8 Mart’ta bu 8 kadınla tanışın!
Cumhuriyet Türkiye’si başta Atatürk olmak üzere tiyatronun Batılı anlamda bir eğitim modeli ve kurumsallığa kavuşması için kolları sıvamıştı. Ama bu çaba ilerleyen dönemlerde aynı tonda sürmedi. Ama farklı dönemlerinde tiyatromuz, her seferinde yokluktan ve baskıdan çıkıp kendini yeniden yarattı...
1930’un nisan ayı. Genç Çumhuriyetin, oyun metnine dayalı Batı modelinde tiyatro yapan tek resmi kurumu olan Darülbedayi (Sonradan ‘Şehir Tiyatroları’) oyuncuları Ankara Türk Ocağı’nın açılış etkinlikleri kapsamında sahne alır. Modern Türk tiyatrosunun kurucusu kabul edilen Muhsin Ertuğrul’un da aralarında yer aldığı ekip, Ankaralılara Shakespeare klasiği ‘Hamlet’ ile Moliere’den uyarlanan ‘Murai’ (Tartuffe) ve ‘Muhayyel Hasta’ adlı oyunları sergiler. Yoğun ilgi üzerine turne programı üç gün uzar. Seyirciler arasında Mustafa Kemal Atatürk de vardır.
Topluluk, son gecelerinde Atatürk’ün kendilerini Marmara Köşkü’nde ağırlamak istedikleri haberini alır. Muhsin Ertuğrul ile Mustafa Kemal’in köşkteki buluşması, Türkiye Cumhuriyeti’nde, devlet eliyle kurulacak bir tiyatro okulunun ve devlet tiyatrosunun tohumunu atar.
Darülbedayi’nin yöneticisi Muhsin Ertuğrul, halihazırda üç senedir bir ‘tiyatro mektebi’ kurulması için çaba sarf etmektedir. Atatürk’ün o gece baş başa kaldıkları zaman kendisine yönelttiği “Siz benim ateşemiliterlik yıllarımdan beri, memleketimizde görmeyi candan özlediğim bir hayali gerçekleştirdiniz. Böylesine birbirine bağlı bir sanat topluluğunu kendi imkânlarınızla hazırlayıp bize getirdiniz. Şimdi cumhurreisi olarak size soruyorum: Hükümetten ne gibi bir yardım istersiniz?” sorusuna “Bir tiyatro mektebi istiyorum paşam!” yanıtını verir. Atatürk İsmet Paşa’yı çağırır, saat gece yarısını çoktan geçmiştir, “Paşam sizi rahatsız ettim, fakat mühim bir hususu size arz etmek istiyoruz” diyerek, Muhsin Ertuğrul’dan talebini yinelemesini ister. Muhsin Ertuğrul tekrarlar: “Bir tiyatro okulu istiyoruz!’”
Mustafa Kemal, “Efendiler! Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, reisicumhur olabilirsiniz fakat sanatkâr olamazsınız. Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları çok sevelim” sözlerini işte bu gece zikreder.
Ne yazık ki devlet eliyle bir ‘tiyatro mektebi’nin açılması altı yıl sonrasını bulacaktır. Öte yandan bu görüşmeden hemen bir ay sonra çıkan kanunla belediyelere tiyatro kurma hakkı tanınmıştır. Belediye bütçesinden bir ödenek ayrılması dışında hükümetten maddi bir destek göremeseler de İstanbul Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ın yanlarında durmasıyla Darülbedayi’nin içinde bir Tiyatro Meslek Okulu açılır.
Marmara Köşkü’ndeki gecede bahsi geçen, devletin kuracağı tiyatro mektebinin (konservatuvar) açılması zaman alacaktır ama Atatürk’ün Batılı anlamda sahne sanatlarına verdiği destek bununla sınırlı değildir. Az sonra bahsedeceğiz; ilk opera eserleri de onun önderliğinde yaratılır, Afife Jale’nin ardından sahneye henüz Türk-Müslüman kadın oyuncu çıkmamışken, 1923 yazında İzmir’e turne yapan Darülbedayi ekibinden Bedia Muvahhit’in sahneye çıkma arzusu da Mustafa Kemal tarafından teşvik edilir. 11 Ağustos 1923’te, İzmir Kordon’daki Palas Sineması salonundaki gösterimden sonra Türk kadınlara sahne yolu resmi olarak (elbette bir dizi tartışmanın içinde) açılacaktır.
