Gönlümüzün starı Adile Naşit!
Türk sinemasında çekilen filmlerin yaklaşık yüzde beşi onun kaleminden çıktı. Yeşilçam anlatı dünyasını inşa edenlerlerden biriydi. Filme çekilmiş 395 senaryo ile Guinness Rekorlar Kitabı'na giren usta sinemacı ve yazar Safa Önal 92 yaşında yaşamını yitirdi.
Yazıya adanmış bir ömür. Bu klişe tespit genelde yazarlar için kullanılsa da bugün kaybettiğimiz senarist ve yönetmen olarak Yeşilçam’ın simge isimlerinden Safa Önal için de geçerlidir. Çünkü onun yaşam serüveni, yazmaya tutkun bir insan portresi çıkarır karşımıza.
Önal’ın daha küçük yaşta başlayan okuma ve özellikle yazma serüveni, neredeyse birçok yazarın yazıya olan tutkusuyla benzeşir. Birçok Türkiyeli yazar gibi, Önal da kelimelerin ve cümlelerin dünyasında iyi bir okuma yolculuğuna çıkmış ve ortaokul yıllarından itibaren de kendini yazıyla ifade etmenin yollarını aramıştır. Üstelik kaymakam babasının, yazı üzerine hayat kurmasını istememesine rağmen.
Çünkü, yeni kurulan cumhuriyetin nitelikli, okumaya ve eğitime önem veren kendisini modernleşmeye adayan kaymakam babanın kaygıları vardır. Bu kaygılarında da haksız sayılmaz aslında! Babası, mürekkep yalamış olsa da bilir ki yazı bu coğrafyada insana dirlik vermez, güzel bir hayat da vaat etmez.
Oğlu Önal’a, onun ilk imzalı yazısı çocuk dergisi ‘Bilmece’de çıktığı 1945 yılında “Bu memlekette Abdülhak Hamit şair-i azamdı. Veziriazam en büyük vezir, o da en büyük şair. Yamalı pantolonla öldü. Sen ne bekliyorsun yazıdan?” diye çıkışması da biraz bundandır. Ama Önal’ın dimağı Ahmet Haşim’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Peyami Safa’dan Selami İzzet Sedes’e, ama en çok da Reşat Nuri Güntekin’e birçok yazı erbabının cümleleriyle doludur. Zaten biraz da Güntekin’in yazdıklarıdır Önal’a cesaret veren. Onun eserlerini okuduktan sonra “Ben ekmeğimi yazı yazarak kazanacağım” diyecektir.
17 Aralık 1931’ta İstabul Maçka’da dünyaya gözlerini açan Safa Önal, babasının kaymakam olması nedeniyle küçük yaşta seyyah gibi dolaşmıştır Anadolu’yu. 50 günlükken başlamıştır yolculuğu. Her ne kadar Maçka’da doğmuş olsa da doğum yerinin, kafa kağıdında Avanos yazması da bu yüzdendir. Antalya Akseki, Trabzon Maçka, Bursa İznik ve Rize, Anadolu turunda uğradığı yerlerdir. Turun sonunda ise doğduğu şehir İstanbul’a dönecek ve Haydarpaşa Lisesi’nde eğitimini tamamlayacaktır.
Keskin bir gözlemcidir, Önal. İleride yazacağı senaryolardaki karakterlerin çoğunu bu Anadolu turunda keşfeder. Senaryolarında baskın olacak sıcak insan ilişkileri, Anadolu insanının saflığı ve kurnazlığı, dayanışma olgusu hep küçüklüğünde yaptığı gözlemlere dayanır.
Çocukluğunda sinemaya düşkün olsa da aslında onun yolu edebiyatçılığa doğru akmaya meyillidir. Öykücüdür. Ki yazdığı öyküler takdir de görür. Fakat askerlik sonrasında Bab-ı Ali’nin yolunu tutup gazeteciliğe ve dergiciliğe gönül verir. Yelpaze dergisinde çalışmaya başlar. Kısa sürede Yelpaze’yi 50 bin tiraj alan bir dergiye dönüştürür.
