Liberteryen Parti’den medet uman Trump protesto edildi
Sinemada 'atom bombasının babası' yıllardır ya eksik ya da yanlış bir şekilde yorumlanıyor. Yönetmen Christopher Nolan'ın bugün gösterime giren filmi, J. Robert Oppenheimer'ı nihayet doğru anlatan o yapım olabilecek mi? Bu yazıda Oppenheimer'ın geçmişi ve hakkındaki filmleri okuyacaksınız.
Smithsonian Magazine, ‘atom bombasının babası’ olarak anılan J. Robert Oppenheimer’ın hikâyesini anlatarak, bu bilim insanı hakkında önceden beyaz perdeye aktarılan yapımların eksikliğine değinmiş, yönetmen Christopher Nolan’ın yeni filmi ‘Oppenheimer’ın yıllardır süregelen basmakalıp Oppenheimer anlatısının dışına çıkıp çıkmadığını irdelemiş. Bu uzun ama muhteşem yazının çevirisini paylaşıyoruz.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana sanatçılar ve tarihçiler, hem atom bombasının mucidi hem de Manhattan Projesi laboratuvarının yöneticisi olan teorik fizikçi J. Robert Oppenheimer’ın büyüsüne kapılmıştır. 1946’dan itibaren hakkında sayısız belgesel, mini dizi, oyun, kitap, çizgi roman, sinema filmi ve hatta opera gösterisi yapılan bu zeki ve esrarengiz bilim insanının hayatı, çalışmaları ve mirası, tekrar tekrar mercek altına alındı. Ancak son yıllarda bu yapımların çoğunun çizdiği yol, tek bir popüler imgeye indirgenmiş durumda: Oppenheimer, icadına hapsolmuş arızalı bir dâhiden başka bir şey değildi. Oppenheimer, 1965 tarihli bir NBC News belgeselinde Bhagavad Gita’dan bir dize okuyarak kendini, “Şimdi ben ölüm oldum; dünyaların yok edicisi” diyerek ifade etmiştir.
Ancak Oppenheimer’ın hayatı, pişmanlık duygusundan çok daha fazlası demekti. 2005’te Pulitzer Ödülü alan biyografi kitabı ‘Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenheimer’ın Zaferi ve Trajedisi’nin yazarlarından Kai Bird, Oppenheimer hakkında, “Atom bombasının babası, enteresan biriydi” diyor. “Ancak hikâyesindeki kilit noktası trajediydi.”
Christopher Nolan’ın bugün Türkiye’de de vizyona girecek olan ‘Oppenheimer’ filmi, bu bilim insanının hayatını bütünüyle ele alan ilk uzun metrajlı film olacak ve görünüşe göre muazzam bir eser olmayı vaat ediyor. Başrolünde ‘Peaky Blinders’ ile dünya genelinde ün kazanan Cillian Murphy’nin yanı sıra A sınıfı bir oyuncu kadrosunun bulunduğu film, bilim insanını ve yönettiği çok gizli bomba projesini ABD’nin yeni nesline tekrardan anlatmayı hedefliyor. Film, ana kaynak olarak ‘Amerikalı Prometheus’u baz alıyor. Oppenheimer, bu karizmatik, çelişkili adamın zihinlerde yeniden yer etmesi için bir fırsat sunuyor. Bu fırsatı sunarken, geçmişteki yapımların onun hikâyesini anlatmada ne denli başarılı ve başarısız olduğunu da gösterecek. Film, bir anlamda geçmiş yapımlara meydan okuma niteliği taşıyor da denilebilir.
Oppenheimer, 1904 yılında New York’ta seküler bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğdu ve Manhattan’daki Etik Kültür Okulu’nda eğitim gördü. Sadece üç yılda Harvard Üniversitesi’nden üstün başarıyla mezun oldu. Harvard onun için kolay olduysa da, ergenlikten çıkması çok zor oldu. Cambridge Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisiyken psikolojik sorunlarla boğuştu ve bir elmayı kimyasallarla doldurup hocasının masasına bıraktıktan sonra göz hapsine alındı. Oppenheimer gelecekte bu zamanlarını “Kendimi öldürme noktasına gelmiştim” diyerek anımsayacaktı. Ancak 1939’da, İkinci Dünya Savaşı başladığında Oppenheimer, Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nde saygın bir fizikçi olup çıkmıştı. Bird, onun bu zamanlarını, “Karikatürize biri gibiydi, tam tuhaf profesör tiplemesiydi” diye anlatıyor. “Sanskritçe okuyan, I. Elizabeth dönemi şiirini seven, ata binen ve harika martini yapan entelektüel bir hepçildi.”