Geleneksel tiyatrodan Batılı anlamdaki tiyatroya Tanzimat hareketiyle, 19. yüzyıl ortalarında geçmeye başlamıştır tiyatromuz. Çağdaş Türk tiyatrosuna atılan ilk önemli adım, 1860’ta yapılan Gedikpaşa Tiyatrosu’nun Güllü Agop (Hagop Vartonyan) tarafından satın alınıp 1868’de Osmanlı Tiyatrosu adlı bir topluluğun kurulması olur. 1800’lerin sonlarında, İstanbul’un Pera’sını dört bir yandan saran ihtişamlı tiyatro döneminin yaratıcıları da Ermeni ve Rum kadın ve erkek tiyatroculardır esasen. Osmanlı Tiyatrosu’nda ise Ermeni oyuncuların yanında Türk oyuncular da yetişmeye başlayacaktır.
Prof. Dr. Ayşegül Yüksel ‘Uzun Yolda Bir Mola’ (Habitus Kitap) adlı çalışmasında cumhuriyet döneminin Osmanlı’dan aldığı mirasın kültür bağlamında ikilik içerdiğini söyler: “Saray kültürü ve halk kültürü ayrımı vardı. (…) Geleneksel türlerin, özellikle Karagöz’ün toplum eleştirisine yönelik taşlama özelliği istibdat döneminde bastırıldığı için, popüler geleneksel tiyatro, yalnızca ‘eğlence’ sunan nitelikleriyle sınırlandırılmıştı. (…) Dahası, Müslüman-Türk kadınların sahneye çıkmasının uygun olup olmayacağı tartışmaları henüz aşılamamış, Afife Jale’nin -zaman içinde ruh ve beden sağlığını yitirmesine ve ölümüne neden olacak- çabaları sonuç vermemişti. Ünlü sanatçı Bedia Muvahhit’in 1923’te İzmir’de Mustafa Kemal’in karşısında ilk kez sahneye çıkmasıyla tiyatromuzda çok önemli bir atılım gerçekleşmiştir.”
Batılı modeldeki Türkiye tiyatrosu bir dizi ikiliğin arasında, kadınların sahneye rahatça yeni yeni çıkabildiği, yeni sanatçılar yetiştirecek bir okulun henüz olmadığı, sanatçıların sadece tiyatro yaparak geçinemedikleri (gerçi bu konuda değişen pek bir şey yok…) bir dönemle giriş yapar, Cumhuriyet’in ilk yıllarına.
Bu dönemde Mustafa Kemal’in çağdaş sahne sanatlarına olan ilgi ve desteğinin ilk örneklerinden biri, yazar Münir Hayri Egeli’ye, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Ankara ziyareti vesilesiyle bir Türk-İran dostluğu oyunu sipariş etmesidir. Opera sanatçısı Semiha Berksoy’u, besteci Adnan Saygun’u, Cemal Reşit Bey’in yaylı sazlar orkestrasını bir araya getiren, Türkiye’nin ilk opera eseri sayılan ‘Özsoy’, Atatürk’ün isteği üzerine yaratılır. ‘Bay Önder’ adlı opera da Atatürk’ün hayatını sembolleştirmek üzere Egeli’ye sipariş ediliyor, reisicumhur tarafından… Atatürk eserin yazılma sürecine de dahil oluyor, metne çeşitli düzeltmeler yapıyor. ‘Bay Önder’ 1934’te, Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin yıldönümünde sahneleniyor.
Muhsin Ertuğrul’dan sonra Münir Hayri Egeli de tiyatro okulu talebiyle Atatürk’e gider. “Bir kanunla milli temsil akademisinin kurulması temin edilmeli ve Münir Hayri yabancı milletlerde tetkiklerde bulunarak bize lazım olan uzmanları getirmelidir” kararını alır, Atatürk. Egeli Batılı örnekleri incelemek üzere gittiği Berlin’de Türkiye tiyatrosuna büyük bir iz bırakacak olan Carl Ebert’i Ankara’ya getirir. Temelden kurulacak bir sanat tiyatrosu kurmak üzere kolları sıvar Ebert, 1936’da Konservatuvar kurulur ve sekiz öğrenciyle eğitime başlar.
