Erdoğan Defne’de hastane açtı: Yüzde 8 oya bakmadan eser verdik
Türkiye'de mayısta yapılan seçimlerin üzerinden üç ay geçti. Erdoğan'ın kabinesi kuruldu, ülkenin dış politikadaki vizyonu belirlendi. Bundan sonraki süreçte ABD, Türkiye ile ilişkilerinde nasıl bir strateji izlemeli? Foreign Affairs cevapladı, biz çevirisini sunuyoruz.
Rusya’nın Ukrayna’da sürdürdüğü savaş NATO ittifakını güçlendirirken, hem bir NATO üyesi olan hem de Rusya ile temasını kesmeyen Türkiye’nin elinde terörle mücadele açısından Batı’ya dayatabileceği bazı kozlar belirdi. Erdoğan mayıs seçimlerinin ardından beş yıl daha ülkeyi yönetme garantisini elde etti. Şimdi Türkiye ile ABD’nin ilişkilerde nasıl bir yol izleyebileceğini Aslı Aydıntaşbaş ve Jeremy Shapiro, Foreign Affairs’de tartıştı.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın seçim kampanyası yürütme becerisinin dünyada bir benzeri daha yok. Mayıs 2023’teki seçimlerden aylar önce Erdoğan, kampanya sloganı olan ‘Türkiye Yüzyılı’nı binlerce izleyicinin önünde canlı yayında duyurdu. Programın devamında mikrofonu bir orkestra ve koro eline aldı, sanatçılar tarafından seslendirilen şarkıda bir de rap bölümü yer almaktaydı:
“Kanadı kırık bir kuştum ben oysa,
Sustum geçen yüzyıl boyunca,
Artık yok, yeter, sen de susma,
Hür yaşa, yine de hür yaşa!”
Şarkı, ‘Başlasın Türkiye Yüzyılı -yarın değil, hemen şimdi!’ nakaratıyla devam etti. Sonrasında Erdoğan, görkemli bir konuşma yaparak programı sonlandırdı. İstanbul’un simgelerinden olan Bizans kilisesi Ayasofya’yı camiye dönüştürmek gibi bazı iç politikalarını ‘küresel hegemonyaya meydan okumak’ olarak tanımlayan Erdoğan, Türkiye’yi ‘siyasette, ekonomide, teknolojide ve diplomaside dünyanın ilk on (ülkesi) arasına sokma’ sözü verdi.
Program, Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’üncü yılında ülkeye ilişkin vizyonunu yansıtıyordu, zira kendisi emperyalistlerle girdiği birçok savaştan zaferle çıkmış ve nihayet küresel bir güç olarak hak ettiği yeri almaya hazır, barış ve refahın eşiğinde yükselen bir isimdi. Erdoğan, dümene geçmesiyle birlikte Türkiye’nin on yıllardır süren kimlik arayışının sona erdiğinin mesajını verdi. Onun Türkiyesi, artık Batı’nın onayını aramayan, Batı’nın liberal ideallerini arzulamayan ve Batı’ya bağımlı olmayan post-Batı bir güçtü.
Erdoğan öncesinde, Türkiye’nin transatlantik kimliği desteklenmekte ve el üstünde tutulmaktaydı. Bunun nedeni sadece jeopolitik gereklilikler değildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, cumhuriyet gençliğine ‘muasır medeniyet seviyesine’ ulaşmak için bunu vazife edinmelerini miras bırakmıştı. Bu durum, ülkede modernleşme ve Batılılaşma üzerine onlarca yıl sürerek temellere işlemişti. Ancak günümüzde, kamusal alanda Batılı fikirleri ya da kurumları savunan neredeyse hiç kimse kalmadı. Günümüzde televizyon programlarındaki yorumcular ve politikacılar düzenli olarak ABD, Avrupa ve NATO’yu aynı kefeye koymakta ve hepsini iki yüzlü, sömürücü ve Türkiye’ye boyun eğdirmeye çalışan kişiler olarak aşağılanıyor. Batı yanlısı Türk liberaller akşamları yayınlanan televizyon programlarından kapı dışarı edildi ve gazetelerdeki köşe yazıları, fikirlerini beyan ettikleri köşeleriyle birlikte kaldırıldı. Türkiye, 1956’dan bu yana düzenlenen Eurovision Şarkı Yarışması’ndan bile çekildi.
