Bugün şöyle bir anket yapsam; Kendime ve size şu soruyu sorsam:
“Anayasa’nın ilk 4 maddesinin değiştirilmemesi konusunda en çok kime güvenirsiniz?”
Şıkları da şöyle belirlesem:
(*) Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’ye…
(*) CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ve CHP’ye..
(*) MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve MHP’ye…
(*) İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener ve İyi Parti’ye…
(*) HDP eş başkanlarına ve HDP’ye…
Durun cevap vermeden önce önümüzdeki şu tabloya dikkatle bir bakalım…
14 Mayıs seçiminde Parlamentoya milletvekili sokan Yeniden Refah ve Hüda Par partileri Anayasanın ilk 4 maddesinin değiştirilmesini istiyor.
Amaçlarının, rejimin laik temeli olduğunu söylememe hiç gerek yok sanırım.
Son seçimde Cumhur İttifakı’nın destekçisi olan bu iki partinin toplam oyu yüzde 3…
Bu defa AKP çatısı altında seçime giren Hüda Par 2018’de yüzde 0.31 oy almıştı.
Yeniden Refah Partisi 14 Mayıs’ta yüzde 2.80 oy aldı.
Seçim kampanyası sırasında geriye kalan yüzde 97’yi temsil eden partilerden böyle bir vaat veya talep gelmedi.
İşte böyle bir yapıda Anayasamızın ilk 4 maddesinin değiştirilmemesi konusunda en güveneceğiniz parti hangisidir sorusuna ne cevap verirdiniz.
Sizinkini bilmem ama şu an için benim cevabım çok net:
En çok Devlet Bahçeli ve MHP’ye güvenirdim.
Bazılarınız “Hadi canım” diyebilir…
İyi öyleyse bir düşünün…
Şu an acıklı bir duruma düşmüş, kendi liderlik koltuğunu, ülkenin en güvenilmez makamı haline çevirmiş bir CHP’ye mi güveneceğim…
Meral Akşener ve İyi Parti’ye güvenebilirim ama o da şu an yüzde 48’in özgül ağırlığını yeniden inşa etmek gibi bir duyguya ve güce sahip değil.
Ne yazık ki benim açımdan da durum trajik….
Çoğulcu demokrasinin en sağlam ayaklarından biri olan laiklik ilkesinin korunması konusunda muhalefetten değil, iktidar blokundan bir partiye daha çok güveniyorum.
İkinci soru…
Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ı kim hapisten çıkarabilir?
Şu an ülkemizin en büyük utançlarından biri haline gelen bu iki haksız mahkumiyetin son erdirilmesi konusunda muhalefetin yapabileceği bir şey var mı sizce…
Var elbet ama ondan bu konuda en azından yüzde 48’in manevi ağırlığını hissettirecek bir adım bekliyor musunuz…
Yine kendi cevabımı vereyim.
Hayır beklemiyorum.
Dünya çapında bir başarıya imza atan kadın voleybolcularımıza karşı yürütülen insafsız linç kampanyası konusunda, oturduğu koltukta zavallı bir “Topal Ördek” haline gelmiş Kılıçdaroğlu’nun, söyleyeceği üç beş kelimenin esamisinin okunacağına dair en küçük umudunuz var mı…
Size bilmem ama benim zerre kadar yok.
O nedenle bugün geldiğimiz noktanın siyasal ve sosyolojik olarak adını koyma zamanı geldi…
Seçmen temelinde yüzde 52-48 gibi harika bir denge bulunan ülkemiz artık maalesef, “Muhalefetsiz bir demokrasi rejimine” sahiptir.
Bir değil iki oksimoron birden değil mi…
Muhalefetsiz demokrasi ve seçimli rejim…
Biraz zorlanarak da olsa şunu diyebiliriz:
Muhalefetsiz demokrasi…
İyi de bunun sorumluluğu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sırtına yüklenebilir mi…
Onu bu ülkede aldığı yüzde 52 oyla, sınırsız bir güce sahip kılan iklim sadece onun “Otoriter” kişiliğinden mi kaynaklandı…
Artık kabul edelim: Onu yüzde 52 oyla yüzde 90 gücünde bir koltuğa oturtan kudret sadece “Yetmez ama Evet” anayasası değil.
Arkasında halkın verdiği yüzde 48 gücü dünyanın en müsrif vurdumduymazlığı ile üç günde harcayan bir muhalefet de yok mu…
Şurası bir gerçek.
2028’e kadar kazanabileceğimiz en büyük zafer, “Muhalefetsiz bir demokrasiyi yaşatabilmek” olacak.
Kendi payıma CHP’nin 5 yıldan önce toparlanacağına hiç ihtimal vermiyorum.