Hitler’in Yahudi soykırımından kaçan donanımlı Alman hocaların (Ebert, Madam Adler, Markovic vs.) yanı sıra Sabahattin Ali, Cahit Külebi gibi yerli edebiyatın kıymetli kalemleri de tiyatro için kafa yormaktadır. Devlet tiyatronun arkasındadır. Bir hâkimin 40 lira aylık aldığı başkentte yeni mezun tiyatro oyuncuları 85 lira maaş alacaktır…
Tatbikat Sahnesi’nde oyunculuğa başlayan mezunlar, 1941 Nisan’ında Halkevi Binası’nda ‘Otelci Kadın’ oyunuyla ilk profesyonel işleriyle seyirci karşısına çıkar. Sabahattin Ali’nin deyişiyle bu gösterim “Türk ulusal tiyatrosunun başlangıcını müjdeler…”
1947’de Küçük Sahne’ye geçilecek, 1949 senesinde, Devlet Tiyatro ve Operası kurulacaktır…
Mimar Kemaleddin Bey’in 1930’larda “Çağdaş bir cumhuriyet tiyatrosuz olmaz” şiarıyla inşa ettiği 700 kişilik bir salon çoktan ambara dönmüştür. Muhsin Ertuğrul’un burayı keşfedip yeniden hayata döndürmesiyle devletin tiyatrosu yeni yuvasına kavuşur. Aralık 1947’deki ilk gösterim öncesi oyuncular Macide Tanır, Cüneyt Gökçer sahnenin localarını elleriyle temizleyip sonra kulise koşup oyuna hazırlandıklarını anlatırlar.
Ahmet Kutsi Tecer’in ‘Köşebaşı’ adlı oyununun sahnelendiği gece, seyirciler arasında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de yerini alır. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Küçük Sahne’nin fuayesinde bizzat durur, seyirciyi karşılar, ellerindeki paltoları vs. bırakmaları için vestiyeri gösterip uyarır, hatta tiyatro adabına dair küçük bilgiler verir. İşte o meşhur ‘tiyatroyu başka türlü izleyen Ankara seyircisi’nin tohumları da bu senelerde atılır, belli ki…
Atatürk’ün bizzat desteklediği, İsmet Paşa’nın desteği devam ettirdiği, Hasan Ali Yücel gibi devlet adamlarının koruyup kolladığı ve elbette Muhsin Ertuğrul ile sahne arkadaşlarının inatla sürdürdüğü erken dönem Cumhuriyet tiyatrosu, Halkevleri ve Köy Enstitüleri’nin tiyatro çalışmalarıyla da yurda yayılır. Lakin, Muhsin Ertuğrul’un büyük projesi ve hayali olan ‘bölge tiyatroları’ modeli, 1961’de meclise kadar çıksa da hızla rafa kaldırılır. Kamu desteğiyle her bölgede kurulacak bağımsız ve özerk tiyatroların ve okulların hayalidir bu. Üstelik ‘devletin tiyatrosu’, Cumhuriyetin ilk dönemindeki atılımını, sonraki dönemlerde sürdürmez.
Hükümetlerin sahnede olup bitene, söylenen söze sansür gözüyle bakışı 1930’larda da eksik olmayan bir durumken bu 1950’lerden sonraki Türkiye’de iyice bariz bir mesele haline gelir. Metin And ‘Kısa Türkiye Tiyatrosu Tarihi’ (Yapı Kredi Yayınları) kitabında, 1934’lerde oyunları Matbuat Müdürlüğü’nün denetlediğini anımsatıyor. Devrim hükümeti, devrimlerin korunması için titizlik gösterme niyetiyle oyunların içinde geçen bazı ifade ya da direkt oyunlara (Misal Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun gerici ve ilerici görüşleri karşılaştıran ‘Sağanak’ını dört temsilden sonra yasaklanmış. ‘Vatan Yahut Silistre’nin içindeki ‘Padişahım çok yaşa’, ‘Osmanlılar’ gibi sözler kaldırtılmış) sansür uygular. 1950’lerle çok partili hayata geçişten sonra ise siyasi anlamdaki sansürün iyice vites yükselteceği dönemler gelir…
‘Tiyatronun altın çağı’ olarak tarihe geçen 60’lı yıllar, çok kısa bir özetle böyle bir mirasın ve hafızanın üstünde parlar. Bize Yıldız ve Müşfik Kenter, Genco Erkal, Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Haldun Dormen, Ayla Algan; Dostlar Tiyatrosu, Kent Oyuncuları, Dormen Tiyatrosu, Devekuşu Kabare, Ankara Sanat Tiyatrosu, sokaklardan yükselen Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’nu hediye eden muhteşem 60-70 dönemi…
Seyircinin gişe önlerinde saatlerce kuyruk beklediği yıllar. Prömiyerlerin hemen ertesi günü neredeyse her gazetede nitelikli eleştirel yazıların yayımlandığı seneler. Ama aynı zamanda sansürün, baskının, merkezden ve yerelden gelen oyun yasaklarının, gerici saldırıların, bombalamaların, kundaklamaların vaka-i adiyeden sayıldığı, tiyatroların, tiyatro insanlarının can ve mal güvenliğinin olmadığı, devlet tarafından da korunmadıkları o çok zor dönem… Tiyatro için üreten pek çok yazar ve sahne insanının da aydınların çoğu gibi kendini sık aralıklarla polis-mahkeme kapılarında bulduğu ‘sıkı’ yıllar…
Aslına bakarsanız devlet nezdinde ve siyasilerin ağzında tiyatronun ‘kutsallığı’ neredeyse hiçbir dönemde tartışma götürmez. Tiyatro kutsaldır, sanatçı el üstündedir. Ancak bahsedilen -arzulanan- tiyatro (ve sanatçılar) şüphesiz ‘eğlencelik, zararsız, suya sabuna dokunmayan’ cinsinden olmalıdır. Cumhuriyetin ilk döneminde aydınlanmacı, ilerici ve batılılaşmacı gayelerle kurumsal anlamda handiyse ‘yoktan’ var edilen çağdaş tiyatro, son 50 senedir merkezi devlet yönetimi ve yerel yönetimler eliyle itinayla ehlileştirilmek istenmekte.