Biz bu satırları yazarken Türkiye’nin dış politikasında da benzer bir değişim yaşanıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda Türkiye, Avrupa-Atlantik merkezli kurumlara tutunarak, gelişmiş ve müreffeh Batı demokrasilerine yetişmeye çalışarak kendisini her zaman var olan Sovyet yayılmacılığı tehdidinden korumaya çalıştı. Washington, Türkiye’yi Soğuk Savaş döneminde komünizm ve Sovyet etkisine karşı mücadelede önemli bir sınır ülkesi olarak görmekteydi. Türkiye hiçbir zaman tam anlamıyla Batılı ya da demokratik olmadı. Ancak Soğuk Savaş döneminde, ülkenin laik kesiminin Türkiye’yi Batı’ya bağlamak istemesi ABD devlet politikasına yön verenler için yeterince kıymetliydi.
Günümüzde ise bu tablo çok farklı, giderek de farklılaşıyor. Erdoğan’ın 2002’de iktidara gelmesinden, özellikle de 2016’da hükümetine karşı düzenlenen başarısız darbe girişiminden bu yana Washington’ın Ankara ile ilişkileri giderek kötüleşti. İlişkiler şu anda ABD’nin NATO üyesi olmayan diğer ülkelerle olan ilişkilerinden daha kötü durumda. Erdoğan da dahil olmak üzere Türk siyasetçiler, ABD’yi bir ortaktan ziyade ‘düşman’ olarak nitelendiriyor. Örneğin, Washington 2020 yılında Rusya’dan S-400 füze sistemlerini satın aldığı için Türkiye’ye yaptırım uyguladığında Erdoğan, ABD’nin yaptırım kararını Türkiye’nin egemenliğine ‘açık bir saldırı’ olarak nitelendirdiğini söylemişti. Olayla ilgili yaptığı konuşmada, “(Yaptırımların) amacı ülkemizin savunma sanayinde attığı adımları engellemek ve bizi bağımlı kılmaktır” iddiasında bulunmuştu. Buna karşılık, Washington’da bazı ABD’li siyasetçiler, Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını açıkça sorgulamakta ve Ankara’nın Moskova’ya yakınlaşmasından endişe etmekte.
Yine de bu ikili husumet durumu, son zamanlarda yerini kabullenmeye bırakmaya başladı. Türk makamları, artık NATO’dan ayrılmalarının sadece bir fikir ayrılığı meselesi değil, nihai bir istikamet olduğunu kabul etmiş durumda. Erdoğan’ın Türkiyesi, Batı’nın gerilemesiyle birlikte çok kutuplu bir dünyanın ortaya çıkmakta olduğu, bunun da görünüşte Türkiye’nin büyük güç statüsüne yükselmesi için olanaklar sağladığı varsayımıyla hareket ediyor. Ancak Türkiye, NATO’dan uzaklaşıp, NATO’ya rakip olmak amacıyla Çin ve Rusya tarafından 2001 yılında kurulan Avrasya savunma ve güvenlik örgütü Şanghay İşbirliği Örgütü’ne doğru kayarak taraf değiştirmek de istemiyor. Ülke bunun yerine, Orta Doğu ve Orta Asya’daki hakimiyetini ve ekonomik gücünü artırırken her iki tarafta da bir ayağını tutmak ister pozisyonda. Erdoğan, ideoloji, kültür ve kimlik konularında Batı’dan net bir şekilde kopmak istese de, Türkiye’nin nüfuz gücünü fırsata çevirme amacıyla büyük güçler arasında ilmek ilmek örülmüş bir dengeleme politikası yürütmeye çalışıyor.