Edebiyatçılarla, mizah yazarlarıyla gazetecilik ve dergicilik döneminde iyiden iyiye ahbap olur. Küçükken okuyup hayran kaldığı kimi yazarlar, artık onun dergisi için kalem oynatır olmuştur. Yaklaşık 10 yıl sürecek bu Bab-ı Ali serüveninde Yelpaze’nin yanı sıra Türk Düşüncesi ve Adam dergilerini de yönetir. Ki bu gazeteci ve dergici kimliğini iyice içine sindirdiği 50’li yıllarda yolu Yeşilçam’la da kesişir.
Yeşilçam sokağına ilk defa 1952 yılında ‘Kanlı Para’nın senaryosu yazmak için anlaşma imzalamaya Duru Film’in yazıhanesine gittiği zaman girer. “Dar bir merdivenden yukarı doğru çıktım” diye hatırlayacaktır yıllar sonra Duru Film’e gitme serüvenini. Ama bu, Önal’ın senarisitlik macerasına da denk düşen bir cümledir aynı zamanda.
Yapımcıların Yeşilçam sokağında buluşmaya başladığı, Türkiye sinemasının sokağa çıkıp yeni yeni hareketlendiği ve kendi seyircisini yarattığı 50’li yıllarda bu ilk tanışma Safa Önal’ı pek tatmin etmez. Sinema hâlâ ciddi ciddi düşündüğü bir alan değildir. İleride ciddi bir sektöre dönüşecek olan Yeşilçam’ın o yıllarda henüz emekleme aşamasında olması da bunda etkilidir.
Beş yıl sonra ‘Lejyon’un Dönüşü’nün senaryosunu yazsa da asıl olarak 1961’de, o dönem popüler olan bir şarkıdan esinlenerek yazdığı ‘Hancı’ filminin senaryosu ile çıkışını yapar. Filmin büyük ilgi görmesi ise bir anda Yeşilçam’da Safa Önal’a dikkat çekilmesine neden olur. Edebiyat donanımı, gazetecilik ve dergicilikten gelen pratiklik ve onca yılın gözlem birikimi kaleminin ucunda keskinleşir artık.
Yeşilçam’ın büyüdüğü ve kendi kimliğini oluşturmaya başladığı o dönemde Safa Önal özellikle meslektaşları Sadık Şendil ve Bülent Oran ile birlikte Yeşilçam’ın kodlarını oluşturan kalemlerden biri olarak öne çıkar. Star sisteminin oluştuğu, Türkiye’deki sinema seyircisinin melodramlara ilgisini belli ettiği bu yıllarda Safa Önal; Türker İnanoğlu, Ülkü Erakalın, Ertem Göreç, Atıf Yılmaz için senaryolar yazacak ve 60’lı yılların aranan senaristlerinden biri olacaktır.
Safa Önal’ın güçlü bir kalemi vardır. Anlatılacak hikâyeyi seyircinin ilgisini diri tutacak şekilde kurgulamayı iyi bilir. Yönetmenlerle uyum içerisinde çalışır. Ama o dönem son sözü genellikle yapımcılar az da olsa yönetmenler söylediği için onların istediğini vermeye çalışır.
Zaten Safa Önal’ın kendini senarist olarak gösterdiği ve bugün Türkiye sinemasının klasikleri arasına giren ‘Ah Güzel İstanbul’ ya da ‘Vesikalı Yarim’ gibi filmlerin senaryolarının güçlü olmasının nedeni, yönetmenlerin Yeşilçam’ın anlatım kalıplarını zorlama riskini göze almasında yatar. Atıf Yılmaz (Ah Güzel İstanbul) ve Lütfi Akad (Vesikalı Yarim) o dönem için daha derinlikli filmler çekme isteğiyle yola çıktıklarını Safa Önal’a hissettirirler.