Bir de, Nolan’ın filminde Florence Pugh’un hayat verdiği, siyasete olan ilgisini ortaya çıkaran Komünist Parti’nin bir üyesi olan Jean Tatlock’a aşıktı. Kâr amacı gütmeyen Atomik Miras Vakfı’na göre Oppenheimer ‘büyük ihtimalle komünist ideolojiye sempati besliyordu’, ancak partiye hiçbir zaman resmi olarak katılmamıştı. Kai Bird ve kitabın Ekim 2021’de 84 yaşında vefat eden diğer yazarı Martin J. Sherwin’in Amerikalı Prometheus’ta yazdığına göre, Robert Oppenheimer’ı parti üyesi olarak yaftalamaya çalışmak, FBI’ın uzun yıllar boyunca araştırıp hüsrana uğradığı üzere, beyhude bir çabaydı. Ancak en yakın arkadaşlarının ve ailesinin çoğu bir noktada parti üyesiydi: Kardeşi Frank Oppenheimer; arkadaşı Haakon Chevalier; ve gelecekteki eşi Kitty Oppenheimer. Parti ve kendisi arasındaki bu bağlantıların, hayatının ilerleyen dönemlerinde fizikçi üzerinde şüphe uyandırmaması kaçınılmazdı.
Öte yandan, Oppenheimer’ın siyasi eğilimleri onun yolunu 1942 yılının başlarında bir projeyle kesiştirdi. Bu proje, Başkan Franklin D. Roosevelt tarafından onaylanan ve ülke çapında çok sayıda bilim insanını bir araya getiren gizli bir projeydi. Projeden üç yıl önce Albert Einstein, Roosevelt’e bir mektup yazarak nükleer füzyon alanındaki atılımların ‘yeni ve son derece güçlü bombalar’ doğurabileceği uyarısında bulunmuştu. O zamandan itibaren bir yarış başlamıştı: Almanya’dan önce bu bombalardan birinin nasıl yapılacağını bulma yarışı.
1942 yılının yazında Oppenheimer, Berkeley’de bir dizi gizli seminere katıldı ve burada ABD’nin en iyi fizikçileri, atom bombasının ana hatlarını belirledi. Oppenheimer, adeta bir yönetici olmak için doğmuştu. Daha sonra aleyhinde tanıklık yapacak olan meslektaşı Edward Teller, “İnsanları idare etme becerisini nasıl edindiğini bilmiyorum” diyor, “Onu iyi tanıyanlar şaşkınlığa uğramıştı.”
Tam oyuncu listesine bakıldığında yapım, Nobel Ödüllü Niels Bohr rolündeki Kenneth Branagh da dahil olmak üzere, 1930 ve 40’lardaki tüm teorik fizik figürlerini yeniden resmediyor. Projeye dahil olan bilim insanları, doğrudan Oppenheimer’a rapor veriyordu ve o da bir laboratuvarı nasıl yöneteceğini 38 yaşında iş başındayken öğreniyordu.
Aynı yılın eylül ayında, daha önce Pentagon’un inşasını denetlemiş bir ordu mühendisi olan ve filmde Matt Damon’ın canlandırdığı General Leslie Groves, Manhattan’daki ilk ofisleri açıldıktan sonra o zamanlar Manhattan Projesi olarak adlandırılan projenin başına geçti. Groves, inşaattan anlıyordu ama fizikten anlamıyordu, bu yüzden Berkeleyli fizikçi dikkatini çekmişti. Bird ve Sherwin, “Groves’un gezisi sırasında tanıştığı Oppenheimer, bir atom bombası yapmanın sektörler arası sorunlara pratik çözümler bulmayı gerektirdiğini kavrayan ilk bilim insanıydı” diye yazıyor. Oppenheimer, Groves için kesin bir seçenek değildi, Oppenheimer’ın Berkeley’den bir meslektaşı, onun hakkında “Bir hamburger büfesini bile işletemezdi” ifadelerini kullanıyor. Ama öyle ya da böyle Ekim 1942’de Groves, Oppenheimer’ı projenin bilimsel direktörü olarak atadı.
‘Hükümet operasyonu’ olarak nitelendirilen Manhattan Projesi, yüzlerce ve nihayetinde binlerce bilim insanını, sivili ve ordu personelini Los Alamos, New Mexico’daki bir dağ evinde buluşturdu. Bunların arasında Teller, Hans Bethe, Richard Feynman, Seth Neddermeyer, Robert Serber, Kenneth Bainbridge, Enrico Fermi ve daha birçokları da vardı. Nolan’ın filmi de bu isimlerden her birini kadraja dahil ediyor, tam oyuncu listesine bakıldığında yapım, Nobel Ödüllü Niels Bohr rolündeki Kenneth Branagh da dahil olmak üzere, 1930 ve 40’lardaki tüm teorik fizik figürlerini yeniden resmediyor. Projeye dahil olan bilim insanları, doğrudan Oppenheimer’a rapor veriyordu ve o da bir laboratuvarı nasıl yöneteceğini 38 yaşında iş başındayken öğreniyordu.
