Doğan Hızlan ve Ömer Türkeş’ten 100. Yılda Edebiyat söyleşisi
İsveç polisiye edebiyatının önde gelen polisiye yazarlarından Hakan Nesser, Van Veeteren serisinin dördüncü kitabı 'Doğum Lekeli Kadın'da intikam duygusu ile işlenen cinayetleri psikolojik gerilim tarzında bir hikaye ile anlatıyor.
Aralık ayının sonlarında, soğuk ve yağmurlu bir günde bir mezarlık sahnesi ile açılıyor hikaye. Ölenin kızı dışında hiç kimsenin katılmadığı hüzünlü bir cenaze törenindeyiz. Sonradan adının Marie Adler olduğunu öğreneceğimiz 29 dokuz yaşındaki kadın, bu sessiz ve sahipsiz cenaze töreninden üzgün, annesinin son nefesinde söylediklerine öfkelidir; “Annesi ilk kez ondan bir şey istemiş, yarım saat sonra da ölmüştü işte; Bir şey yap kızım! Harekete geç!”
Hayatın belli ki diplerinde, beklentisiz ve mutsuz yaşayan kadını harekete geçiren motif işte annesinin bu sözleridir. Kararını verir; “Sonunda tutuşturabileceği bir şey bulmuştu. Ruhundaki eski, donuk ve taşlaşmış enkazı yavaş yavaş ısıtabilecek bir şey. Bir ateşti bu, çok geçmeden yayılmaya başlayacak ve alevleriyle yolu üzerindeki tüm kaleleri ve insanları yutacak bir ateş… Daha kimler korkacaktı onları eninde sonunda yutup yok edecek bu gazabın dalgalarından!”
İçinde intikam ateşi, cebinde annesinden kalan az da olsa bir miktar parayla Maardam’ın yolunu tutacaktır. “Maardam neresi” diye düşünenler için kısa bir açıklama yapalım; Maardam, Van Veeteren dizisine ev sahipliği yapan 300 bin nüfuslu, tümüyle kurgusal ama çok gerçekçi tasvir edilmiş bir şehir. İsmi verilmeyen ancak İsveç, Hollanda, Polonya ve Almanya kültüründen özellikler barındıran bir Kuzey Avrupa’da şehri.
Mardam’da peşine düştüğü ilk kurban Ryszard Malik isimli bir işadamı. Adam ve karısı kimden geldiği bilinmeyen telefon aramalarından, telefonda dinletilen müzikten rahatsızlar. Malik, bu müziği bir yerlerden hatırlamakla birlikte kaynağını bir türlü çıkaramıyor. Hatırlamaya vakit bulamayacak ve bir gece vakti öldürülecektir.
Kafasına ek olarak kasıklarından da kurşunlanması, soruşturmayı üstlenen Van Veeteren ekibine katilin bıraktığı bir işaret olarak görülür. Aynı silahla ve aynı kurşun izleriyle ikinci cinayet işlendiğinde şüphelerinde haklı olduklarını anlayacaklar ve kurbanlar arasındaki -görünürde hiçbir kanıtı olmayan- bağlantıyı bulmak için mesai harcayacaklardır. Aynı sıralarda -biri gazeteci, biri tanınmış bir işadamı- iki eski arkadaş da fark etmiştir bağlantıyı. Zira onlar da öldürülenler gibi, 30 yıl önce vuku bulan o çirkin olayın failleridir….