Önal da özellikle 60’lı yıllara damgasını vuracak bu iki filmin senaryosunu yazarken büyük bir titizlik gösterir. Kendini zorlar, tüm birikimini damıtmaya çalışır. Fakat, star sisteminin hüküm sürdüğü, kimi star olmuş oyuncuların sadece filmin kadrosunda bulunmasının önemli olduğu o yıllarda, anlatılacak hikâyenin nasıl anlatılacağın önemini kavrayamayan sinemacılar için Safa Önal’ın bu titizliği göstermesi lüks kaçacaktır. Bunun için de Önal’ın bu titizliği kimi senaryolarında göstermeye çalışması pek de sonuç vermez.
1964’ten itibaren Önal neredeyse seri üretime geçecek yılda 15’ten fazla senaryo yazar. Hatta 1967 yılında 28 filmin senaryosunu yazarak kendi adına bir rekora imza atar. Bu senaryoların çoğu starlar, film şirketleri için yazılır. Tabii insanüstü bir çabayla… 60’larda film üretim sayısı 300’leri aşarken sinemamızda o yıllarda senarist sayısının 10’u geçmemesi ise senaryoya verilen önemi ya da doğrudan söyleyelim önemsizliği göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Tabii Önal birçok meslektaşı gibi senaryo yazarken star kaprisleriyle uğraşmak zorunda da kalacaktır. Starların diyalogları saydığı yıllardır. Filmdeki bir starın karşısındaki oyuncudan biri iki diyalog az söylemesi büyük olaydır. Kimi zaman üstadın starlardan “Ama Safa Bey aşkolsun” sözlerini duyması da bu yüzdendir.
Çoğu melodram ve dram olan bu filmlerin genel karakteristliği duygusal anlatımlarıyla seyirciyi tavlayan yapımlar olmasıdır. Aslında bir masal dünyasıdır yaratılan. Ki bu masalları izleyen seyirci de kendini iyi hisseder. Yapımcılar da bu durumdan yola çıkarak, ‘Seyirciler bu filmleri izleyerek gülüyor, ağlıyor kendini iyi hissediyor’ argümanına sığınmaya başlar, ki bugün bile hâlâ bu argümana sığınıldığı zaman insan geçmiş tecrübelerden neden ders çıkarılamıyor bu topraklarda diye düşünüyor.
Maalesef bu filmlerin çoğu zamana kalamamış, çekildiği dönemde ilgi görmüş ve unutulmuştur. Ama unutulmaması gereken bir gerçek de o dönemki hükümetlerin sinemayla ilişkilerinin de bu durumda paylarının olması. Sinemanın kitleler üzerindeki etkisini sezen hükümetler, sansür kozunu kullanarak her daim suya sabuna pek de dokunmayan filmlerin üretilmesini neredeyse teşvik etmişlerdir. Faşist Mussolini İtalya’sından devşirilen bir kanunla sinema yıllarca zapturapt altına alınmaya çalışılmış, senaryolar filme çekilmeden önce Ankara’da sinemaya gittiği bile meçhul kimi bürokratların keyfi sansür uygulamalarında heba olmuştur. Ki Safa Önal’ın meslek yaşamında en büyük şikayet konularından biri bu sansür meselesidir.
Fakat bu filmlerin seyirci üzerinde Yeşilçam olgusunun yaratılmasında önemli bir etkisi olacaktır. İyilik, mütevazilik, doğruluk, namuslu olmak gibi dönemin önemli toplumsal değerlerinin sık sık altı çizilir, iyilerin her daim kazandığı filmlerdir birçoğu. Yeşilçam’ın fakirlere ve zenginlere yaklaşımını belirler. Aşkın sonsuzluğuna vurgu yapılır. Taviz verilmeyen en önemli unsur ise kullanılan dildir. İster gecekonduda yaşasın, ister balıkçı olsun karakterler temiz İstanbul Türkçesi ile konuşur. Bu hassasiyet meselesinde senaristler arasında özellikle Safa Önal başı çeker. Çünkü Türkçenin iyi kullanımını özendirmek ister. Ne de olsa dimağında edebiyat vardır Önal’ın.