Oppenheimer’ın laboratuvarı Manhattan Projesi’nin parçalarından sadece biriydi. Eski bir erkek okulu arazisi üzerine inşa edilen Los Alamos bölgesi, 1942 sonları ve 1943 başlarında ABD hükümeti tarafından ele geçirilen ve dönüştürülen üç ‘gizli şehirden’ biriydi. Tahminen yarım milyon insana istihdam sağlayan diğer iki şehir (Oak Ridge ve Hanford) ise 1942 ile 1945 yılları arasında projenin insan gücüne, gidere ve endüstriyel ölçeğe dayalı altyapısını sağlamaktaydı. Oak Ridge yerleşkesinde uranyum, tamamen bu amaç için rafine ediliyordu. Hanford yerleşkesinde, Rhode Island’ın yarısı büyüklüğünde bir alandan vatandaşlar tahliye edildi, plütonyum üretecek reaktörler için evleri buldozerlerle yıkıldı. Bohr, 1944’te Teller’a “Sana tüm ülkeyi bir fabrikaya dönüştürmeden bombanın geliştirilemeyeceğini söylemiştim” dedi, “Sen tam da bunu yaptın.”
Zaten sıskalığıyla nam salmış olan Oppenheimer, proje çalışmaları sırasında da kilo kaybetmişti ve testin geri sayımı sırasında zorlukla nefes aldığı söyleniyordu. Daha sonra yapılan canlandırmalarda, onun patlama anında Bhagavad Gita’dan bir dize okuduğu söylenilse de -ki Oppenheimer’ın kendisi de daha sonra bu dizenin o anda aklına geldiğini iddia etmiştir- iddialara göre patlama anında ağzından, “İşe yaradı”ya yakın bir cümle çıkmış.
Los Alamos’ta Oppenheimer, yetenekli bir lider olarak kendini gösterdi. “Çok yumuşak ve kendine özgü bir sesi vardı” diyor Bird. “Onu sesinin büyüsüne kapılmadan, çok dikkatli dinlemeniz gerekirdi, ama adam mıknatıs gibiydi.” Bu çekicilik, ‘Thin Man’ olarak bilinen ilk bomba tasarımının Temmuz 1944’te hurdaya çıkarılmak zorunda kalmasından sonra bile laboratuvarın üretken kalmasını sağladı. Bilim insanları en nihayetinde ‘Fat Man’ ve ‘Little Boy’ adını verdikleri iki kullanışlı bomba tasarımında karar kıldılar. Neredeyse üç yıl süren çalışmalar, 16 Temmuz 1945’te sabah saat 5.29’da tarihteki ilk nükleer patlamayla sonuçlandı. ‘Trinity testi’ olarak bilinen bu patlama, New Mexico çölünün tepelerini ateşe verdi.
Zaten sıskalığıyla nam salmış olan Oppenheimer, proje çalışmaları sırasında da kilo kaybetmişti ve testin geri sayımı sırasında zorlukla nefes aldığı söyleniyordu. Daha sonra yapılan canlandırmalarda, onun patlama anında Bhagavad Gita’dan bir dize okuduğu söylenilse de -ki Oppenheimer’ın kendisi de daha sonra bu dizenin o anda aklına geldiğini iddia etmiştir- ancak iddialara göre patlama anında ağzından, “İşe yaradı”ya yakın bir cümle çıkmış.
Testten sonra Oppenheimer rahatlamıştı. Manhattan Projesi’ndeki bilim insanlarından biri olan Isidor Isaac Rabi, o zamanları şöyle anlatıyor: “Arabadan inişini asla unutmayacağım. Yürüyüşü High Noon’u andırıyordu… öyle kasıla kasıla yürüyordu ki. Resmen başardım edasıyla.”
6 Ağustos 1945’te Enola Gay, Little Boy’u Japon şehri Hiroşima’ya fırlattı. Üç gün sonra Bockscar, Nagasaki’ye Fat Man’i fırlattı. İki saldırıda ölenlerin toplam sayısına ilişkin tahminler, 110 binlerden 210 binlere ulaşan sayılarda seyrediyor. 15 Ağustos’ta İmparator Hirohito, Japonya’nın teslim olduğunu açıkladı.
