enceladus, yüzeyleri tamamen donmuş olsa da Satürn ve Jüpiter gibi yörüngesinde bulundukları büyük gezegenlerin yerçekimsel etkileri sebebiyle sürekli titreşiyorlar. Bu iki uydunun kritik miktarda yeraltı sıvı suyuna sahip olduğunu biliyoruz.
Avrupalı bilim insanlarından oluşan bir ekip, ışıl ışıl parlayan LTT9779 b adındaki bir ötegezenin neden bu kadar fazla parladığını bulduğunu söylüyor. Yakın zamanda yayımlanan makalelerine göre, bu aşırı ışıltının, ‘ultra sıcak’ gezegenin aşırı metal titanyum bulutlarıyla küçük bir ilgisi var. Dünya’dan 260 ışık yılı uzaktaki bir yıldızın yörüngesinde dönen bu ötegezegen, galakside keşfedilen gezegenler arasından en yüksek geri yansıyan ışık oranına sahip. Bağlam açısından belirtmekte fayda var: Dünya’nın geri yansıyan ışık oranı yüzde 30’ken, Güneş Sistemi’ndeki en yüksek orana sahip Venüs’te bu oran yüzde 75’i buluyor. LTT9779 b’nin oranı ise 80. Varın siz düşünün.
Neptün kadar büyük olan bu gezegen her 19 saatte bir tam yörünge çizdiği için kendi yıldızına da son derece yakın. Ars Technica, sadece çok küçük, kayalık veya çok büyük, gaz gezegenlerinin yıldızlarına bu kadar yakın olduğunu belirtiyor. Yıldızına bu kadar yakın olduğu için yüzey sıcaklığının da 2000 derece civarlarında olduğu düşünülüyor. Bu sıcaklık ve yakınlıkta bilim insanları, böyle bir parlaklık bir yana dursun, öyle fazla bir atmosfere sahip olmasını bile beklemezler. Cote d’Azur Gözlemevi’ndeki araştırmacılar bunun gibi gezegenlerin atmosferlerinin, yıldızları tarafından havaya uçurulmasını ve geriye çıplak bir kaya bırakmasını beklediklerini söylüyor.
Araştırmacılar gezegenin parlaklığının sırrını çözmek için Avrupa Uzay Ajansı’nın ikinci nesil ötegezegen izleme uydusu CHaracterising ExOPlanet Satellite’nin (CHEOPS) verilerini incelemişler. Buna göre ortaya çıkan teori, koruyucu bir ayna görevi gören camsı ve metal bulutların LTT9779 b’yi koruması. Bu bulutlar ışığı yansıtıyor ve gezegenin hem çok ısınmasını hem de buharlaşmasını önlüyor. Ayrıca yüksek oranda metalik olması da gezegeni ve atmosferini ağırlaştırdığından patlamasını zorlaştırıyor. James Web yakında objektifini LYY9779 b’ye çevirecek. Yani bu tuhaf gezegen hakkında daha fazla bilgi edinmemiz yakın.
Dünya genelinde neredeyse her 10 kişiden biri aktif bir volkanın yakınlarında yaşıyor. Bunun sebebi de aktif yanardağların bulunduğu yerlerde tarım yapmaya uygun verimli toprakların olması. Bundan yaklaşık bir ay önce Filipinler’deki bir yanardağ ile ilgili bir haber yayınlamıştık. AP bölgedeki insanlarla konuşmuş, bir tane kadın yakın zamanda ölen kocasını daha gömemeden köyden tahliye edildiğini anlatmıştı. Kocasının tabutunu yanına alan gözü yaşlı kadın, parasının bittiğinden yakınarak eşini nasıl gömeceğini bilemediğini anlatmıştı.
Science Advances’te yayımlanan yeni bir araştırma, volkanın ne zaman patlayabileceğinin önceden tespit edilebilecek ve tehlikenin dibinde yaşayan insanların apar topar değil de daha sistematik bir şekilde tahliye edilmesine yardımcı olabilecek yeni bir yöntemin habercisi olabilir. The Conversation’a çalışmalarını anlatan Teresa Ubide Et Al, zaman içinde püsküren magmanın kimyasal bileşimini okumak için lazer teknolojisini kullandıklarını söylüyor.
Magma patlayarak lav akıntısına dönüştüğünde, gazı (su buharı, karbondioksit, kükürt dioksit vb.) serbest bırakıyor ve soğuyarak volkanik bir kayaya dönüştürüyor. Bu kaya, yüzeyde hızla soğuyan daha ince bir kaya matrisine gömülü, volkanın içinde yavaşça soğuyan kristaller içeriyor. Sonuç olarak volkanik kayalar biraz da ‘taşlı yol’ çikolatasına benziyor. Yanardağın bağrında oluşan kristaller, patlamaya giden sürecin birer arşivini oluşturuyor.