Şimdi, bir sonraki cinayetin potansiyel kurbanı olabileceklerinin farkındalıklarıyla bir seçim yapmak zorundalar. Ya suçlu vicdanlarıyla yaşamaktan vaz geçip polise gidecekler ve güzelim hayatlarının bir anda yıkılmasını kabullenecekler ya da tahmin ettikleri katilin peşine düşerek -polis olayı çözmeden önce- onu susturacaklar…
Avcının av, avın avcı olduğu üç köşeli bir kedi fare oyunu başlamıştır…
Polisiyeseverlerin yakından bildiği üzere 2000’li yıllarda İskandinav polisiyeleri altın bir çağa girdi. Birincilik Maj Sjöwall ve Per Wahlöö, Henning Mankell, Stieg Larsson gibi dünyaca ünlü yazarlarıyla elbette İsveç’in. Buna karşılık diğer Kuzey ülkeleri de pek çok iyi yazara sahip. Mesela Norveçli Jo Nesbo, yüksek satış rakamları, sinema uyarlamalarıyla büyük bir çıkış yakaladı. Ancak Nesbo da dahil olmak üzere -gözü dönmüş seri katilleriyle, kanlı ve sofistike cinayetlerlerle, çözümleyici detektif tipinin abartılı kahramanlıklarıyla- giderek Amerikan best-seller tazına yaklaşıyor Kuzeylilerin polisiyeleri. Ayrıcalıklı yerini bireysel ve toplumsal sorunlara suç kurgusu içerisinde nüfuz etmesi sayesinde kazanan bu edebiyat için sıradanlaşma tehlikesi barındıran bir eğilim.
Sevindiricidir, Hakan Nesser geleneği takip etmeyi sürdürüyor. Polisiye işlemlere ağırlık veren, suçlu ve polis tiplerinin psikolojik derinliklerine inerken toplumsal sorunlara da değinen Van Veeteren polisiyeleri, akımın bütün karakteristiklerini barındırıyorlar. ‘Doğum Lekeli Kadın’ da bu serinin en iyi maceralarından birisi.
1996 yılında En İyi İsveç Suç Romanı ödülünü kazanan ‘Doğum Lekeli Kadın’da farklı bir kurguyu denemiş Nesser. Katilin kimliği, cinayetlerin nasıl işlendiği muammanın bileşenleri değil. Katilin kim olduğu okuyucuya daha baştan gösteriliyor. Katilin kimliğini bilmeyenler sadece detektifler. Merak duygusunu yaratan örgünün cinayetin nedenine, katili yönlendiren dürtüye odaklandığını söylemek mümkün. Yine de dikkatli ve deneyimli okuyucular söz konusu nedeni tahmin etmekte zorlanmayacaklar. Ama önemi yok, zira hikayenin gerilimini tırmandıran katilin ve kurbanların iç dünyalarındaki dalgalanmalar ve oynadıkları kedi-fare oyunu.
Nesser’in dört uzun hikayelik ‘Intrigo’ dizisinde daha çok öne çıkmakla birlikte Van Veeteren polisiyelerinde de başlıca temalar suçluluk, intikam ve kefarettir… Elbette suç edebiyatı kategorisindeler ama Nesser’in asıl niyeti insanları bu durumlara iten psikolojik halleri ve motivasyonlarını araştırmak. Karakterler genellikle bir yoksunluk ve mağduriyet duygusuyla harekete geçiyor, sahip olma ya da intikam arzusu ateşleniyor, cinayet eylemi yoğun hazlar sağlıyor. Tam da ‘Doğum Lekeli Kadın’da Marie Adler’in hissettiği gibi;
“Yaşadığı tatmin, beklentisinin çok ötesindeydi. Hayal edebileceğinden çok daha derin ve gerçekti. Yetişkin hayatında ilk defa anlam ve dengeyi keşfetmişti. Ya da en azından öyle olduğunu düşünüyordu. Tam olarak ne olduğunu kestirmek zordu ama bunu vücudunda hissedebiliyordu. Derisinde ve gevşemiş kaslarında hissediyordu; sinir lifleri arasında hafifçe köpüren baloncuklar gibi yayılan ve onu sürekli yüksek bir bilinç seviyesinde tutan bir tür sarhoşluk, tamamen sakin ve yine de yüksekte olma hissi. Gökyüzü kadar yüksek. Bir orgazm, diye düşündü coşku içinde, saçma bir şekilde uzun süre devam eden bir orgazm. Sadece çok yavaş ve nazik bir şekilde azalıyor, gevşeyerek bir sonraki olayın beklenti ve merakına dönüşüyordu. Ve ondan sonrakine. Öldürmek için. O insanları öldürmek için.”