Savaştan hemen sonraki yıllarda, atom bombasının kullanımına ilişkin kamuoyu henüz tam anlamıyla oluşmamıştı. Oppenheimer, beyaz perdede ilk kez Ağustos 1946’da Time’ın ‘The March of Time’ serisinin bir parçası olan 18 dakikalık ‘Atomic Power’ belgeselinde yer aldı. Yapımda Oppenheimer, Einstein, Groves ve Rabi de dahil olmak üzere birçok isim görünüyordu. Sahnelerden biri de Oppenheimer’ın, Trinity’deki patlamayı Rabi’yle birlikte endişeyle bekleyişini canlandırmasıydı. Söz konusu sahnede Rabi, patronuna güvence verirken yapmacık bir performansla dudaklarından şu sözler dökülüyor: “Her şey yolunda gidecek Robert. Eminim asla pişman olmayacağız.”
Gerçekte Oppenheimer, çoktan pişman olmuştu bile. Nolan’ın filminde Gary Oldman’ın hayat verdiği Başkan Harry S. Truman’a Ekim 1945’te, “Sayın Başkan,” demişti “Binlerce insanın kanı elime bulaşmış gibi hissediyorum.” Kamuoyunun düşüncesi de değişmeye başlamıştı. Atomic Power gösterime girdikten üç hafta sonra John Hersey’in bir kitap uzunluğundaki sert bir dille kaleme alınmış makalesi ‘Hiroshima’, New Yorker’da yayımlandı ve birçok Amerikalının bombanın dehşetine gözlerini ilk kez açmasına vesile oldu.
Tarih kitaplarına geçme savaşını kaybetmekten korkan Truman ve diğer yetkililer hemen harekete geçerek eski Savaş Bakanı Henry Stimson’ı Şubat 1947’de Harper’s dergisinde yayımlanan bir makalede bombanın kullanımını savunmaya zorladı. Gerçeklerin basit bir özeti gibi aktarılan hikâyede, bombayı kullanma kararı ‘akıllıca verilmiş bir karar’ olarak tasvir edilmişti. O zamandan beri sık sık dillendirilen argümana göre bomba, ‘Amerikan kuvvetlerinde bir milyondan fazla zaiyata sebep olacak’ karadan işgalin önüne geçmişti.
Bird, “O makale gerçekten de bir sonraki Amerika neslinin tarihini şekillendirmede ana etkendi” dedi. “Dili aynen şöyleydi: ‘Ah, bombayı atmak gerçekten çok zor bir karardı, korkunç bir süreçti. Ama nihayetinde gerekliydi ve belki de bir milyon Amerikalının hayatını kurtardı.”
Bombayla ilgili ilk büyük Hollywood filmi olan ‘The Beginning or the End’, Stimson’ın makalesinden bir ay sonra gösterime girdi. Greg Mitchell’in 2020’de yayımlanan ‘The Beginning or the End: How Hollywood-and America-Learned to Stop Worrying and Love the Bomb’ (Başlangıç ya da Son: Hollywood ve Amerika, Endişelenmeyi Bırakıp Bombayı Sevmeyi Nasıl Öğrendi?) adlı kitabında yazdığı üzere, film önce atom bilimcileri tarafından halkı nükleer savaşın tehlikeleri konusunda eğitmek amacıyla yazılmıştı. Ancak Groves ve Truman tarafından dikte edilen senaryo izinleri ve yeniden çekimlerin sonunda ‘Pentagon ve Beyaz Saray tarafından dayatılan bomba yanlısı bir şenliğe’ dönüştü.
Norman Taurog’un yönetmenliğini üstlendiği film, Mitchell’in Smithsonian dergisine söylediğine göre, “Çok eğitici, özellikle tam da şüphelerin arttığı bir dönemde erken ve eksiksiz bir şekilde bomba yanlısı doktrinin pompalanması sebebiyle çok, çok eğitici. Truman bile pahalıya mal olacağını bile bile filmin yeniden çekilmesini emretti ve kendisini canlandıran oyuncuyu kovdurdu. Stüdyo, filmin denetimini gönüllü olarak Groves ve Beyaz Saray aracılığıyla Pentagon’a devretti. Oppenheimer’ın kendisi de baskılara boyun eğdi.”
The Beginning or the End, Amerikan ordusunun Hiroşima’ya atom bombasıyla ilgili uyarı bildirileri gönderdiğini ve Enola Gay’in bombalama sırasında Japon uçaksavar füzelerinin saldırısına uğradığını iddia ediyordu. Stimson’ın makalesi gibi bu makale de Truman’ın bombayı atma kararı üzerinde dikkatle düşünerek çok önemli bir noktaya geldikten sonra bu kararı verdiğini tasvir etmekteydi.