Tiyatronun özünde var olan; sorgulama, itiraz etme, eleştirme, biçimsel ve sanatsal olarak özgürce deneme ve tüm bunları sözünü sakınmadan yapma ‘huyu’; devlet otoritesinin bırakalım desteklemeyi, kabul edeceği durumlar bile değil, uzun, çok uzun senelerdir, ne yazık ki. Devlet Tiyatroları her ne kadar büyük prodüksiyonlar çıkarıp, ülkenin farklı kentlerine ulaşıp, ülkenin en iyi sanatçılarını bünyesinde barındıran bir yapıyla yaşamaya devam etse de 60’larda özel tiyatroların bir patlama gibi gelen verimli, üretken sürecinin -nitelik olarak- gerisinde kalır.
60’lı ve 70’li yıllarda üreten yazar, yönetmen ve oyuncularla; epik işler, müzikaller, batı tiyatrosu metinlerine yapılan cesur yorumlarla, ülkedeki toplumsal ve siyasi atmosferi kalbinden yakalayan efsanevi oyunlarla büyük yükselişini yaşar tiyatromuz. ‘Keşanlı Ali Destanı’nın, ‘Zengin Mutfağı’nın, ‘Lüküs Hayat’ın, ‘Mikado’nun Çöpleri’nin, ‘Ayak Bacak Fabrikası’nın, ‘Kozalar’ın, hâlâ güncel ve cesur olan nice yeni yerli oyunun yazıldığı, oynandığı (sık sık da yasaklandığı) o efsanevi dönem…
70’lerin sert politik gündemine balyoz şeklinde gelen 80 darbesi, tiyatroya da direkt tepeden iner haliyle. 90’larda bir ara pek revaçta olan ‘Tiyatro ölü bir sanat’ sözünün de müsebbibi askeri darbe ve ilerleyen yıllarda Turgut Özal’ın liderliğindeki ‘liberal iklim’dir desek yanlış olmaz.
Ayşegül Yüksel 80’lerdeki durumu bir de örnek ekleyerek şu cümlelerle özetliyor: “80’li yıllarda, yazarlar yapıtlarını oluştururken ve tiyatrolar sahnelemek için oyun seçerken ‘otosansür’ uygulamıştır. Dahası, egemen güçler, seyirciyi düşündüren ve uyaran oyunlar yerine ‘eğlendirici ve oyalayıcı’ gösterilerin yeğlenmesi gerektiğini de dolaylı olarak ifade etmiştir. 80’li yıllarda ANAP’lı bir bakanın Devlet Tiyatroları Genel Müdürü’ne ‘Öyle seyircinin içini karartan şeyler oynamayın, komik bir şeyler olsun ki biraz yüzleri gülsün’ dediği -söylenti olarak- Ankara kulislerinde haftalarca dolaşmıştı. Özel tiyatrolar, ekonomik zorluklar nedeniyle, kolay sahnelenebilir ya da kestirme yoldan popüler olabilecek oyunları seçerek, sanatsal çabayı yükseltme çabasına sırt çevirmiştir…” (Uzun Yolda Bir Mola)
90’lar ve 2000’lerden itibaren özel tiyatro cephesinde tanık olduklarımız, ülkedeki tüm olumsuzluklara (ve dahi engellemelere rağmen) tiyatronun ölmediğinin (2500 yıldır nasıl yaşıyorsa) önce tek tük sonra cayır cayır ispat etti. 80’lerin ölü toprağını deneysel tiyatro çalışmalarıyla Tiyatro Stüdyosu, Stüdyo Oyuncuları, 5. Sokak Tiyatrosu, Kumpanya, Bilsak, Tiyatro Oyunevi, Oyun Atölyesi gibi çok sayıda topluluk, tamamen kendi çabalarıyla var olarak atacaktı. Üniversitelerin bünyelerinde de farklı fakültelerde okuyan öğrencilerin kurduğu kulüp ve topluluklar da hem nitelik hem nicelik açısından çarpıcı bir sanatsal üretimle 80’lerin ölü toprağının atılmasına katkı sundu. (ODTÜ Oyuncuları, İstanbul Üniversitesi ÖKM Sahnesi, İstanbul Üniversitesi İktisat Sahnesi, İTÜ Oyuncuları, -ilk olarak 70’lerde kurulan- Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları gibi bugün hâlâ faal olan topluluklar.)