ABD, tarihin akışını tersine çeviremez ve Türkiye’yi Batı’ya ya da AB’ye yeniden entegre edemez. Zira Türkiye’nin AB üyeliği süreci sadece can çekişmekle kalmadı, öldü de. Bir ABD başkanının Türk liderlerine insan haklarıyla ilgili ahkam keseceği günler geride kaldı. Ancak Washington, Türkiye’nin dönüştüğü post-Batı devlet yapısıyla hala etkili bir ilişki kurabilme şansına sahip. Yine de, Ankara bunun için ideal ortak olmayabilir. Başkent, ortak değerlere yapılan birkaç atıfla ya da Washington’ın hukuk üzerine kurulu bir uluslararası sistem olarak gördüğü yapının önemiyle ikna olmayacaktır. Ancak Erdoğan’ın pragmatik tavrı, bölgesel hırsları ve çıkarcılığı iki şehir arasında verimli bir ilişkiyi mümkün kılıyor.
Biden yönetiminin Türkiye stratejisinin özünde Ankara ile arasına ‘ince’ bir mesafe koymak vardı. Bu ince mesafe, Trump döneminin çoğunu şekillendiren başkanlık diplomasisi trafiğinin, ülkelerin ilişkilerinin aleyhine olacak şekilde azaltılması anlamına geliyordu. Biden’ın yaklaşımı çoğunlukla işe yaradı, her iki tarafta da beklentileri düşürdü ve farklılıkların üstünü örttü. Amerikan hükümeti, Türkiye ile ilişkilerini sürdürdü fakat bunu sadece aciliyeti olan konularda yaptı. Örneğin, ABD’nin 2021’de Afganistan’dan çekilmesi konusunda anlaşılması ve Rusya ile Ukrayna arasında imzalanan, Ukrayna’nın Karadeniz üzerinden tahıl sevkiyatı yapmasına olanak tanıyan anlaşma gibi. Aralarında ‘seviyeli ilişki’ rüzgarları esti. Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i en az bir yıllığına Ukrayna’nın Odessa limanından tahıl sevkiyatına izin vermeye ikna ederek anlaşmada kilit bir rol oynadı. Erdoğan, Putin tellalı olarak önemli bir role sahip oldu.
Ancak daha geniş jeopolitik sorunlar konusunda ABD-Türkiye işbirliği ya çok düşük düzeyde kaldı ya da hiç olmadı. Dahası, Biden yönetimi Türkiye’nin iddialı bölgesel politikasından duyduğu endişeyi dile getirmeye devam ediyor. Özellikle de Türkiye’nin Suriye’de varlık gösterme ve ABD destekli Suriyeli terör örgütlerine operasyon düzenleme tehditleri Biden yönetimince endişe sebebi. Ankara, Suriye’de faaliyet gösteren örgütleri hem Türkiye’nin hem de ABD’nin terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’nın devamı olarak görüyor. Ayrıca, Ankara’nın Yunanistan’la deniz sınırları konusundaki laf dalaşını kızıştırması ve Türkiye’nin, Azerbaycan’ın Ermenistan’a karşı yürüttüğü askeri harekâta verdiği güçlü destek de Washington için endişe kaynağı, zira bu durum Ukrayna’daki savaşın hemen yanı başında yeni bir büyük çaplı çatışma olasılığını gündeme getiriyor.
ABD-Türkiye ilişkileri karşılıklı fayda sağlayan bir ortaklıktan ziyade anlaşmalı bir boşanmayı andırıyor.
Washington, bir restleşmeye yol açmamak için bu hamlelere karşı temkinli davranıyor. Ankara da, Biden yönetimiyle olan yakınlaşmasının bir parçası niteliğinde, Kıbrıs açıklarındaki enerji keşif aramalarını durdurarak ve Kıbrıs’ın tartışmalı sularda sondaj yapmasına ilişkin gerginlikleri azaltarak Doğu Akdeniz’deki ‘gambot diplomasisini’ kısıtladı. Türkiye, Suriye’deki ABD güçlerini ya da üslerini doğrudan hedef almamaya özen gösterdi ve Washington ile 2019’da yapılan anlaşmaya gönülsüzce uydu. Anlaşma, Kürtlerin kontrolündeki bölgelerle Türklerin kontrolündeki bölgeleri belirler nitelikteydi. Bunlarla birlikte, Türk halkı arasındaki yaygın Amerikan karşıtlığına rağmen Erdoğan, Biden yönetimiyle doğrudan karşı karşıya gelmekten büyük ölçüde kaçındı.
