‘Maria’nın ‘Paris’te Son Tango’su…
10 yıl oldu Tuncel Kurtiz'i kaybedeli. Ama insan hayata iz bırakıyorsa ölmüyor ki... Tuncel Baba ile zaman yolculuğuna çıktığımız bir söyleşi artık tarih olmuş dergi sayfaları arasında kalmasın istedik. 2008 yapılan bir söyleşiyle onu anıyoruz...
Yıl 2008, Tuncel Kurtiz Adana Altın Koza Film Festivali’nde Tuncel Kurtiz’e Türk Sinemasında Bir Usta Oyuncu ödülü verildi. Sahnede duygulandı Tuncel Baba, o zamanlar Empire Türkiye dergisindeyim. Derginin ağır abisi Murat Özer, “Patlat bir Tuncel Kurtiz söyleşisi’ dedi. Emir büyük yerden tabii… Tabii henüz ‘Ezel’ çekilmemiş Tuncel Kurtiz Ramiz Dayı değil yani… Söyleşi veriyor ama temkinli… Neyse ki Gezici Festival’den bir arkadaşlığımız var. Kabul etti ve yaptık söyleşiyi…
Meslek hayatımda iyi ki yaptım dediğim işlerdendir. Köprünün altından çok sular aktı. Tuncel Baba’yı kaybedeli 10 yıl oldu. Bu söyleşiyi yapmamı isteyen Murat Özer, söyleşide bahsi geçen Zeki Ökten, Tarık Akan, Ferhan Şensoy’u da kaybettik. Empire Türkiye kapanalı yıllar oldu. Söyleşinin yer aldığı derginin o sayısı sahaflarda bile bulunmuyor artık.
Dün Tuncel Baba’nın ölüm yıldönümüydü. Bu söyleşi dergide kalsın istemedim. Onu kendi hikayesiyle anmak istedim. Buyurun efendim. Bu dünyadan bir Tuncel Kurtiz geçti. Hem de hayatın içinden…
– Adana Altın Koza Film Festivali’nde aldığınız Usta Oyuncu Ödülü, sizi epey duygulandırdı. Genelde ödülleri soğukkanlılıkla karşılamanıza alışığız ama bu sefer farklı oldu. Neden bu kadar hislendiniz?
– Ben hiçbir zaman ödül beklemedim. Ödüller jürilerin tutumlarına bağlıdır. Ödül beklemektense, alınca şaşırmayı yeğlerim, “Vay be, bu da mı gelecekti başıma” derim. Ödül alınca sevindim tabii, ama bugüne kadar ödül alamadığım hiçbir yarışmanın jürisini eleştirmedim. Çünkü ben de birçok jüride bulundum, nasıl sübjektif olunabileceğini ve olunması gerektiğini de biliyorum. Son olarak Kopenhag Film Festivali jürisinde hiçbir ödül vermediğimiz Kalpazanlar (Die Falscher) filmi, bu yıl En İyi Yabancı Film Oscar’ı aldı. Ama Altın Koza’da bana verilen ödül değil, başka bir şeydi. Bir sevgi seli ile karşılaştım ve bunca yıl yaşadıklarımın, yaptıklarımın haklılığını gösterdi, beni doğruladı. Duygulanmamak mümkün mü?
– Gerçekten usta bir oyuncusunuz. Belki artık ustalık sıfatı bol keseden dağıtılır oldu ama bu sizin için geçerli değil. Peki, emeklerinizin tam karşılığını bulamadığınızı düşünüyor musunuz?
