CHP’deki Lütfü Savaş tartışmasına il başkanı girdi: Başka isimle kazanamayız
İstanbul'u bir tablo olarak düşünmek. Semt semt, mahalle mahalle resmetmek! Bu fikir çoktan hayata geçirilmiş. İş Bankası Resim Heykel Müzesi'ndeki koleksiyon sergisinde hem Anadolu hem Avrupa yakasının resimleri çıkıyor karşınıza. İstanbul'un geçirdiği değişimi anlamamızı sağlayan resimler hem de
Napoleon’un söylediği “Dünya tek bir ülke olsa başkenti İstanbul olurdu’ sözü bu kent için yapılmış onlarca tespit ve övgü içerisinde en dikkat çekenlerden biri olsa gerek. Divan şiirinden Cumhuriyet dönemine sanatçıların en çok ilham aldığı konulardan biri olan bu kent, Batılılaşma süreciyle birlikte etkinlik kazanmaya başlayan resim sanatı için de adeta bir mücevher misali işlenmeye başlıyor. Avrupalıların Altın Boynuz dediği Haliç’ten Boğaz’ın köylerine bu görkemli şehir ressamların şövaleleriyle gezdiği bir açıkhava ilhamına dönüşür. Tanzimat sonrası başlayan Batılılaşmanın ilk kuşağı olan asker ressamlardan Hikmet Onat’a kadar geçen neredeyse yüz yıllık bir dönemin İstanbul’u şimdi Türkiye İş Bankası Resim Heykel Müzesi’nde. Semt semt sürecek bu yolculuğa Emirgan’da sonsuz istirahatindeki Münir Nurettin Selçuk da ölümsüz eserleriyle bize eşlik ediyor.
Cumhuriyeti bir armağan niteliği taşımasının yanı sıra İstiklal Caddesi’ni bir özüne döndürme adımı olan bu müze, 1940’tan bu yana biriktirdiği koleksiyonunu Türkiye’nin önemli sanat tarihçilerinden Prof. Dr. Gül İrepoğlu’nun kurucu küratörlüğünde adeta bir tarihi belge niteliğiyle ziyaretçilerine sunuyor. Bu bağlamda ‘İstanbul neydi? Şimdi ne oldu? sorularına adeta yanıt veren türden.
1907 tarihinde açılan tarihi müze binasının iki katı İstanbul’a dair bu anlatı dünyasına ayrılmış durumda. İstanbul temalı serginin bir katı kentin Avrupa yakası diğer kat ise Anadolu yakasındaki semtlere odaklanıyor. Sarayburnu’ndan başlayan gezimiz, önce küçük bir Haliç turu ardından da Galata ve Boğaz’ın Avrupa yakası kıyılarıyla devam ediyor. Bu esnada Yahya Kemal Beyatlı ve Orhan Veli Kanık gibi şairlerin bu büyüleyici kente dair duydukları derin tutkunun yansıması olan mısraları eşlik ediyor bize. Sade bir semtini sevmenin bir ömre bedel olduğu bu kadim kentin tablolara yansıması kimi zaman görkemli kimi zamanda kasvetli.
Tablolara bakarken oluşan “keşke her şey o mısralar ve tablolardaki el değmemiş olsa” hissiyatı insanın bir an bile olsa peşini bırakmıyor.. Ne Mustafa Nuri Paşa’nın ne Şeref Akdik’in ne İbrahim Safi’nin ne Hikmet Onat’ın ne de Avni Lifij’in o İstanbul’undan eser yok şimdi. Gelişim ve değişim başlı başına kötü olmamakla birlikte hakkı verilmediği zaman kaybolan o doku ne yazık ki sadece böylesi özel tablolara hapsolup kalıyor. Türkiye İş Bankası’nın koleksiyonunun bir parçası olan ve Gül İrepoğlu’nun semt semt sınıflandırdığı bu özel seçki Boğaz’ın Avrupa yakası boyunca Bebek ve Rumelihisarı’nı geçerek Büyükdere’ye kadar ulaşıyor. Asker ressamlardan Feyhaman Duran’a kadar farklı kuşak ve üsluplardan sanatçıların tabloların yer aldığı sergini Anadolu yakasındaki güzelliklerine tanıklık etmek için bir alt kata iniyoruz.
Büyükdere’nin tam karşısındaki Beykoz’un şirin ve tarihi semtlerinden yer yer pastoral unsurlarla başlayan turumuza yine İstanbul’a aşık şairlerin şiirleri eşlik ediyor. Sanki bir Münir Nurettin Selçuk şarkısı eşliğinde kayıkla kentin daha güneyinde merkezine ilerlerken aradan geçen 100-150 yıllık zaman zarfındaki değişime de tablolarla tanıklık ediyoruz. Paşabahçe, Kanlıca, Anadoluhisarı, Göksu, Kandilli, Vaniköy ve derken sonrasında Beylerbeyi. Yüzyılların birikimi olan mütevazı ve bir o kadar da estetik konaklar, köşkler, camiler arasında tablolar bizi Üsküdar’a ulaştırıyor.
Ortaköy ve köprü silüeti henüz İstanbul’u tanımlayan ana kadrajlardan biri olmamışken İstanbul demek, biraz da Salacak’tan bir yanda Kız Kulesi bir yanda da Sarayburnu silüeti demekti. Hâl böyle olunca ressamlar da tuvallerini bu tarihi yapı ve arkasındaki görkemli Sarayburnu silüeti için cömertçe kullanmış. Koleksiyonun bu bölümünde Şeref Akdik’in eserleri bir adım öne çıkarken Kurbalıdere kıyıları, Moda iskelesi, Pendik ve derken şehrin gözbebeği Adalar da bu tarihi turun bir parçası haline geliyor.
Sergide Adalar ayrı bir parantezi hak ediyor. Koleksiyonun dami sergi katlarında deniz temalı tablolar için ayrılan bir bölümün haricinde burası da denizle iç içe bir yaşamın en güzel yansıması niteliğinde. Aradan geçen zamanda sanki denizle ilişkimiz azalmış hatta kopmuş gibi hissediyor insan. Büyükada’nın uçurum kayalıkları, kıyılara vuran dalgaları ve tabii hayranlık uyandıran tarihi köşkleriyle bu yolculuk ne yazık ki sona eriyor.
Yüzlerce tablonun sergilendiği müzenin iki katına yayılan İstanbul tabloları için hususi bir ziyaret günü ayırmanızı tavsiye ederiz. Zira bu yolculukta size eşlik edecek şiirler ve müzikler, size o kadar iyi gelecek ki bunun önüne veya sonrasına başka bir şey eklemek pek de içinizden gelmeyecek.