Star sisteminin yavaş yavaş çözüldüğü Yeşilçam’da farklı sinema algılarının oluşmaya başladığı 1970’lerde ise Safa Önal yönetmenliğe soyunur. 1969’da ‘Kalbimin Sesi’ filmini yöneterek başladığı yönetmenlik serüvenine de 24 film sığdırır. Bu filmler arasında 1973 yapımı ‘Umut Dünyası’ ilk akla gelenler arasındadır. Hayatın yüzlerine pek de gülmediği iki aşığın birbirlerine sığınarak umutla yaşamaya çalışmasını anlatan yapımın, Adana Film Festivali’nde En İyi 3’üncü film seçilerek ödüllerilmesi de boşuna değildir.
Senarist olarak ise 70’lerde daha nitelikli filmler çekmek isteyen yönetmenlerle ve yapımcılarla çalışmaya elden geldiğince özen gösterir. Edebiyatla olan ilişkisi de bu yıllarda iyiden iyiye ortaya çıkar. Kimi yüzeysel de olsa gelenek modernite çatışmasını ele alan özellikle kırsal alanda yaşayan sıkıntılara senaryolarında yer vermeye başlar. Ya da ortaya koyduğu karakterleri derinleştirmenin yollarını arar. Ki bu çabaları da sonuç verir Safa Önal’ın. Mesela Şerif Gören’in ‘Deprem’, Atıf Yılmaz’ın ‘Menekşe Gözler’, Türkan Şoray’ın ‘Bodrum Hâkimi’, Nejat Saydam’ın ‘Asiye Nasıl Kurtulur’, Orhan Aksoy’un ‘Dila Hanım’ gibi filmleri 70’lerde Önal’ın senaryosunu yazdığı önemli filmlerdir.
Ama buna rağmen Türkan Şoray’dan Cüneyt Arkın’a pek çok star oyuncunun ricasını da kıramaz ve salon filmleri için de senaryolar kaleme alır. Fakat 70’lerde yazdığı filmlerin senaryolarındaki diyaloglar daha da nitelikli hale gelmiştir.
Televizyonun yaygınlaşması, 12 Eylül askeri darbesi sonrası koca bir ülkenin sindirilmeye çalışılması Türkiye sinemasında 70’lerin ortalarında başlayan krizi iyice derinleştirirken, sinemacılar da kaybedilen seyircileri yeniden kazanmak için farklı çabalar içerisine girer. Safa Önal’ın bu dönemde yazdığı senaryolarda bu çabalar gözlemlenir. Özellikle 60’lardaki salon filmlerine öykünen star oyuncularla kotarılan yapımlar son kozlarını oynar ama bu çabalar pek de işe yaramayacaktır. 80 sonrası Önal’ın kaleme aldığı ve bugün bir kült yapım olarak anabileceğimiz ‘Tatar Ramazan’ en dikkate değer çalışmasıdır.
90 sonrası Yeşilçam dönemi kapanırken Safa Önal kimi zaman dizi senaryoları yazsa da ağırlıklı olarak usta senarist kimliği ile tüm birikimini yeni nesil senaristlerle paylaşmak için eğitim çalışmalarına katılacak, dersler vermeye başlayacak ve daha sonra da senaristlerin kurumsallaşma çabalarında aktif görev alacaktır.
İşin nicelik kısmı söz konusu olunca Safa Önal aslında bir rekortmen. Filme çekilmiş 395 senaryo ile Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş bir senarist. Türkiye sinemasının önemli oyuncu ve yönetmenlerinin birçoğu ile çalışmış bir senarist üstelik. Türkiye sinema tarihinde yaklaşık 7 binin üzerinde film çekildiği düşünülürse kabaca bir hesapla bunun yaklaşık yüzde 5’ini yazdığı söylenebilir.