– Ustalığı kabul etmiyorum. Ustalık zanaatta olur, ama sanatta olmaz. Sanatçı bildiğini tekrar eden değil, bir spiralin en ucunda kendini yiyip, yeni baştan yaratan ve yarattığını da yok ederek, daima arayandır. Talebe olmayı her zaman tercih ederim. Hiçbir şeyi karşılık bekleyerek yapmadım. Sait Faik “Yazmasam ölecektim” diyordu. Ben de yapmasam bütün bunları herhalde kendimi yok ederdim. Geçen yıl Fatih Akın, kendisine sorulan “Tuncel Kurtiz’le çalışmak nasıldı?” sorusuna, “Çok güzeldi, çok eğlendik, çok keyif aldık” gibi klişe bir cevap vermektense, sadece “Tuncel Abi’nin yaşına geldiğimde onun gibi olmak istiyorum” dedi. Bir insan için bundan büyük karşılık olur mu?
– Siz bir bürokrat çocuğusunuz fakat bunu pek de hissettirmiyorsunuz. Küçük burjuva bir aileden gelmenize rağmen politik görüşünüz sosyalizmden yana. Bunu her fırsatta vurguluyorsunuz. Bu politik görüş oyunculuk hayatında nasıl kapılar araladı size?
– Anne ve baba tarafım Osmanlı’dan bu yana bürokrasinin içindeydi. Ben ailemle adım adım Anadolu’yu dolaşırken, babamın, annemin nasıl çalıştıklarını ve politik güçler tarafından nasıl hırpalandıklarını yakından gördüm. Beş yıllık ilkokulu sekiz ayrı şehirde bitirdim. Çünkü babam kendi doğrularını söylediği için huduttan hududa atıldı. Ülkemizin üzerinde dolaşan kara bulutlardan bahsettiği için hakkında açılan soruşturmaları ondan bana kalan kütüphaneyi karıştırırken sicilinde okudum. Hep sürüldü. Tevfik Fikret, Neyzen Tevfik, Şair Eşref, Nef’i dilinden düşmezdi. “Eğri olsam yay gibi elde tutarlar beni, doğru olsam ok gibi uzağa atarlar beni” sözü şiarıydı ve Vala Kurtiz hep uzağa atıldı. Ben de babamın izinden gittim, ama daha uçlarda dolaştım. Politik görüşüm bana kapılar aralamadı, kapılar kapattı yüzüme, ama ben kendi kapılarımı açtım.
– Tiyatroya gönül vererek başladınız ve çıraklık döneminizde Münir Özkul’un adını çok anıyorsunuz. Onu sizin hayatınızda özel kılan nedir?
– Profesyonel tiyatroda ikinci yılımdı. Okuyan bir delikanlıydım. Oyunculuğun yanı sıra sahne amiriydim. Stanislavski, bulabildiğim yazıları ile hayran olduğum bir tiyatro adamıydı. Tiyatro konuşurken bütün alıntılarımız Stanislavski ile başlardı. Amerika’da çocukken geçirdiğim 2,5 yıl ve Tarsus Koleji’ndeki iki yılda elde ettiğim İngilizce bana dünya edebiyatı ve tiyatrosunu takip etme imkânı sağladı.
Münir Abi bir gün bana dört tane İngilizce kitap getirdi. Yıl 1960. ‘My Life in Art’, ‘An Actor Prepares’, ‘Building a Character’ ve ‘Martı’nın reji çalışması. Stanislavski’nin bu kitapları, değerli sanatçı Suat Taşer tarafından daha tercüme edilmemişti. İngilizce bilmeyen Münir Abi’de bu kitapların ne aradığını sorduğum zaman, Münir Abi beni şöyle cevapladı: “Küçük Sahne’nin açılış günlerinde herkes Stanislavski konuşuyordu, ama ben bir şey anlamıyordum. Bakırköy’den arkadaşım Murat Güler ki, Manş’ı geçen ilk Türk’tür, bana bu kitapları getirdi ve satır satır tercüme ederek okudu.” Sonra da “Al artık bu kitaplar senin” dedi. Ben de Münir Abi’nin bana hediye ettiği bu kitapları satır satır okumaya çabaladım.
