Haftanın kitabı – Duvar: Sevginin gücü
Modern İngiliz edebiyatının önemli yazarlarından Muriel Spark, Siren Yayınları'ndan çıkan 'Memento Mori' romanında yaşlılığın trajikomik durumunu ve kendi ölümlülüğümüzle yüzleşmenin zorluğunu sürükleyici bir hikaye ile anlatıyor.
Latince “ölmen gerektiğini hatırla” anlamına gelen adıyla ‘Memento Mori‘, Muriel Spark’ın üçüncü romanı olarak 1959 yılında yayımlandı.
Hikaye, roman adına yakışır bir biçimde, roman kişilerinden 70’li yaşlardaki Dame Lettie’ye öleceğini hatırlatan bir telefon araması gelmesiyle başlıyor. Arayan kişinin kimliği meçhul. Üstelik bu kişi Dame Lettie’yi ziyaret ettiği yakınlarının evlerinde bile bulabiliyor. Yakınları derken yaşlı üst sınıf İngilizlerden oluşan aile fertlerinden, yaşlı arkadaşlarından ve yaşlı tanıdıklarından söz ediyorum.
Merkezi karakterler hapishane reformu çalışmalarında bulunmuş emekli komite üyesi Dame Lettie Colston, bir bira şirketinin varisi ve emekli başkanı kardeşi Godfrey, Godfrey’in başarılı bir romancı olan karısı Charmian, Godfrey ve Chairman çiftinin başarısız, başarısızlığının fatırasını ailesine çıkaran oğulları Eric, halka açık bir huzurevinde kalan Charmian’ın eski hizmetçisi Jean Taylor. Bu karakterlere eski Baş Müfettiş John Mortimer, yaşlılara bakıcılık yapan -hırslı ve acımasız- Bayan Pettigrew, şairler hakkında kitap hazırlayan eleştirmen Guy Leet, aksi şair Frenemy Percy ve emekli sosyolog Alec Warner eşlik ediyorlar. Bir de huzurevinde kalan sevimli ‘nineler’…
Kadını korkutmasına rağmen etrafındakilerin ‘şaka’ olarak yorumlayıp önemsemedikleri bu meçhul telefonlar bir süre sonra diğerlerine de yönelir. Ancak arayanın sesi hakkında ortak bir görüş yok; kimisine göre genç, kimisine göre yaşlı, cinsiyeti bile belirsiz. Ölmeleri gerektiği hatırlatılanların tepkileri de farklı birbirinden; kimisi ölüm korkusunu herkesten şüphe ettiren bir paranoyaya vardırırken, kimisi öfkelenir, kimisi aldırış bile etmez. Alec Warner ise mesleki bir alışkanlık gereği bu olayı ve bu topluluğu inceleme konusu edinecektir.
Böylece geçmişte kan bağları, evlililik, sevgililik, işçi-işveren ilişkisi gibi nedenlerle karmaşık bir bütünlük sergileyen yaşlılar topluluğunu -geçmişleriyle birlikte- daha yakından tanıma fırsatı buluyoruz. Hatta Colston ailesinin -şimdi huzur evinde kalan- eski hizmetçisi Jean Taylor’un naklettiği anılar eşliğinde mahrem hayatlarına bile yabancı değiliz. Bayan Taylor, bu topluluğun ‘ruhunu’ kavramış biri olarak ve artık bilgeleşmiş kişiliği ile telefon aramalarına farklı bir yorum getirecektir;
“Ben bu isimsiz telefonların failinin, deyim yerindeyse, Ölüm’ün ta kendisi olduğuna inanıyorum. Bu konuda yapabilecek bir şey olduğunu sanmıyorum, Dame Lettie. Ölümü anımsamazsan, Ölüm de kendini sana anımsatır.”
Gerçekten de ölüm bu romanda kendisini hep hatırlatıyor. Sadece gelen telefonlarla değil, her an ölümü bekleyen 70’li ve 80’li yaşlardaki şahıslar kadrosuyla, huzur evleriyle, hastahane koğuşlarıyla, sağlık sorunlarıyla boğuşan üst sınıftan insanlarla 1950’lerde bile ölmeye yüz tutmuş bir dünyadayız.
‘Memento Mori’de Muriel Spark, edebiyat dünyasında fazla yer bulmayan yaşlı insanlardan kurmuş şahıslar kadrosunu. Yaşlandıklarını bildikleri halde bilmezden gelen, ölüm sözcüğünden dehşetle korkan ve en temel insani arzularını doyurmaya çalışan bir dizi karakter…
Hatırlamak istemedikleri ölüm kulaklarına telefonda fısıldandığında bile kalan zamanlarını anlamsız tartışmalarla, eskiden kalma hesapların intikamını almakla, geçmişin günahlarını gizlemek için çabalamakla, harcayamayacakları mirasların kavgasını yapmakla, saçma sapan araştırmalarla -kıskançlık, gurur, açgözlülük, şehvet ve oburlukla- geçiriyorlar.