Onları yüzeye taşıyan eriyiğe ve eriyik özelliklerinin patlama boyunca nasıl değiştiğine odaklanmak istenildiğinde araştırmacıların önüne kristaller çıkabiliyor. Araştırmacılar bu büyük kristaller arasındaki kaya matrisini patlatmak için göz ameliyatında kullanılanlara benzer bir ultraviyole lazer kullanmış. Daha sonra da volkanik matrisin kimyasal bileşimini belirlemek için lazerin çıkardığı parçacıkları kütle spektrometresi ile analiz etmişler. Bu yöntem hızlı bir kimyasal incelemeye olanak sağlamış. Bu lazer yöntemiyle lav yapısındaki değişimlerin sülfür dioksit salınımlarındaki değişikliklerin yanı sıra püskürme tarzı ve bunun sonucunda ortaya çıkan tehlikelerle bağlantılı olduğunu görmüşler.
Büyük Patlama birbirinin zıttı olan madde ve antimaddeyi eşit miktarda yaratmalıydı. Ne var ki evrende madde daha çok yaygınken antimadde daha az bulunuyor. Fizikçiler daha önce bunun sebebi olarak bazı atom altı parçacıkların varlığının dengeyi madde lehine çevirdiğini öne sürmüştü. Bu tür parçacıklar o kadar büyük kütleli oluyor ki üretilmeleri için çok fazla enerji gerekiyor. Öyle ki dünyanın en büyük parçacık hızlandırıcısı olan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda bile tespit edilmeleri en azından mevcut teknolojiyle mümkün değil. Bu da elektronun yuvarlığına ilişkin hassas çalışmaları parçacık fizikçileri için önemli bir deney haline getiriyor.
Fizikçilerin geçen hafta cuma günü Science dergisinde yayımlanan çalışmasında, yapılan yeni bir ölçümün atomaltı parçacıkların yuvarlak şeklini rekor denilebilecek bir doğrulukla teyit etti. Colorado Boulder Üniversitesi’nden fizikçi Tanya Roussy, “Guinness’in bunu takip ettiğini sanmasam da öyle bir şey olsaydı yeni bir dünya rekoruna sahip olurduk” diyor. Bu mükemmele yakın yuvarlaklık, evrenin nasıl olup da karşıtı olan antimadde yerine maddeyle dolu hale geldiğinin ardındaki gizemi derinleştiriyor. Zira elektronun şeklindeki olası bir asimetri, yani parçacığın elektrik yükünün dağılımındaki bir değişiklik, bugün burada olmamamıza yol açabilecek kadar büyük sonuçlar doğurabilirdi.
Bu kuvveti görmek için de hafniyum florürün elektrik yüklü moleküllerinin enerji seviyelerindeki değişiklikleri aradılar. Elektronlar üzerindeki herhangi bir basınç, ‘yumurtanın’ elektrik alanına göre hangi yöne hareket ettirildiğine bağlı olarak moleküllere farklı enerji düzeyleri verebiliyor. Araştırmacılar, moleküllerin enerji seviyelerinde elektronun yuvarlaklığını doğrulayacak şekilde hiçbir fark bulamadılar.
Ekip parçacığın şeklini ölçmek için elektronların akımın olduğu bir alanda hareket edip etmediğine baktılar. Elektronlar yuvarlak değil de hafif yumurta şeklinde olsaydı akım alanı bunlara, yerçekimi sebebiyle bir yumurtanın düşmesi gibi bir kuvvet uygulardı. Elektronun yuvarlaklığının önceki en iyi ölçümünün arkasındaki bilim insanlarından biri olan Chicago Üniversitesi’nde fizikçi olan David DeMille, bu tür deneylerin daha da gelişmeye ve daha büyük kütleli parçacıkları test etmeye doğru yol almamızı sağladığını söylüyor. Şimdilik yeni çalışma herhangi bir gizli parçacıktan iz sunmadı. Dolayısıyla maddenin nasıl üstünlük kazandığı hâlâ çözülmemiş bir gizem.
10Haber olarak biz de iklim değişikliği ile ilgili içinize su serpecek haberler vermek istiyoruz ancak insanların sebep olduğu sera gazı salınımlarında bir azalma yaşanmaması bunun önüne geçiyor. Son zamanlarda Nature dergisinde yayımlanan endişe verici başka bir çalışma Kuzey Kutbu’ndaki buzulların erimesinin güçlü bir sera gazı olan metanın antik dönemden kalma birikintilerinin atmosfere salınmasına yol açtığını öne sürüyor.