Oyundan sonra Emirhan’a giderdik hep beraber, çaylarımızı içerken bize Charlie Chaplin’i anlatırdı. Biz de sanki Şarlo kendisi anlatıyormuş gibi dinlerdik. Münir Abi’nin o inanılmaz oyunculuğu, kendini daha da geliştirmek için harcadığı çaba ve bunu biz gençlerle büyük bir cömertlikle paylaşması… Bunu bir klişe olarak almayın. Kelimenin tam anlamıyla büyük bir oyuncu ve büyük bir insandı.
– Yılmaz Güney’le üniversite yıllarından başlayan dostluğunuz o ölene kadar sürdü. Bu dostluğun böyle sağlam olmasının sebebi neydi?
– İkimiz de komünisttik, ikimiz de hikâye yazıyorduk. İkimiz de bu küçücük dünyamızın, insanlar için bir bahçe olabileceğine inandık. Birbirimize çok inandık, güvendik ve iki taraf da bu güveni sarsacak hiçbir şey yapmadı. Yılmaz beni herhangi bir iş için çağırdığında ben kontratımı iptal ettim veya kendi yapacağım filmi bırakıp yanına koştum. İyi bir şeyler yapacağına hep inandım. Sürü için beni istediğinde yurtdışındaydım. “İhtiyarı bulun” demiş; bana ihtiyar derdi. “Abi nasıl bulalım,” demişler, “Hürriyet’e ilan verin, o gelir” demiş. Geldim de. Şimdi bana sinema yapmak isteyen gençler tavsiye soruyorlar. Diyorum ki, kendinize, arkadaşlarınıza güvenin ve size güvenen insanlar bulun. Sinema bir ekip işidir ve yıldızlar yıldızlarla daha çok parıldar, bunu da hiçbir zaman unutmayın.
– Yılmaz Güney’le onun tabiriyle bir ‘fahişelik’ dönemi geçirdiniz. Sonra yeni bir sinemanın fitilini ateşledi Güney ve siz de hep yanında oldunuz. Bu yeni heyecan sizin hayatınızda ne kadar etkili oldu?
-Biz tanıştığımız günden son güne kadar, en ucuz işleri yaptığımız dönemlerde de hep bir umut peşindeydik. Daha 1965’te Bedreddin’i yapmayı düşünüyorduk. Umut ile Cannes’a gitmeden önce son konuşmamızda Boynu Bükük Öldüler’i dört mevsimde çekmeyi düşünüyorduk, daha doğrusu o düşünüyordu, ben destekliyordum. Ölmeden önce son konuşmamızda, bana benim için hazırladığı bir senaryodan bahsetti, “Çok seveceksin ihtiyar, ama şimdi sana hiçbir şey söylemiyorum” dedi. Son telefonunda “Başkalarından duyma, midemin yarısını aldılar, sağlığına dikkat et ihtiyar, senin için bir film hazırlıyorum” demişti.
– Hudutların Kanunu sizin belki de ilk defa dikkat çektiğiniz filmdir. Bugün hâlâ klasiklerimizden biri, sonra Umut, değerinden bir şey kaybetmedi. Siz bir taraftan bu filmlerde canla başla çalışıp, bir yandan da oyuncu olarak önemli performanslar sergilediniz. Eskiden bir oyuncuya düşen sorumluluk daha mı fazlaydı, yoksa ekip olma hali o yıllarda daha mı önemli bir değerdi?
– Az önce de söyledim, sinema bir ekip işidir. Bir insan gövdesi gibidir, küçük parmağındaki bir şeytantırnağı insanı ne kadar rahatsız ediyorsa, küçücük bir ayrıntı filmi zedeler veya yüceltir. Bir reji, ekip olmayı ve bireylerin tek tek üstün yeteneklerini ortaya çıkarma fırsatını verdiği ölçüde başarılıdır. Her iş gibi…
– Sadece Yılmaz Güney’le değil; Erden Kıral, Zeki Ökten, Tunç Okan’la da önemli filmleriniz var. Yılmaz Güney’in sinemacı kişiliğiyle kurduğunuz ilişkiyi bu yönetmenlerle de kurabildiniz mi?