Ancak gözden ırak gönülden ırak olur, ABD-Türkiye arasındaki soğuk barış ortamı, karşılıklı fayda sağlayan bir işbirliğinden ziyade anlaşmalı bir boşanmayı andırıyor. Bu sırada, geçen yıllarda Rusya-Türkiye ilişkileri genel olarak gelişti ve iki ülke arasındaki siyasi ilişki, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin getirdiği sınavı şu ana kadar atlattı. Erdoğan, Rusların Ukrayna’yı işgalini doğrudan eleştirmekten kaçındı ve Moskova’nın Kiev’i işgalini Batı’nın kışkırttığı yönündeki söylemini de sıklıkla dile getirdi. Erdoğan, Eylül 2022’de “Batı’nın [Rusya’ya karşı] tutumunu doğru bulmadığımı açıkça söyleyebilirim” dedi. Türkiye, Rusya’ya uygulanan yaptırımlara uymayı reddetti ve Türkiye’nin Kremlin ile bağlantıları devam etti, Erdoğan’ın Putin ile yakın dostluğu da buna katkıda bulundu.
Öte yandan Ankara ve Moskova, Libya ve Suriye’deki vekalet savaşlarında karşıt tarafları destekleyen stratejik rakipler olmaya devam ediyor. Batı’nın Ukrayna’daki savaşla ilgili söylemine katılmayı ve Rusya’ya yaptırım uygulamayı reddetmesine rağmen Erdoğan, Moskova’ya karşı mücadelesinde Kiev’in yanında yer aldı, Ukrayna ile yakın savunma sanayi bağları kurdu, silah tedarik etti ve hatta Ukrayna’nın NATO üyeliği talebini destekledi. Ne de olsa Türkiye, kuzey kanadında Rusya’nın hakimiyetini görmeyi hiçbir zaman istemiyordu.
Birçok ortalama güç gibi Türkiye de büyük güçler arasında gezinerek stratejik bağımlılıktan kaçınmaya çalışıyor. Ancak ülkenin durumu oldukça vahim, Türkiye, kendini bu yolun sonunda nihai tarafsız gözlemci olarak bulabilir. Ülke sadece kendisinden daha güçlü ülkeler arasında gezinmiyor, aynı zamanda otokrasi ile demokrasi arasında, Avrupa ile Avrasya arasında, Batı eğilimli laiklik ile muhafazakar milliyetçilik arasında da geziniyor.
Erdoğan’ın kabine seçimleri, bu karmaşık yolda bir tedbir stratejisiyle ilerleme niyetine işaret ediyor. Kabinesini oluşturan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ve MİT Başkanı İbrahim Kalın, Türkiye’nin ABD ve Avrupa ile daha iyi ilişkilere sahip olması halinde konumunu güçlendirebileceğine, ekonomisini iyileştirebileceğine ve Rusya’nın tahakkümünden daha ustaca kurtulabileceğine inanan Türk elit kesimi temsil ediyor. Ayrıca Erdoğan, Türkiye’nin çıkarlarına ihanet etmeden Batılı mevkidaşlarıyla etkili bir şekilde işbirliği yapmaları konusunda kabinesine güvenebileceğini biliyor.
Bu durum, ABD ve diğer müttefikleri için olumlu bir gelişme. Türkiye, ABD için birçok kilit dış politika sorununun merkezinde yer alıyor. Türkiye’nin Rusya, Orta Doğu ve Avrupa’yı birbirine bağlayan Karadeniz’deki stratejik konumu, ülkeyi Ukrayna’daki savaşta önemli bir taraf haline getirmekle kalmıyor, Batı’nın Rusya’yı çevreleme çabaları için de kritik hale getiriyor. Kiev ve Moskova arasında müzakereler başlarsa, Erdoğan’ın Putin’le olan ilişkisi Batı için önemli bir koz olabilir.