Fırsat yaratıldığı, senaryonun önemini bilen bir yönetmenle ya da yapımcıyla çalıştığı ve kendisine iyi bir senaryo yazması için asgari zaman verildiği vakit, çok önemli yapımlara imza atmayı bilen bir usta Safa Önal. Ki yazdığı ve şimdiye kadar bahsettiğimiz birçok filmin incelikli senaryoları da bu şekilde ortaya çıkmış. Kendisi de yaşam öyküsünü anlattığı ‘Ne Kadar Gamlı Bu Akşam Vakti’ adlı nehir söyleşi kitabında bu tespitimize uygun sözler sarfediyor.
Elbet Safa Önal kendi sinema kariyerinin bir muhasebesini de yapıyor bu kitapta. Son kertede bütün senaryolarının çok iyi olduğunu iddia etmiyor. Sinema macerasına eleştirel yaklaşmasını biliyor. Hangi şartlarda, kim için ve nasıl bir düzende senaryoların yazıldığına dikkat çekiyor, tüm kibarlığı ile. Ama bütün senaryolarına emek sarfettiğini, baştan savmadığını da söylemeden edemiyor.
Sektör olarak sinemamızdaki çarpık yapılanmanın içerisinde yeteneğinden bu kadar faydalanılması bile bazen mucize geliyor insana. Çünkü ustanın, 65 yıla yaklaşan sinema kariyerinde, yılmadan usanmadan çalışmayı bildiği ve iyi senaryolar yazmanın fırsatlarını her daim kolladığı çok rahatlıkla söylenebilir.
Bugün bile kimi sinemacıların senaryoya gereken önemi vermediği düşünüldüğünde, Safa Önal gibi bir ustanın bitmek bilmeyen ‘iyi senaryo yazma sevdası’nın değeri daha iyi anlaşılabilir. Ki bu durum da son yıllarda özellikle Safa Önal’a verilen onur ödülleriyle iyice kendini gösteriyor. 2006’da Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yaşam Boyu Onur Ödülü, 2007’de Sinema Yazarları Derneği tarafından verilen Onur Ödülü, 2008’de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Kültür ve Sanat Ödülü, 2015’te İstanbul Film Festivali’nde Sinema Onur Ödülü verilmesi ve 2017’de Antalya Altın Portakal Film Festivali tarafından Onur Ödülü ile onurlandırılması tesadüfi olmasa gerek.
Yeşilçam’ın simge isimlerinden biri olarak bugün Safa Önal’ın onurlandırılmasının bir başka özelliği ise Türkiye’de Yeşilçam’a bakıştaki algı değişikliğidir. Özellikle 80 sonrası ya tümüyle reddedilen ya da abartılı bir şekilde takdir payeleri sunulan Yeşilçam dönemine son yıllarda daha pozitif bir eleştirel bakışla yaklaşılmaktadır. 50’lerden 90’lara kadar Türkiye’deki olan değişim ve gelişimler de hesaba katılarak Yeşilçam’ı anlama çabası içerisine girişilmektedir. Bu da bugünden geçmişe doğru sinema tarihini farklı bir şekilde okuma ve yorumlama imkânı sunmaktadır. Bu süreçte Safa Önal’ın senaryoları arasındaki farklar da ortaya çıkmaktadır.
Bir klişe cümle ile başladık yazıya bir klişeyle de bitirelim o zaman. Evet, sinema görsel bir sanat ve son sözü de yönetmen söyler. Peki bu durumda senariste düşen görev nedir? Elbette iyi bir senaryo yazmak. Çünkü malum kural her daim geçerlidir. Kötü bir senaryodan iyi bir film çekilmez. 1950’lerde genç senarist Safa Önal’ın bu sözü kendine şiar edindi Yeşilçam’ın anlatısını inşa eden birkaç kalemden biri oldu. Bir devi Yeşilçam onun paltosundaki kalemden çıktı.