Nitekim, pilotlar Hiroşima’ya yaklaşan saldırılarla ilgili genel bildiriler göndermiş olsa da, ABD’nin özellikle atom bombasıyla ilgili uyarı bildirileri gönderdiği gerçek değildir; Enola Gay de uçaksavar ateşine maruz kalmamıştır. Pek çok tarihçi Truman’ın tek bir ‘karar’ anı olduğu konusunda da hemfikir değildir. New Jersey’deki Stevens Teknoloji Enstitüsü’nde nükleer tarihçi olan Alex Wellerstein, 2020 yılında yayınlanan ‘The Age of Hiroshima’ adlı antolojide yer alan bir makalesinde, Truman’ın ‘silahların kullanılması konusundaki kararlarda hiç de anlatıldığı gibi bir ‘başrol’ olmadığını’ yazmıştır. Wellerstein, Truman’ın Hiroşima’nın büyük ölçüde sivillerden oluşan bir şehirden ziyade askeri bir alan olduğuna yanlışlıkla inanmış bile olabileceğini ileri sürmüştür. Bird, daha sonrasında Stimson’ın gölge yazarı Mac Bundy’ye bu ‘bir milyon Amerikalı’ lafındaki sayıyı nasıl tespit ettiğini sormuş. “Bana baktı,” diye hatırlıyor Bird, “ve dedi ki, ‘Kafamızdan attık’.”
Oppenheimer, The Beginning or the End’in senaryosunu ‘amaçsız ve içgörüsüz’ olarak nitelendirdi. Bir başka fizikçi Leo Szilard, bunu daha da açık bir şekilde ifade etti: “Bilim insanları olarak günahımız atom bombasını yapmak ve kullanmaksa, cezamız da The Beginning or the End’i izlemekti.”
Oppenheimer, ABD hükümeti için nükleer silah danışmanı olarak çalışmaya devam etse de, bu olayların hemen ardından atom bombası savaşının tehlikeleri hakkında kamuoyu önünde konuşmaya başladı. Kasım 1945’te Philadelphia’da bir dinleyiciye bombanın ‘içinde doğup büyüdüğümüz dünyanın tüm ölçütlerine göre… şeytani bir araç’ olduğunu söyledi. Televizyon kanallarında katıldığı röportajlarda nükleer savaş riskini açık bir şekilde ifade etti. 1949 yılında, yeni kurulan Atom Enerjisi Komisyonu (AEC) için bir danışma komitesinin başkanı sıfatıyla, Manhattan Projesi’nden bilim adamı Teller tarafından geliştirilen ve Trinity, Hiroşima ve Nagazaki bombalarından daha güçlü bir füzyon silahı olan hidrojen bombasının geliştirilmesine karşı bir rapor sundu. Oppenheimer, raporunda “Süper bomba, bir soykırım silahına dönüşebilir,” diye yazmıştı. 1953 yılında yaptığı bir konuşmada nükleer güce sahip ABD ve Sovyetler Birliği’ni ‘her biri diğerini ancak kendi hayatını tehlikeye atarak öldürebilecek, bir şişenin içindeki iki akrebe’ benzetmişti.
Oppenheimer’ın açık sözlü ikazları onu hedef haline getirdi. Bunun sonucunda, McCarthy döneminin hükümetin en üst kademelerindeki Sovyet casuslarına ilişkin yarattığı paranoyanın ortasında, Aralık 1953’te Oppenheimer’dan haz etmeyen AEC Başkanı Lewis Strauss, bilim insanını ofisine çağırdı ve ona gizli güvenlik izninin iptal edildiğini söyledi. Oppenheimer, kendini savunmakta ısrar edince AEC, konuyu çözüme kavuşturmak için kamuoyunda büyük yankı uyandıran bir güvenlik duruşması düzenledi. Nolan’ın filminde Strauss’a, Robert Downey Jr. hayat veriyor.