Türkiye’nin ABD ve müttefikleri için önemi, Karadeniz bölgesinin ötesine uzanıyor. Ankara, söz gelimi Azeri müttefiklerine Ermenistan ile bir barış anlaşması müzakere etmeleri için baskı yaparak Kafkasya’da istikrarı da teşvik edebilir. Aynı durum, Türkiye’nin varlığının ABD’nin nüfuzunu korumaya bir nebze de yardımcı olduğu Irak ve Suriye için de geçerli. Son olarak ABD, Türkiye’nin tüm Avrupa’nın Doğu Akdeniz’deki zengin kaynaklardan faydalanmasını sağlayacak sürdürülebilir bir enerji-transit mimarisinin oluşturulmasına yardımcı olabileceğini umuyor.
Türkiye içeride ve dışarıda post-Batı bir kimliği benimsemiş olmasına rağmen Washington, tüm bu nedenlerden ötürü Ankara ile ilişkilerini istikrara kavuşturmaya çalışmalı. Bu da, daha karşılıklı alışverişe dayalı bir yaklaşıma doğru yönelmek anlamına geliyor.
Bunun için NATO’nun Vilnius’taki son zirvesinde İsveç’in NATO üyeliği konusunda yapılan başarılı görüşme, bir emsal teşkil edebilir. Erdoğan, zirvede açık bir şekilde alışveriş arayışındaydı ve Stockholm’ün ittifaka katılma teklifini desteklemesi karşılığında Türkiye sadece İsveç’ten değil (İsveç’in Türkiye’ye uyguladığı gayri resmi silah ambargosunun sona erdirilmesi, daha sert bir terörle mücadele yasası ve PKK ile bağlantılı bazı sığınmacıların iadesi dahil) ABD’den de tavizler talep etti. Biden yönetimi perde arkasında, Ankara’nın yıllardır satın almak istediği F-16’ların Türkiye’ye satılması için ABD Kongresi’ne baskı yaptı. Beyaz Saray, yolu yumuşatmak için Yunanistan’a F-35 savaş uçaklarının satışını da içeren üçlü bir anlaşmadan bahsetti. Sonuçta anlaşma, müttefiklerin birbirlerine nasıl davranması gerektiğine dair standartlara uymasa da tüm tarafları makul ölçüde mutlu ederek sonuçlandı.
Bu olay, Türkiye’nin dış politikasına ilişkin önemli konularda tek söz sahibi olan Erdoğan’ın taşıdığı kilit rolü de gözler önüne seriyor. Erdoğan, meşru bir dünya lideri olarak kabul edilmek istiyor ve Batılı liderlerin kendisine olan mesafeli tavrından hoşlanmıyor. Ancak kendisi de Türkiye’nin çevresindeki değişen jeopolitik ortamın farkında olmakla beraber Türkiye’nin Batı ile bağlarını sürdürmesi gerektiğinin bilincinde.
Türk lider, ülkenin en üst düzey diplomatı olmakla gurur duymakta, ancak son birkaç yıldır çoğu Batılı lider kendisiyle görüşmekten kaçındığı için bu misyonunu çoğu zaman yerine getirememekte. İsveç’in NATO üyeliği anlaşmasının bir parçası olarak Biden yönetimi, Vilnius’ta kendisiyle önemli bir ikili görüşme düzenleyerek Erdoğan’a arzuladığı görünürlüğü sağladı. Bu görüşme sonrasında Biden’ın Erdoğan’ı övdüğü ve teşekkür ettiği bir video da yayınlandı. Bütün bunların yanında, bu yıl içinde Erdoğan’ın bir Beyaz Saray ziyareti yapacağından bahsediliyorr. ABD Hazine ve Maliye Bakanı Janet Yellen, kısa süre önce Türkiye’nin Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek ile bir araya gelmiştir. Türkiye’de ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde, Amerika’nın bu ilgisi yatırımcılara kıymetli güvenceler sağlıyor.