‘Doğum Lekeli Kadın’ı okurken William Irish’in ‘The Bride Wore Black’ (1940) romanını hatırladım. Türkçeye ‘Siyah Gelinlik’ adıyla çevrilen roman Guy de Maupassant’ın kısa öyküsü ‘Le Horla’dan bir alıntıyla açılıyordu: “Çünkü öldürmek, doğanın varoluşun kalbine koyduğu büyük yasadır! Öldürmekten daha güzel ve onurlu başka bir şey yok.”
1968 yılında François Truffaut tarafından filme de çekilen hikayesinde Irish, düğün töreninde nişanlısı öldürülen bir kadının katilleri teker teker avlamasını anlatmıştı.
‘Siyah Gelinlik’te William Irish’in, ‘Doğum Lekeli Kadın’da Hakan Nesser’in amacı intikam ateşiyle tutuşmuş yüreklerin içlerini söndürmek için neleri göz alabileceklerini ve polisiye edebiyatın bunu işleme potansiyelini kanıtlamak olmuş. Adı geçen romanlarıyla Irish ve Nesser, psikolojik gerilim unsurlarını polisiye ile birleştiriyorlar. Böyle bir bakış açısıyla ‘Doğum Lekeli Kadın’ın noir tarzına yaklaştığını söyleyebilirim. Üstelik bir trajediye dayanan, tonlaması ve karakterlerin ruh hali ile kara bir hal alan hikayesini İsveç kışının atmosferiyle daha da karartmış Nesser. Buna karşılık hikayenin hızı ve sürükleyiciliğiyle, mizahi sahneler ya da diyaloglarla okuyucunun içinin kararmasını biraz olsun engelliyor.
Her ne kadar cinayetler ve nedeni hakkında ahlaki bir yargılamada bulunmasa bile, Van Veeteren’in hayatın geneline yönelik bıkkın ve umutsuz ruh halini sezebiliyoruz. Hakan Nesser’in detektifin ruh halini pekiştirmek için İsveç toplumunun gündelik yaşantısındaki olumsuzluklara -ırkçılığa, alkol ve uyuşturucu sorununa, yozlaşan gençliğe- küçük dokunuşlar yaptığını da eklemek gerekir. Ortaya çıkan sonuç suçun sadece polis müdahalesi ile çözülemeyeceği gerçeğidir.
‘Doğum Lekeli Kadın’ usta bir yazarın kaleminden çıkmış çok iyi bir polisiye…
1950 doğumlu Hakan Nesser, Kumla’da doğdu ve Uppsala’da ortaokul öğretmeni olarak çalıştı. Yazmaya geç başladı; ilk romanını ‘Koreografen’ (‘Koreograf’, 1988) yayımlandığında ‘yolun yarısı’nı geçmişti. Nesser başarıyı 1993 yılında, Detektif Van Veeteren dizisinin ilk macerası ‘Kurtların Saati’ ile yakaladı. 10 kitaplık bu seri 20’den fazla ülkede yayımlanmış, dünya çapında 10 milyondan fazla satmış ve çok sayıda prestijli ödüle değer görülmüştü.
1993-2003 yılları arasında yayımlanan Detektif Van Veteren serisini 2006-2012 yılları arasında yazdığı Detektif Gunnar Barbarotti serisi izledi. Bu iki popüler polisiye serisinin dışında farklı türlerde de ürünler veren Nesser, üç kez En İyi İsveç Suç Roman’ı ödülünü kazanan ilk, Danimarka Rosenkrantz Ödülü’nü iki kez kazanan tek yazar oldu. Ayrıca 2010 yılında Ripper Ödülü’ne de layık görüldü.