Norveç’in Svalbard Takımadası’nda buzulların geri çekilmesini inceleyen araştırmacılar, azalan buzulların yeni, uzun süredir buz tutmuş toprakları ortaya çıkarmasıyla gazın da açığa çıktığını tespit etti. Buz çekildikçe eski yeraltı suları yüzeye çıkarak küçük, yer üstü kaynakları oluşturmuşlar. Araştırmacılar inceledikleri 123 kaynaktan 122’sinin antik metan birikintileri içerdiğini keşfetti. Bu yeni keşfedilen Arktik kaynakların sonucu olarak atmosfere ne kadar metan salındığı tam olarak bilinmiyor.
Araştırmanın başyazarı ve Cambridge Üniversitesi’nde bilim insanı olarak çalışan Gabrielle Kleber, Washington Post’a yaptığı açıklamada, “Bu, iklim değişikliğinin neden olduğu bir döngü. Buzullar iklimin ısınması nedeniyle eriyor ve metan gazı salınımını tetikleyen su kaynaklarına alan açıyor” dedi. Gazete, yeni keşfedilen metanın milyonlarca yıllık olduğuna inanıldığını yazıyor. Kleber, “Bu metan, bakteriler tarafından üretilen metanlardan değil, kayaların oluştuğu dönemde ortaya çıkmışlar” dedi. Bilim insanları dünyanın karşı karşıya olduğu manzaradan epey umutsuz. Kleber, “Gözlerimizin önünden yüzlerce metreküp suyun akıp gitmesini izlemek ve var olan iklim şartlarıyla bunun yerini hiç dolduramayacağımızı bilmek üzücü. Bir de tabii buzuldan fışkıran metan kaynaklarımız var” diye belirtti.
Soyu tükenmemiş olsaydı bugün bir dinozor türü dünyaya hakim olabilir miydi? Bilinçli, teknolojiye hakim sürüngenler fikri akıllara Star Trek’in Gornlarınıya da Doctor Who’nun Silurianlarını getiriyor. Peki bu konuda 40 yılı aşkın bir süredir bilimsel tartışma döndüğünü söylesek? Yakın zamanda Journal of Comperative Neurology’de yayımlanan iki analiz sayesinde bu soru yeniden gündeme geldi.
Vanderbilt Üniversitesi Beyin Enstitüsü’nden Suzana Herculano-Houzel, dinozorlardaki gelişmiş bilişsel işlevlerden sorumlu olan ve memelilerdeki kortekse karşılık gelen palyumdaki olası nöron sayısını hesapladı. Dinozorların hayatta kalan tek soyu kuşlar olduğundan Herculano-Houzel, kuş ve sürüngenlerin beyin büyüklüğü, nöron sayısı ve vücut büyüklüğü ile soyu tükenmiş dinozorların mevcut fosillerini karşılaştırmış. Buna göre Tyrannosaurus rex gibi büyük bir dinozorun palyumunda iki ila üç milyar nöron olabildiği sonucuna varılmış. Bu bulguyu herhangi bir canlıya benzetecek olursak bu hayvan babun olacaktır. Bu da büyük dinozorların oldukça akıllı canlılar olmasının mümkün olduğunu gösteriyor. Eğer uygun koşullar sağlansaydı hiçbir şeyin ‘dinozor sapiens’in evrimini engelleyemeyeceği düşüncesi kulağa o kadar da saçma gelmiyor.
Tabii zekâ için tek ölçüt nöron sayısı değil. Zeka için beynin yapısı da önem taşıyor ve Tennessee Üniversitesi Sağlık Bilimleri Merkezi anatomi ve nörobiyoloji bölümünden Anton Reiner’e göre dinozorların bizimkiyle karşılaştırılabilecek bilişsel yetenekler geliştirmiş olması pek olası değil. Zira günümüzde dinozorlardan geriye kalan kuş türlerinin beyin yapısındaki düzen çok daha az kompakt. Dolayısıyla dinozorlar çok zeki olsalar bile insanlar kadar zeki olmayabilirlerdi.
Şimdiki haberimiz biraz fıkra gibi. Kuşları uzak tutmak için binalara yerleştirilen çivileri Avrupa’nın çeşitli yerlerindeki bu hayvanlar yuva yapmak için kullanıyor. Kuşlar genellikle dikenli dalları yuva malzemesi olarak kullanıyor, bunun sebebi de yuvalarını ve yavrularını yırtıcılardan korumak. Ne var ki artık şehirlerde dikenli dallar kalmadığından kuşlar ‘kuşsavar’ çivilere yöneldi. Hollanda’daki Naturalis Biyoçeşitlilik Merkezi’nden Auke-Florian Hiemstra ve meslektaşları, kuşlardaki bu davranışı şimdiye kadar Hollanda’da leş kargalarında; Belçika, Hollanda ve İskoçya’da da Avrasya saksağanlarında gözlemiş. Araştırmacılar ayrıca kuşların dikenli tellerin üzerinde de saksağan yuvaları görmüş. Şimdi asıl soru sivri uçlu yuvaların yavruları korumakta ne kadar başarılı olduğu. Tabii insanların başlarından savmak için kullandıkları silahları, canlıların kendi çıkarları için kullandıklarını görmek de ayrı bir ironik.