Ülkeler arasında alışverişe dayalı bir geçici anlaşma yöntemi izlenmesi, doğası gereği fırsatçı ve kısa vadeli bir bakış açısını getirecektir. Anlaşmadaki amaç, her iki tarafın da işine yarayacak ve Türkiye’nin Rusya ya da Çin ile ilişkilerine daimi sadakat ya da yasaklama talepleri getirmeyecek sıkı pazarlık noktaları bulmak. Üç alan -ekonomik işbirliği, Suriye ve insan hakları- bu tür pazarlıklar için biçilmiş bir kaftan.
Türkiye artık Batı’dan alacağı can simidine ihtiyaç duymadığına ya da Batı’ya asla güvenemeyeceğine inanıyor olabilir, ancak ülkenin ekonomisi hala büyük ölçüde Batı pazarlarıyla iç içe geçmiş durumda. AB, hala Türkiye’nin en büyük ihracat pazarı ve en büyük yatırımcısı. Türk ekonomisi, geçtiğimiz birkaç yıl içinde Erdoğan’ın ekonomiyi şahsen kötü yönetmesiyle tetiklenen ciddi bir gerileme sürecinden geliyor. Erdoğan’ın politikaları Türkiye’nin merkez bankası rezervlerini tüketti, kişi başına düşen geliri önemli ölçüde azalttı ve para biriminin değerini düşürdü. Ancak Erdoğan, yeniden seçilmesinden sonra Şimşek’i hazine ve maliye bakanı olarak, Hafize Gaye Erkan’ı ise merkez bankası başkanı olarak atayarak rotayı tersine çevirmiş görünüyor. Şimşek’in bakanlık öncesinde Merrill Lynch bankacılık geçmişi, Erkan’ın ise First Republic Bank kurucu ortaklık ve müdürlük geçmişi var.
Yine de, Türk piyasaları diken üstünde ve uluslararası yatırımcılar yeni ekibin gidişatı tersine çevirip Türkiye’yi yabancı yatırım için güvenli hale getirip getiremeyeceğini merakla izlemeye devam ediyor. Ankara’nın özel sektör borçlarını kapatabilmesi ve ödemeler dengesi krizinden kaçınabilmesi için eninde sonunda uluslararası finansmana ihtiyacı olacaktır. Batı’nın desteği ve finansmanına dair net işaretler olmadan Türkiye ekonomisi istikrarsız kalmaya devam edecek ve hatta çöküşün eşiğine gelmesi işten bile olmayacaktır.
Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu finansal destek, ABD ile Türkiye arasındaki toplam yıllık ticareti 100 milyar dolara çıkarma fikri yeniden gündeme gelirse sağlanabilir. Bu fikri aslen Trump yönetimi 2019 yılında kamuoyuna açıklamış, ancak kısa sürede vazgeçmişti. Washington, bu desteği sağlamak amacıyla uluslararası ticareti genişletme niyetini belirtebilir, Türkiye’nin bağımsız iş örgütleriyle ilişki kurabilir ve AB’yi Türkiye’yle mevcut ancak güncelliğini yitirmiş ticaret anlaşmasını iyileştirme görüşmelerine başlamaya teşvik edebilir; ne de olsa Avrupa, Türk şirketlerinin en büyük yatırımcısı ve Türk mal ve hizmetlerinin en büyük pazarı konumunda. Bunların yanında AB’nin Akdeniz havzasından yenilenebilir enerji üretmeyi içeren ‘yeşil devrim’ planları Türkiye’yi de kapsayabilir. ABD, bu konuda Ankara ile görüşmelere başlaması için Brüksel’e baskı yapabilir.