Bu dönemde elbette devlet ve şehir tiyatrolarında da çok kıymetli, yenilikçi, aradan geçen 30 küsur seneye rağmen hâlâ dilden dile dolaşan işlere imza atıldı.
2000’lerden sonra patlayan ‘alternatif/bağımsız tiyatro hareketi’ (DOT, Altıdan Sonra Tiyatro, Galata Perform, Moda Sahnesi, ikincikat vs…) ise tiyatromuza 60’ların ‘altın çağ’ hissini bir parça da olsa anımsatan yepyeni bir nefes kanalı açtı. Bugün, sezonda 500’e yakın özel tiyatro oyununun prömiyer yaptığından bahsediyoruz. Ama… Ama’sının arkası çok dertli: ‘Devlet’in tiyatroyla ilişkisinde başı, her sene ‘hak kazananlar’ üzerinde uzun tartışmalar dönen, ‘Kültür Bakanlığı Özel Tiyatrolara Destek’ başlığıyla verdiği ‘yardım’ çekiyor.
Kendi yağında kavrulmaya mahkûm halde ayakta durmaya çalışan özel tiyatrolar, yaptıklarının ticari bir faaliyetten öte ‘kamusal bir hizmet’ olduğunu kabul ettirmek, en temelde de bilet başına kesilen ve geriye hiçbir şey bırakmayan ağır vergi oranlarından azat edilmek için sözden eyleme pek çok kez kendilerini ifade etti. Ediyor.
Bugün, 100’üncü cumhuriyet senesinde, o hep bahsi geçen İngiltere, Almanya usulü bir bağımsız, özerk sanat konseyi ve özel tiyatroları destekleyecek fonların ucu görünmüyor ufukta. Pandemi, ekonomik kriz, deprem, terör saldırıları, bölgesel savaşlar derken ‘yangında her zaman ilk vazgeçilen’ olan tiyatronun kolay kolay rahat nefes alacağını öngörmek de zor.
Metin And’dan (Kısa Türk Tiyatrosu Tarihi) bir alıntıyla bitirelim: “(…) Darülbedayi sanatçıları da ilk başlarda zorluklarla karşılaşmıştı. Oyuncular eskiden asıl uğraşları yanında oyunculuğu bir yan uğraş olarak yaparken, bu kez oyunculuk asıl uğraşları olup, yan uğraşlarla gelirlerini artırmanın yolunu arıyorlardı. (…) Behzat Butak pastacılık, Raşit Rıza lokantacılık, Naşit piyangoculuk yapmışlardı.”
Tiyatro cephesinde değişen hem çok şey var hem de pek bir şey yok. Şundan eminiz elbette; tiyatro 2500 senedir yaşıyor. İnsan var olduğu sürece de yaşamaya devam edecek. Ne sansüre yenildi ne gericiliğe ne televizyona ne internete ne krizlere ne savaşlara…
Cumhuriyet’in yeni yaşlarından dileğimiz sanatın her türünde olduğu gibi tiyatroya da özgürlük ve eşitlik getirmesi. Çok yaşasın; cumhuriyetimiz de tiyatromuz da…
Kaynakça:
‘Türkiye’de Tiyatro Tarihi’, belgeseli, Can Dündar
Kısa Türk Tiyatrosu Tarihi, Metin And, Yapı Kredi Yayınları, 2019
Uzun Yolda Bir Mola/Türkiye’de Tiyatronun Serüveni, Ayşegül Yüksel, Habitus Kitap, 2018
Ölmeyi Bilen Adam Muhsin Ertuğrul, Ayşegül Çelik, Can Yayınları, 2013