Olgun yaşlarını geçiren ama çocuksu davranan karakterlerin küçük dünyalarındaki büyük çelişmelerini çok gerçekçi gözlemler ve diyaloglarla yakalıyor Spark. Daha önce okuduğum romanlarından biraz daha hacimli olmakla birlikte ‘Memento Mori’de de minimalist bir yazısı var; pek az bilgi ve detay vermesine rağmen karakterlerinin karakteristiklerini okuyucuya geçirmeyi başarmış. Bir alıntıyla örnekleyelim;
“İşin doğrusu, şair şu an çok heyecanlıydı. Lisa’nın ölümü içini soluk kesici bir huşuyla doldurmuştu, çünkü her ne kadar ölümün herkesin yazgısı olduğuna dair malum önermenin bilincinde olsa da tanık olduğu, belirli bir vakayı tam olarak kavrayamıyordu; her yeni ölüm ona hissedilecek yeni bir duygu veriyordu. Cenaze töreni başlayınca Lisa’nın tabutunun birkaç dakika sonra fırına doğru kaymaya başlayacağı kafasına dank etti ve gözünün önünde ateşli, kıpkırmızı bir hayal belirdi: Kadının alev almış saçları her zamanki gibi parıl parıl parlıyor, alttaki ateşin kızgın lüleleriyle yarışıyordu. Sevinçli bir kurt gibi sırıttı ve insanca bir kederle gözyaşı döktü, yarı insan-yarı şair değil de yarı insan-yarı hayvandı sanki.”
Tipik bir Muriel Spark metni okuyacaksınız. Karakterleri ile empati kuran ama sempati barındırmayan bir tarzı var. ‘Memento Mori’nin yaşlılardan kurulu şahıslar kadrosundaki her bir karakteri ete kemiğe büründürüyor ama onları sevimli göstermek, kucaklamak gibi bir niyeti yok. Aslında onların mensubu olduğu toplumsal kesime, artık çok gerilerde kalmış şaşaalı hayatlara yönelik keskin bir hiciv de söz konusu.
Ölümün gölgesinde, yaşlılar dünyasında akıp giden hikayenin elbette karanlık bir yanı var. Ele alınması zor meselelere -mesela demansa, yaşlılıkta yoksulluğa düşmeye, cinsel arzulara- kendine özgü o uçucu ama atak diliyle dokunmuş Spark. Potansiyel olarak ağır temalarla uğraşırken sakin ve dikkatli, hafızaya takıntılı, ciddiyetle mizahı titreştiren bir tarzı var. Alaya almıyor ama kara mizahıyla hikayeyi hafif ve eğlenceli kılıyor. Yaşlılığın, bedenen ve zihnen gerilemenin, bakıma muhtaç olmanın zorluğunu sergilerken -bedene inat- gencecik kalmış iç yaşantıları da deşmesi sözünü ettiğim kara mizahın kaynağı olmuş.
Romanın başarısında kurgunun önemli bir rolü var. Yanyana akan ve en nihayetinde kesişen yan hikayeciklerle kurgulanan ‘Memento Mori’, rutin gidişatı kıran ya da değiştiren pek çok büküm noktasına sahip. Karakterlerin geçmişteki karmaşık ilişkileri, ihanetleri, sırları, hayal kırıklıkları ortaya çıktıkça şimdiki zamandaki davranış biçimleri anlaşılır hale geliyor ve topluluğun hikayesini tamamlıyor.
Girişte -ben de dahil- pek çok okuyucuyu avlayan faili meçhul telefon tacizcisinin aramaları, daha doğrusu ‘kurbanlarına’ ölümü hatırlatması olmuştur. Muriel Spark, buradan hareketle polisiye bir kurgu içinde sürdürebilirdi hikayesini. Ya da sese metafizik bir nitelik atfedip korku-gerilim türünde ilerleyebilirdi. Ancak telefondaki ses yaşlılar dünyasının derinliklerine dalmak, eski defterleri karıştırmak için bir araç. Asıl amaç hayatla ilgili pek çok şeyi tartışmaya açmak. Belki yaşlanmanın saçmalığını, belki ölümlü bir hayatın korkunçluğunu, belki de hayatı anlamlı kılanın ölüm olduğunu.
Bir romanın insanlık durumu hakkında çok şey söylemesi ve aynı zamanda keyifle okunması başlı başına ustalık gerektiren bir iş. Muriel, ‘Memento Mori’de ustalığını kanıtlamış; yaşlılığın, ölümün, son kertede hayatın anlamını güzel bir hikaye içinde sorguluyor.
Muriel Spark, 1918 yılında, İskoçya’nın Edinburgh şehrinde dünyaya geldi. James Gillespie Kız Okulu’nda eğitim gördü. Gençlik yılları -savaşın da etkisiyle- çok çalkantılı geçti. Edebiyat dünyasına eleştiri yazılarıyla başladı. 1950 yılında, Observer’ın düzenlediği kısa öykü yarışmasını kazandıktan sonra kurmaca türüne ağırlık verdi.
İlk romanı ‘Comforters /Avutucular, 1957’ yayımlandığında 39 yaşındaydı. Beğenilen bu ilk romanından ardından yazmayı hiç aksatmadan sürdürdü ve 1961 yılında yazdığı -altıncı romanı- ‘Bayan Jean Brodie’nin Baharı’ ile büyük bir çıkış yakaladı. 1970 yılında yayımlanan kısa romanı ‘Sürücü Koltuğu’ ise okuyucuları bir kez daha şaşırtan ve yeteneğini kanıtlayan Muriel Spark, 2006 yılında hayata veda ettiğinde 20’den fazla romanının yanı sıra şiirleri, oyunları, çocuk kitapları ve Mary Shelley, Emily Brontë ve John Masefield hakkında kaleme aldığı biyografiler ve kazandığı edebiyat ödülleriyle ardında parlak bir miras bırakmıştı.