12 Nisan 1954’te başlayıp bir ay süren duruşma, Oppenheimer’ın yetişkin yaşamının bir röntgeni gibiydi. Yaptığı büyük ve küçük çaptaki ihlaller ortaya döküldü ve titizlikle incelendi. Oppenheimer’a karşı açılan davanın iki adet kilit unsuru vardı: Biri Berkeley’de Fransız edebiyatı profesörlüğü yapan ve fizikçinin bir zamanlar suçlanmaktan koruduğu komünist kişilik Chevalier ile yakın arkadaşlığı, ikincisi ise Teller’in hidrojen bombası fikrine karşı çıkması. Önüne sürülen savlara karşı genellikle ikna edici bir tutum sergileyen bilim insanı, AEC avukatı Roger Robb tarafından sorgulanırken paniğe kapıldı; bir noktada çelişkiye düşen Oppenheimer, Chevalier’i korumasını açık bir şekilde “Aptaldım” diyerek açıkladı. Aynı zamanda, son derece kişisel mevzular hakkında da açıklama yapmaya zorlandı. 1943 yazında Los Alamos’ta çalışırken komünist eski nişanlısı Tatlock ile bir gece geçirmesi gibi. Tatlock, altı ay sonrasında kendi canına kıymıştı. Komite, “Neden onunla görüşmek zorundaydın?” diye sormuş, Oppenheimer, “Çünkü kendisi bana hala aşıktı” yanıtını vermişti.
27 Mayıs’ta, duruşmaları denetleyen kurul 2’ye karşı 1 oyla Oppenheimer’ın güvenlik izninin geri verilmemesine karar verdi. Karara karşı çıkan Ward V. Evans, “Ben şahsen Dr. Oppenheimer’ı aklayamamamızın ülkemizin alnında kara bir leke olarak kalacağı kanaatindeyim,” diye yazdı. Her iki durumda da Oppenheimer’ın ABD hükümetiyle ilişkisi artık resmen sona ermişti. Karardan sonra New Jersey, Princeton’a döndü ve 1947’den itibaren İleri Araştırmalar Enstitüsü’nün müdürlüğünü yapmaya başladı. Rabi, daha sonra duruşmaların Oppenheimer’ı ‘mahvettiğini’ söyledi. Bir başka arkadaşı, diplomat George Kennan, Oppenheimer’a yurtdışında muhakkak hoş karşılanacağını söyleyerek onu rahatlatmaya çalıştığını hatırlıyor. “Bana gözyaşları içinde verdiği cevap: ‘Kahretsin, kahretsin ki ben bu ülkeyi seviyorum’ oldu.”
Oppenheimer, duruşmaların önemini başta küçümsemeye çalıştı. Bir muhabire “Bunu büyük bir kaza olarak görüyorum, tıpkı bir tren kazası ya da bir binanın çökmesi gibi” dedi. “Bunun benim hayatımla hiçbir ilişkisi ya da bağlantısı yok. Sadece oradaydım. O kadar” Söylediklerine inanmaya çalışmış olsa da, Oppenheimer’ın duruşmalar sırasındaki çöküşü onu halk nezdinde belli bir pozisyona soktu. 1964 yılında Alman oyun yazarı Heinar Kipphardt, ‘In the Matter of J. Robert Oppenheimer’ (J. Robert Oppenheimer Meselesi) adlı oyununu yazarken güvenlik duruşmalarının yayımlanan tutanaklarından doğrudan yararlandı. Washington Post ile bu oyunu değerlendirirken Oppenheimer, belki de duruşmadaki çöküşünün kendisini tanımlamasını hâlâ engellemeye çalışarak, “Bu boktan şey koca bir saçmalıktan ibaret. İnsanlar da bundan hala bir trajedi çıkarmaya çalışıyor” kelimelerini kullandı.
Başkan Lyndon B. Johnson, kamuoyunu yatıştırmak amacıyla 1963 yılında Oppenheimer’a AEC’nin en büyük ödülü olan Enrico Fermi Ödülü’nü verdi. Yine de ünlü fizikçi, itibarına vurulan ağır darbenin yaralarını hiçbir zaman tam anlamıyla saramadı. Hayatının geri kalanını Princeton’da geçirdi. 1966 yılına kadar İleri Araştırmalar Enstitüsü’ndeki görevini sürdürdü ve Şubat 1967’de burada kanserden yaşamını yitirdi. New York Times’ın ölüm ilanında yazdığı gibi, “Bu hayli karmaşık adam her şeye rağmen davranışları hakkındaki şüpheleri ortadan kaldırmayı hiçbir zaman tam olarak başaramadı.”
Oppenheimer’ın güvenlik izni, Enerji Bakanlığı’nın komisyonunun 1954 tarihli kararını feshettiği Aralık 2022’ye kadar askıda kalmayı sürdürdü. Enerji Bakanı Jennifer Granholm yaptığı açıklamada, “Oppenheimer, İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkenin atom çalışmalarına öncülük ettiği ve Enerji Bakanlığı’nın ulusal laboratuvarlarının tohumlarını attığı için tarihimizde kilit bir role sahiptir” dedi. “Zaman geçtikçe Dr. Oppenheimer’ın maruz bırakıldığı sürecin ne kadar önyargılı ve adaletsiz olduğu kanıtlarla tasdik edilirken, sadakati ve ülke sevgisine dair kanıtlar da fazlasıyla tasdik edilmiştir.”