– Hayır, içlerinden sadece Zeki Ökten’le bir yakınlığım oldu, hâlâ da sürer.
– Zeki Ökten’le Sürü’de birlikte çalıştınız. Malum, konuşmayı sevmiyor kendisi. Müthiş bir sinema duygusu ve eldeki şartlarla harikalar yaratan bir yönü var Ökten’in. ‘Sürü’nün ortaya çıkmasında Ökten’in bu özelliklerinin ne kadar etkisi oldu dersiniz?
– 1961’de Nişan Hançer’in asistanıydı. Şehir Tiyatrosu’nun Üsküdar sahnesinde Behzat Budak rejisinde oynanan 3. Selim piyesinde figüranların arasında mızrak tutardı ve bana sinemada neler yaptığını, asistanlığını anlatırdı. Daha sonra ’64 yılında Bilge Olgaç’la beraber İlhan Engin’in asistanı oldu. İlhan Engin bir romancı ve gazeteciydi, ilk filmiydi. Zeki ve Bilge, İlhan Engin’in sağ ve sol kollarıydı. Zeki bana “Oluyor abi, bayağı iyi oynuyorsun, sinemaya alıştın” demeye başlamıştı. Yıllar sonra Sürü’de rejisörüm oldu. Saygılı, fakat inatçı bir tabiatı vardı. Yılmaz’ın altı saatlik senaryosunu Siirt’te bir otel odasında birlikte kestik. Sakin, fakat kararlı bir şekilde çekimini gerçekleştirdi. Zor şartlar, imkânsızlıklar onu hiç yıldırmadı. Negatif sıkıntısından bazen beş metrelik planlar çektiği oldu, her planı bilinçliydi. Plan zevkini onda gördüm. Yükseklik, alçaklık, yakınlık, uzaklık, her şey kontrolündeydi. Yılmaz’a her zaman saygı ile “Yılmaz Bey” dedi, ama filmi tamamen kendi estetik kaygıları ile gerçekleştirdi. Keşke sonradan eline başka Yılmaz Güney senaryoları da geçseydi, birlikte tekrar çalışsaydık… Zeki’yi çok severim.
– Sürü sizin oyunculuğunuzun ve Türk sinemasının zirve noktalarından biridir. Filmi çekerken bu kadar iyi sonuç verebileceğinizi düşünüyor muydunuz?
-Ben hiçbir zaman sonuçları düşünmedim.
– Ankara Sinema Derneği’nin düzenlediği Türk Sinemasının En İyi 10 Filmi anketinde, rol aldığınız iki film bulunuyor: Umut ve Sürü… Dönüp arkaya baktığınız zaman bu filmler sizin için neler ifade ediyor?
– Bunu defalarca anlattım, bu iki film Yılmaz’ın bana taktığı iki kanattır. Avrupa’da ve dünyada bana teklif edilen birçok iş bu filmler sayesinde olmuştur. Peter Brook, ‘Sürü’yü seyrettikten sonra “Bu adam oyuncu mu, yoksa oradan gerçek bir köylü mü, oyuncu olduğuna inanamıyorum” dediğinde yanında bulunan eski oyuncusu Miriam Goldschmidt “O bir oyuncu, benim de arkadaşım Berlin’den, çok da iyi İngilizce konuşur” deyince, benimle tanışmaya karar vermiş ve menajerimle temasa geçmiş.