Tek umudum, son dönemine giren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, kendine onurlu ve pozitif bir “Grande Finale” arzu etmesi…
Son günlerde onun bazı adımları umudumu da arttırdı.
Kadın voleybolcularımızın büyük başarısından sonra ilk kutlayan insanın o olması, takımın oyuncularını kendi mahallesinin azgın trollerinin önüne atmaması iyi bir işaretti.
Bunun yanında son bir haftada 2 önemli işaret daha vardı.
Birincisi geçen hafta Deniz Harp Okulunun diploma töreninde söylediği şu sözlerdi:
“Cumhuriyetin 100’ncü Yıl dönümü vesilesiyle 85 milyon olarak bir kucaklaşmayı gerçekleştirmek istiyoruz. Her konuda ayrı düşünmesek de, aynı görüşleri paylaşmasak dahi aynı yöne bakmayı başarabilmeliyiz. Kökenimiz, hayat tarzımız, ideolojilerimiz farklı olsa da Türkiye olarak özellikle ortak paydada buluşabilmeliyiz. Ayrılıklarımızı derinleştirmek yerine, müştereklerimizi çoğaltabilmeliyiz.”
İkinci konuşmayı ise önceki gün, İslamcı troller Milli Takımımızın kadın oyuncularına karşı insafsız, vicdansız bir kampanyayı sürdürürken Bakanlar Kurulu’ndan sonra yaptı ve orada da şunu söyledi:
“ Kültür, sanat ve spor gibi alanları bozgunculuk aracı haline getirenler var…. Bu ülkeyi bir avuç azınlığın malı gören müstekbirlerin devri çoktan kapanmıştır… Herkes tüm bireylerin var olma, yaşama, kendini ifade etme, hakkında oy verme tercihlerine saygı göstermek mecburiyetindedir.”
Erdoğan’ın bu sözleri ile daha çok başörtülü kişilere tepki gösterenleri kastettiğini düşünebilirsiniz. Doğrudur da…
Ama voleybol takımını ilk kutlayan o oldu. Ebrar Karakurt’a ve Melissa Vargas’a karşı yürütülen linç kampanyasına görünen hiçbir destek vermedi.
Yine de bu konuşmaların çok zayıf bir tarafı var.
Bence konuşmasındaki en zayıf halka, kullandığı “Bir avuç azınlık” kavramıydı.
Benim 15 yıl önce “Azgın azınlık” diye tarif ettiğim ve o sırada çok eleştiri aldığım bir kavram bugün sosyal medya vandallarının yüzünden geniş kabul gören bir kavram haline geldi.
Muhalefetsiz demokraside iktidarın da cevap vermesi gereken en önemli konu işte o:
“Bugün kendini bu ülkenin sahibi gören bir avuç azınlık kimdir?”
Lütfen artık en kolay yolu seçip “Beyaz Türkler” klişesine sığınmayalım. O Beyaz Türklerin bir bölümü artık kendini “Öz yurdunda parya” hissediyor.
Kendini ülkenin sahibi gören yeni bir “Bir avuç azınlık” var artık.
O yeni bir avuç azınlık, aldığı yüzde küsur oyla “Ebrar’ı milli takımdan ihraç edin” deme hakkını kendinde gören vicdansız Twitter zorbasıdır.
Bu azınlık ister gördüğü her başörtülünün üzerine saldıran vicdansız olsun, ister yaşadığı kasabada, şehirde, kendini, milli hassasiyet denen şeyin ahlak zaptiyesi ilan edip, konserleri, festivalleri iptal etme cüretini ve hakkını kendinde gören bir avuç fanatiktir.
Ve tabii ki bu bir avuç fanatiğe teslim olan vali, kaymakam, belediye başkanıdır.
Kendi payıma Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın atacağı adımları umutla ve iyimserlikle bekliyorum.
Özellikle, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’a yapılan bu zulmü bitirmesini umut ediyorum.
Tarihimizde ilk defa 5 yıllık bir muhalefetsiz dönem yaşayacağız.
Bu dönem, Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde gördüğümüz bir “Türkmenbaşı rejimine” mi dönüşecek;
Yoksa Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaptığı büyük altyapı yatırımlarını, Türkiye’yi uluslararası arenada oturttuğu güçlü yeri, bütün vatandaşları kucaklayan, adil ve yepyeni bir “Grande Finale” ile tarihi bir mirasa mı çevirecek…
Umut edelim ikincisi olsun…
Yoksa bu ülkede ikinci bir umut kaynağımız yok…
Türkiye’nin yüzde 48’i bugün “Kimsesizlerin kimsesi” durumunda…
Ona sahip çıkacak, güven verecek yeni bir siyasi anlayışın ortaya çıkışına kadar durum bu.