Oppenheimer’ın ölümünden bu yana geçen 50 yılı aşkın sürede, popüler kültür onun hayatını keşfetmek için çeşitli yollara başvurdu. Peabody Ödüllü 1981 yapımı belgesel ‘The Day After Trinity’, bombanın yapımındaki rolünden duyduğu pişmanlığa odaklanırken, 1980 yapımı BBC TV mini dizisi ‘Oppenheimer’, fizikçinin komünist bağları ile çöküşü meselelerine odaklanıyordu. Mini dizide Oppenheimer rolü sıska, sessiz ve karizmatik oyuncu Sam Waterson’a verilmişti.
Oppenheimer’ın daha sonraki kurgusal tasvirleri, psikolojisinin karmaşık okumalarıyla daha az ilgilenmeye başladı ve onu bazen bir komedi karakteriymişçesine yansıttı. 1989’da yönetmen Roland Joffé, ‘Fat Man and Little Boy’ isimli yapımında Manhattan Projesi’nin hikayesi üzerine büyük bütçeli bir bahis oynayarak bir film çekti. Paul Newman’ın Groves’u, John Cusack’ın hayali Manhattan Projesi bilim insanını, Laura Dern’in de bilim insanının kız arkadaşını canlandırdığı A sınıfı oyuncu kadrosuna rağmen film fiyaskoyla sonuçlandı. Senaryo basitti ve diyaloglar sıkıntıdan saç baş yoldurtacak cinstendi. (Dern, Cusack’a evlenme teklif ederken, “Çıplak. Ne kadar güzel bir kelime, değil mi?” sözlerini söylüyor). İnandırıcılık ise yağmurlu günde şemsiye açtırmayacak seviyedeydi. Ancak film en çok, izleyicilerin ‘The A-Team’ ve ‘Star Trek: The Next Generation’dan tanıdığı Dwight Schultz’un Oppenheimer rolündeki performansından nasibini aldı. Schultz, filmde karizmasıyla ün salmış bir adamı canlandırırken donuk bir görüntü çiziyordu. Washington Post, “Schultz, kasıntı ve oyunculuğu kokuyor,” diye yazdı. “Adeta iflah olmaz, sağır bir şarkıcı gibi, sadece yanlış notalara basıyor.”
Daniel London, 2014 ve 2015 yıllarında iki sezon boyunca yayınlanan mükemmel TV dizisi ‘Manhattan’da, Oppenheimer’ı çökmüş bir adam olarak canlandırdı; sanki oyuncunun karakter için tek referansı ünlü “Ben ölüm oluyorum” röportajında söylediği dizelerdi. Onun Oppenheimer’ı, projenin başarısından çok kendini korumakla ilgileniyordu, oysa Los Alamos yıllarının gerçek Oppenheimer’ı, çevik bir enerji topuydu. Etrafındaki bilim insanlarının karşılaştıkları çetrefilli zorlukları keskin hisleri sayesinde temizliyor, sıraya koyuyor ve değerlendiriyordu.
Oppenheimer’ın bir başka kurgusal tasviri olmadan listemiz tamamlanmış sayılmaz: Pulitzer ödüllü besteci John Adams’ın 2005 tarihli operası ‘Doctor Atomic’. Oppenheimer, Kipphardt’ın oyununa itiraz ettiyse, Doctor Atomic’in hayatını operaya özgü bir Faust trajedisine dönüştürmesini kesinlikle, en hafif tabirle gülünç bulurdu. Ancak Trinity testinden önceki günleri konu alan ve ilk atom bombasının patlatılmasıyla doruğa ulaşan opera, eleştirmenler tarafından coşkuyla karşılandı ve ilk gösteriminden bu yana birkaç kez yeniden sahnelendi. New York Times’da bilim köşesi yazarı Dennis Overbye, operanın kendisini bomba hakkındaki önyargılarından kurtardığını yazdı: “Uzun zamandır atom bombasıyla ilgili söylenecek yeni şey kalmadı diye düşünüyordum. Ama yanılmışım. Operayı izlerken… tarih boyunca bomba hakkında tek kayda değer laf edilmiş midir acaba diye düşünmeye başladım.”