Yine ‘Sürü’ ile katıldığım Tel Aviv Film Festivali’nde film büyük sükse yapınca, İsrail’den iki rejisörden teklif aldım ve bu filmlerden biri olan ‘Kuzunun Gülümseyişi’ ile Berlin’de En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldım. ‘Sürü’ benim için ulaşılması zor bir noktadır. Bir daha ne zaman, nerede beni uçuracak bir beyaz at bulabilirim, bilmiyorum. Geçenlerde Tarık Akan’la ‘Sürü’nün çekiliş hikâyesini anlatan bir belgesel yapmışlar, galiba adı ‘Oradaydım’. Tarık beni duygulandırdı, kendini değil, hep beni anlatmış, bütün ekiple, Tarık’la, Melike’yle (Demirağ), Yaman Okay’la, diğer oyuncu ve tüm teknik ekiple zoru başarmanın sevincini paylaştık. Güzel dostluklar kaldı geriye.
‘Umut’ ise kesilen bütün sahnelerine rağmen Yılmaz’ın ve sinemanın baş eserlerinden biridir. Benim içinse çok şeyi feda ederek içinde olduğum bir filmdir. Yılmaz hep “Tuncel arkadaşımla birlikte yaptık” derdi bu filmi, bense “Filmi sen yaptın, ben senin yoldaşın ve oyuncundum” derim. En üzüldüğüm şeylerden biri de güreş sahnesinin sinema işletmecilerinin isteği üzerine kesilmesidir. Bir de eşeğimle arkadaşlığımın…
– Tabii bir oyuncunun alabileceği en önemli üç-beş ödülden biri olan Gümüş Ayı var. Bu aldığınız ödül pek de vurgulanmıyor kariyerinizde. Ama bunun hayatınıza nasıl bir getirişi oldu?
– Ferhan Şensoy’un söylediği gibi, “Ödüller basur gibidir, hangi g.te isabet edeceği bilinmez.” Bir getiri beklemedim, geldiyse de hiçbir zaman farkında olmadım.
– Hayata geçmemiş projeleriniz var. Mesela David Lean’in yöneteceği bir filmde Marlon Brando ile oynayacakmışsınız ve Robert Wise’dan yine Anthony Quinn’in oynayacağı bir proje için teklif almışsınız. Bunlar neden hayata geçmedi?
– David Lean maalesef erken öldü, filme hiç başlayamadı, çok istiyordum, Marlon Brando ile 10 gün çalışacaktım; Marlon Brando gerçekten oyuncu ve insan olarak, en çok beraber olmak istediğim kişiydi. Ona hâlâ vurgunum. Şimdilerde Sean Penn ile oynamak isterim. Anthony Quinn ile Robert Wise’ın yapacağı ‘Zorba’ müzikalinde üç solo dansım ve üç şarkım olacaktı, ekonomik sebeplerden o proje de hayata geçemedi.
– Sinema ve tiyatro çalışmalarınız hep yan yana gitti. Sinemada devleşirken de sahneleri pek terk etmediniz, hatta Peter Brook gibi bir yönetmenle çalıştınız… Hayatınızda sinemanın tiyatrodan rol çalmasına nasıl engel oldunuz?
– Ben oyunculuğu sinema ve tiyatro olarak ayırmıyorum.
– Peter Brook açık sahne anlayışını tiyatroya kazandırarak sahnenin otoriter tavrını yıkıp attı. Peki, bu tavırdan siz nasıl fayda gördünüz?
– Ben hayatımda da, sanatımda da işe yanlışla başlamaktan yanayım, yani yanılan bilimden yanayım. Çünkü bilim hep yanılmış, iki nokta arasındaki en kısa yol doğruydu, ama uçak rotaları iki nokta arasındaki en kısa yolu bir eğri olarak görüyor, bugün. Hangi doğrudan hareket edeceksin? Bir zamanlar dünya düzdü. Brook da Batı’nın durağan, Ortaçağ felsefesinden sıkılmış ve kendisini Doğu’ya atmış bir sanatçıdır. Bu açık sahne tavrı, bizde ortaoyunlarında, köy seyirlik oyunlarında zaten var olan bir şeydir, yazık ki bizim tiyatromuz onlardan gerektiği gibi yararlanamadı. Çok sevdiğim Ferhan Şensoy’u bunun dışında tutuyorum.