Bütün bunlara karşılık olarak Türkiye de Doğu Akdeniz ve Ege’deki tutumundan vazgeçebilir ve Yunanistan ile Kıbrıs’a daha sağlam ilişkiler sunabilir. Bol enerji kaynakları ve ucuz işgücü ile Türkiye, Avrupa’nın göç yönetimine zaten önemli ölçüde katkıda bulunuyor. ABD ve Avrupa, Çin ithalatına bağımlılıklarını azaltarak Çin ile ekonomik bağlarını ‘riskten arındırmaya’ çalışırken, Ankara da kendisini bir üretim merkezi olarak konumlandırabilir. Türkiye, bir teknoloji devi değil ve yarı iletken endüstrisi de yok. Ancak diğer çok çeşitli mamüller söz konusu olduğunda Avrupa’nın pek çok ihtiyacını karşılayabilme potansiyelini elinde bulunduruyor.
Suriye, Ankara ile Washington arasında önemli bir tartışma konusu. Washington’ın Suriye’deki örgütlerle kurduğu ittifaka Türkiye’nin karşı çıkması, tartışmadaki ana husus olarak karşımıza çıkıyor. Rusya, Suriye’de Esad yönetimini desteklerken Türkiye ise Esad yönetimini zayıf görüyor ve Esad’ın meşruiyetini ya da tüm toprakları üzerindeki kontrolünü asla tam olarak geri kazanamayacağını düşünüyor. Ancak Ankara ve Moskova, Kürtlerin kendi kendini yönetmesini önleme ve ABD güçlerinin Suriye’nin kuzeyinden ayrılmasını sağlama arzusunu paylaşıyor.
Türkiye, bu hedefler doğrultusunda Suriye’ye çok sayıda askeri harekat düzenledi ve Suriye’nin kuzeyindeki ABD destekli örgüt liderlerini insansız hava araçlarıyla hedef aldı. Bu adımlar Washington açısından istikrarı bozucu bir nitelik taşıyor, zira bu adımlar daha geniş bir Kürt-Türk çatışması ihtimalini gündeme getiriyor ve terör örgütü IŞİD’e karşı savaşma kabiliyetini zayıflatıyor.
İlişkileri istikrara kavuşturmak istiyorlarsa, ABD ve Türkiye eninde sonunda Suriye’yi masaya yatırmak zorunda kalacak. Her iki taraf da şimdiye kadar kaçındığı adımları atmak zorunda kalacak. Türkiye ve Kuzey Suriye’deki Suriyeli mültecilere yönelik ABD yardımlarının artırılması, Washington için iyi bir ilk adım olabilir. ABD, ayrıca Suriyeli Kürtleri Esad rejimi ile ilişkilerini normalleştirmeye ve bölgesel bir tür özerklik karşılığında Suriye devletine entegre olmayı kabul etmeye teşvik etmeli. Öte yandan Washington, Suriyeli Kürtlerin özerklik girişiminin tek destekçisi olamaz. Gelecekteki Suriye devletinin sınırları içinde Suriyeli Kürtler için bölgesel özerklik formülü bulunursa, Kürtlerin liderliğindeki bölgesel yönetimde terör örgütü PKK’nın etkili olmayacağına dair güvenceler içeren bir anlaşma olduğu sürece Türkiye’nin bunu kabul etmekten başka seçeneği olmayacak gibi görünüyor. Böyle bir anlaşma aynı zamanda ABD güçlerinin Suriye’den nihai olarak çekilmesine ve Suriye’nin kuzeyinin uluslararası sermayeyle yeniden inşasına başlanmasına vesile olabilir. Bu yatırımın önemli bir kısmı kaçınılmaz olarak Türk müteahhitlere gidecektir.
Washington’ın atacağı bu adımlar karşılığında Türkiye’nin Kürt liderler ile Şam yönetimi arasında varılacak bir anlaşmayı desteklemesi, Suriye içindeki farklı bölgeler arasında ticarete, ulaşıma izin vermesi ve Suriyelilerin sonunda üzerinde uzlaşacağı anayasal düzenlemeyi kabul etmesi gerekecek.