Alman otomobil markası Volkswagen, ABD’deki ilk otonom sürüş programını Teksas’ta başlatacağını duyurdu. Bu, özellikle de ABD’de önceki girişimleri fiyaskoyla sonuçlanan markanın otonom araç piyasasında bir yer edinmek için adım attığı son girişim. Volkswagen’in yenilenme çabalarına öncülük edecek olan ID Buzz elektrikli minibüs, genelde hippilerin tercih ettiği eski Microbus’ların bir bakıma manevi halefi olacak. Volkswagen bu minibüslerden 10 tanesinin yıl sonuna kadar Teksas’ın Austin sokaklarında yola çıkacağını belirtiyor. Ancak şimdilik işe bu ay testlere girmesi planlanan iki minibüsle başlanacak. Ne var ki Volkwagen’in önceki girişimlerinde ortaya çıkan kaos göz önüne alındığında şirketin kendini kanıtlamaktan başka çaresi olmadığını söylemek çok da yanlış olmaz. Şirket bu sefer minibüsü için kendi araç paylaşım hizmetini kullanmayı planlamıyor ve araçlarının yoldan çıkmasını önlemek için şehir içinde özenle haritalandırılmış belirli yerlere ‘coğrafi olarak kilitleneceğini’ ve en kötü senaryoda da güvenlik için sürücü koltuğunda bir kişinin olacağını söylüyor. Bize de bekleyip görmek kalıyor.
Dün sosyal medyada karşıma Dedalus Yayınevi’nin yayımladığı bir açıklama çıktı. Bu açıklamada bazı kitaplarında yapay zeka destekli çeviri yaptıklarını kabul ediyorlardı. Yayınevi kitaplarında aslında var olmayan çevirmen isimlerini kullanmasını da ‘bilmece’ olarak nitelendirmiş, okurların bunu kendi kendilerine fark etmesinin yayın sektöründe yeni bir tartışma yaratmasını amaçladıklarını belirtmiş. Aşağıya açıklamanın tamamını koyacağım, okumak isterseniz oradan bakabilirsiniz.
Çeviri destekli programları çevirmenler de günümüzde kullanıyor. Hatta üniversitelerde artık bunların eğitimi veriliyor, şirketler çevirmen adaylarından CAT, Trados gibi programları bilmelerini bekliyor. Dolayısıyla Dedalus’un çevirmen ve editörleri bu aşamada, yapay zekanın eksiklerini kapatmak için yapay zeka editörü olarak kullanmasında mantıksız bir şey yok. Böyle bir teknoloji gelişiyorsa bunu kullanmamak sadece çalışanın yükünü artırmakla kalır ki özellikle yayın sektöründe fakir ve orta halli ailelerin çocuklarının, tek bir kitaba bir ya da birkaç ayını ayırması hiç mümkün değil. Hele hele teliflerin çoğu zaman kitap basıldıktan sonra tek bir sefer verildiği düşünüldüğünde. Burada ufak bir parantez de açalım, bazı zamanlar bu kitaplar basılmıyor bile, sosyal medyada Püren Özgören gibi önde gelen çevirmenlerin bile basılmayan çevirileri için üzüntülerini dile getirdikleri paylaşımlara denk gelebilirsiniz
Burada asıl sıkıntı, okurların da dile getirdiği üzere kitabın üzerinde, ‘Bu kitabı yapay zeka çevirmiştir, düzeltisini şu şu isimler yapmıştır’ gibi bir ibarenin olmaması. Okurlar bunu Dedalus’un da ‘amaçladığı’ gibi ilk olarak kendileri fark etmiş. Yayınevi de zaten buna istinaden açıklama yapma gereği duymuş. Şimdi okurların eleştirdikleri şey, yapay zeka tarafından çevrilen bir kitabı alıp almama hakkının kendilerine tanınmaması.
Tabii genel olarak bir diğer soru da çevirmenlere çevirdikleri kitaplar için zaten çok kısıtlı bir ödeme yapan yayınevlerinin kaçının yapay zeka çevirileri için çevirmen/editörlere danışacağı meselesi. Tabii bu yaygın bir uygulama haline gelirse insanlar kitapları satın almak yerine merak ettikleri eserin aslının pdf’ini internetten bulup yapay zekaya doğrudan çevirtebilir de. Bu durumda yayınevleri de zararlı çıkar.
Açıklama: pic.twitter.com/n4KAXC4VG9
— Dedalus Kitap (@dedaluskitap) July 14, 2023