Sherwin’in 2021’deki ölümünden önce o ve Bird, Amerikalı Prometheus’u temel alan birkaç senaryo okumuşlar. Bird’ün lafına göre bir tanesi sıkıcıymış, diğeri ise çok tuhafmış. “Rüya sekansları vardı, Oppenheimer’ın şiirlerini okuyan bir hayalet vardı. Oppenheimer’ın Berkeley’de bir kokteyl partisinde olduğu ve Edward Teller’ın içkisine siyanür hapı attığı bir sahne vardı, sahnenin sonunda Oppenheimer, Teller’ın yere yığılıp acı içinde ölmesini izlediğini hayal ediyordu. Bird ve Sherwin, senaryonun sayısız tarihi hatasını detaylandıran uzun bir notu senaryoyla birlikte geri göndermişler.
Fakat Bird, 2021 sonbaharında rahatlamıştı. Nolan’ın Oppenheimer’ı yorumlamasını okuyabilen film prodüksiyon ekibi dışındaki bir avuç insandan biri olmak onu mutlu etmişti. Bird, “Bence muhteşem bir senaryo,” diyor. Son dönemdeki diğer tasvirlerin aksine bu film, Oppenheimer’ın tüm hayatından kesitler sunuyor ve bombayla ilgili ahlaki sorunlara öcü muamelesi yapmıyor. Bird, “Nolan, fizikçiler arasında bombanın gerekli olup olmadığı konusundaki fikir ayrılıklarını çok ustaca ele alıyor. Bunun yanında, Hiroşima felaketinden sonra Oppenheimer karakterinin, bombanın fiilen zaten yenilmiş bir düşmana karşı kullanıldığını kendi ağzından duyuyoruz” diye de ekliyor. “Oppenheimer hakkında hiçbir şey bilmeyen insanlar, atom bombasının babası hakkında bir film izleyeceklerini düşünerek gidecekler.” Halbuki, ‘bu gizemli kişiliği ve son derece muazzam bir biyografik hikayeyi izleyecekler.’
Konunun uzmanları Oppenheimer hakkında söylenecek söz kalmadığını düşünüyor olsa da, kamuoyunun Oppenheimer ve Manhattan Projesi hakkındaki görüşü Stimson’ın 1947 tarihli Harper’s makalesinden bu yana önemli ölçüde değişmedi. Ne de olsa çoğu insanın tarih anlayışı akademiden ya da yoğun araştırılmış biyografilerden gelmiyor. Birkaç yıl önce Los Alamos’u bizzat ziyaret ettiğimde, bir müze görevlisine Manhattan Projesi’nin tarihine yönelik kamu ilgisini yeniden canlandırmak konusunda ne yapılabilir diye sordum.
Cevabı ne oldu dersiniz? ‘Bir film.’
Mitchell, “Oppenheimer, bombayı yapmak ve kullanılmasına yardımcı olmak konusunda hayatının sonuna kadar bir ikilemde kaldı” diyor. Şimdiye kadar, “Film yapımcıları da onun değişken duyguları ve ifadeleriyle başa çıkamıyordu. Bu yüzden, bu meseleler karşısında ciddi şekilde bölünmüş bir kitlesi var, ancak kitlesi hala hatırı sayılır düzeyde.”
Nolan’ın filmi, nükleer silahsızlanmaya ilişkin iyimserliğin yerini yeni bir nükleer çağ tartışmasının aldığı tehlikeli bir dönemde karşımıza çıkıyor. Günümüzde çok az dünya liderinin nükleer bombaların dehşetiyle doğrudan deneyimi var ve bazı genç insanlar İkinci Dünya Savaşı hakkındaki temel bilgilerden bile bihaber. Ancak Oppenheimer’ın dönemine olan uzaklığımız, bizim için bir fırsat niteliğinde de olabilir.
Atomik Miras Vakfı Başkanı Cynthia C. Kelly, “Bugün, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin üzerinden neredeyse 80 yıl geçti” diyor. “Artık kamuoyu atom tarihinin farklı yorumlarını daha şeffaf bir şekilde değerlendirebilir.”
Nolan kalibresinde bir yönetmenin Oppenheimer’ın hikâyesini ele alması neden bu kadar uzun sürdü? Belki de dünyayı değiştiren bu çeşit olaylardan o kadar uzağız ki, bu uzaklık bizi tarihi miras niteliğindeki olgulara yeni gözlerle bakmaya açık hale getiriyor.
Değil 80 yıl, 800 yıl uzakta bile olsak, yine de kolay bir iş değil bu. Oppenheimer’ın 1948’de bir muhabire söylediği gibi, “İnsanlara karşı dürüst ve açık olmayan bir hayat yaşadıysanız, kördüğümü çözmek neredeyse imkânsızdır.”
Çeviren: Bengisu Seçilmiş