Erdoğan son birkaç yıldır ülkesindeki siyasi reformlarla ilgilenmediğini ve Batı’nın insan hakları konusunda verdiği derslere pek tahammülü olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Dolayısıyla Batı ne yaparsa yapsın Türkiye’de insan hakları ve demokratik özgürlükler konusunda kısa vadede bir iyileşme olması pek mümkün görünmüyor.
Ancak Erdoğan’ın faydacılık ve çıkarcılık anlayışı, Washington’un bastırdığı yüksek profilli insan hakları davalarında zaman zaman sonuç verdi. Bu sonuçlar arasında Erdoğan’a karşı 2016’daki başarısız darbeyi destekledikleri iddiasıyla hapse atılan insan hakları aktivistlerinin 2017’de serbest bırakılması ve Alman-Türk gazeteci Deniz Yücel ile Amerikalı papaz Andrew Brunson’ın 2018’de hapisten çıkarılması yer alıyor. Bu tarz bir örtülü diplomasiyi her seferinde Türkiye’nin Almanya’dan modernize edilmiş silahlar ve Leopard tankları gibi alakasız ürünler aldığı taviz alışverişi izliyor.
Günümüzde ömür boyu hapis cezasına çarptırılan iş insanı Osman Kavala gibi siyasi mahkumların serbest bırakılmasını sağlamak için Washington, Türkiye ile insan hakları konusunu görüşmeye devam edebilir ve etmelidir de. Ancak bu görüşmelerin Erdoğan’ın en yakın çevresindeki kişilerle özel olarak ve Washington’un karşılamaya hazır olduğu bedel net bir şekilde anlaşılarak yapılması elzemdir.
Washington, elbette Türk vatandaşlarının demokrasilerini geliştirme çabalarını desteklemeye devam etmeli ve bu konuda kamuoyuna yönelik söylemlerinde tutarlı olmalı. Bununla birlikte, ABD kendi yapabilecekleri konusunda gerçekçi olmalı ve çabalarının münferit konularda ilerleme kaydetmesinin önüne geçmesine izin vermemeli. Şimdilik sivil toplumu desteklemek, kültürel alışverişi ve ekonomik entegrasyonu güçlendirmek ve Türkiye’deki kurumların (üniversiteler ve belediyeler dahil) geniş bir kesimiyle ilişki kurmak, rejime ültimatom vermekten daha etkili olabilir.
Erdoğan değişmeyecek ve post-Batı Türkiyesi geleneksel bir transatlantik müttefiki olmayacak. Türkiye’nin bazı çıkarları Washington ile örtüşse de, bazıları örtüşmüyor. Ancak tam bir mutabakat sağlamamasına rağmen ABD bir dizi sorunlu müttefikiyle güçlü ilişkilerini sürdürüyor. ABD ve Türkiye arasındaki ilişki, uzun lafın kısası, daha iyi bir konumda olabilir. İkili ilişkilerin iyi olması Türk ekonomisine fayda sağlayabilir, Ankara’nın Rusya’ya karşı denge sağlamasına yardımcı olabilir ve Orta Doğu’daki etkisi artan Çin’e karşı Washington’a biraz daha güvence verebilir.
Gelecekteki jeopolitik rekabet döneminde Washington, Erdoğan’ın Türkiyesi gibi daha fazla orta güç görmeye hazır olmalı. Zira bu tarz ülkeler, Washington’ın Beijing ve Moskova ile çatışmasını ahlaki ya da ideolojik açıdan değerlendirmeyecek, çünkü ne düşman ne de müttefik olacaklar. Türkiye gibi ülkeler tüm taraflardan bağımsızlıklarını korumaya çalışacak ve sürekli olarak “Bundan bizim çıkarımız ne?” sorusunu soracaklar. ABD’nin de bu soruya, kimsenin gerçekten inanmadığı bir dizi yasaya yönelik içi boş övgülerin ötesine geçen cevaplar vermesi gerekecek. Post-Batı Türkiye ile kârlı ticari ilişkilere dayanan daha pratik bir ilişki kurmak iyi bir başlangıç olabilir.
Türkçeye çeviren: Bengisu Seçilmiş