Hollanda Kralı’ndan kölelik özrü
Yıl 2019. Hollanda'da, çiftliklerden çevreye salınan gazlar sonucu olası çevre krizi, hükümeti sert önlemler almaya itti. Çiftçilerin buna tepkisi hiddetli oldu. Dört yıl önceki bu kriz, Hollanda'daki siyasetin değişiminin habercisi olabilir.
Hollanda iki hafta önce seçimlere gitti ve sandıktan aşırı sağcı Geert Wilders önde çıktı. Wilders’ı sandıktan çıkaran neydi? Bunu anlayabilmek için ülkedeki çiftçi ve işçi kesiminin son zamanlarda ana akım siyasetçilerce terk edildiklerini düşündüklerini bilmemiz, bunun en somut örneği olarak da 2019’daki çiftçi protestolarını hatırlamamız gerekiyor. 10Haber gazeteci Paul Tullis’in The Guardian için kaleme aldığı “Azot savaşları” yazısının çevirisini sunuyor.
Hollanda tarihinde daha önce böyle korkunç bir trafik görülmemişti. 1 Ekim 2019 sabahı trafiğin en yoğun olduğu saatlerde Amsterdam’dan Eindhoven’a, Rotterdam’dan Roermond’a 2000 traktör tıkanmış otoyollarda ağır aksak ilerlemeye çalışıyordu. Tepelerinde dönüp duran ikaz lambalarıyla karanlık ve yağmurlu havanın içinde kehribar rengi ışıklar saçarken istikametleri olan Lahey hükümet merkezine giden yolda 1000 km’den uzun araç kuyruğu oluşturmuşlardı. Öteki traktörlerse Kuzey Denizi sahili kumları üstünde yavaşça ilerliyordu. Geleneksel protesto merkezi Malieveld’de bir araya geldiler. Burası parlamento ve kraliyet konutuna yakın bir parktı.
Yetkililer başta parka sadece 75 traktörün girmesine izin verileceğini söylemiş, ancak doğrudan bir başkaldırıyla karşılaşmak istemediklerinden kısıtlamayı hızla geri çekmişti. Birkaç saat içinde 2200 traktör dip dibe park alanına sıkışmıştı.
Çiftçilerin toplanma nedeni önceki hafta yapılan bir duyuruyu protesto etmekti. Ülkenin eski Başbakan Yardımcısı Johan Remkes başkanlığındaki bir danışma komitesi dünya genelinde toprak, su ve hava kirliliğine yol açan temel etmenlerden azotun salımını azaltmak için hükümetin “sert önlemler” alması gerektiğini açıklamıştı. Hollanda topraklarına çöken azotun büyük kısmı tarım kaynaklı olduğundan, komite raporu hayvan yetiştiren çiftlikleri satın alma ve kapatma gibi tedbirlerin de önlemler arasında olması gerektiğini belirtiyordu. Hollanda’ya özgü samimiyet ve fazlasıyla yalın bir anlatım tarzının izlerini taşıyan “Her Şey Mümkün Değil” adlı rapor bu satın alımların gönüllü mü yoksa zorunlu mu olacağını açıkça belirtmiyordu. Çiftçiler ise bundan en kötüsünü anlamıştı.
Malieveld’in etrafına dikilen çitleri kıran birkaç traktör nedeniyle üç kişi gözaltına alınmıştı. Bunun dışında ortalık sakindi. Barbeküler yakılmış, şarkılar çalınıyordu. Birkaç uyanık seyyar satıcı römorklarını getirmiş, cips satarak ceplerini doldurmuşlardı. Pankartlarda İngilizce “Çiftçi yoksa gıda da yok” ve “Sütümüze dokunmak ha!” ve Hollandaca “Çiftçinle gurur duy” yazıyordu.
Ülkenin orta kesimlerine yakın büyük bir çiftlikte 250 süt ineği yetiştiren Anje Grin de çalışanlarından biriyle birlikte traktörünü protesto alanına sürenler arasındaydı. Bir süre önce bana “O gün oradaki ortam çok güzeldi” dedi. Kocası Piet çiftliğe göz kulak olmak için evde kalmış, çünkü birinin evde kalması gerektiğini söylemiş. Anje: “Böyle olmasaydı gösterici sayısı iki katına ulaşabilirdi” diyor.
Remkes’in duyurusu ise durup dururken yapılmamıştı. Zira AB’nin 27 üye ülkesinde Natura 2000 ağı olarak bilinen ve özel olarak korunan doğal alanlar var. 2019 yazında en yüksek idari mahkeme olan Danıştay Hollanda’nın azot izin sisteminin ülke sınırları içindeki doğal koruma alanlarına zarar veren gaz salımlarını önleyemediği gerekçesiyle derhal sonlandırılması gerektiğine hükmetmişti. O zamanlar bu karar çok sorun edilmedi. Büyük gazeteler bunu beşinci, hatta dokuzuncu sayfalarında haber yaptı. Hollanda’nın en büyük ikinci bankası Rabobank’ın tarım bölümünün başındaki Alex Datema bana süt üreticilerinin “bunun ne anlama geldiğini anlamalarının birkaç ay aldığını” söyledi.
Remkes’in raporu ortaya çıktığında ise herkes işin gerçeğine uyanmıştı. Azotun bir formunun neden olduğu, kirliliğe yol açan salımların yüzde 80’i tarım kaynaklıydı. Ayrıca rapor en büyük payın mandıracılıktan geldiğine işaret ediyordu. Oysa süt ürünleri milli gelirin sadece yüzde 1’ini oluşturuyordu. Bu nedenle, süt üretimini kısıtlamanın belki de ülke için büyük bir fedakârlık sayılmayacağı yönünde bir mantık kurulmuştu.
Bu olay zaten pek çok durumda hor görüldüklerini düşünen çiftçileri öfkelendirdi. Çiftçiler azot salımını 1990’dan bu yana, bilhassa da teknik gelişmeler sayesinde neredeyse üçte iki oranına kadar düşürmüştü. Aynı dönemde kırsal bölgelerdeki hükümet hizmetleri şehirlere yapılan yatırımlar sebebiyle azaltılmıştı. Öte yandan hükümet politikaları 50 yıldan uzun süredir çiftliklerin büyütülmesini teşvik etmiş, çiftçileri borç batağına sürüklemişti; şimdi tam tersini yapmaları gerektiği söyleniyordu. Datema’ya göre “Pek çok kişi hükümetin kendilerine ihanet ettiği hissine kapılmıştı.”
Malieveld’deki mitingden sonraki günlerde başka gösteriler de düzenlendi. Göstericilerin dili giderek sertleşiyordu. Protestocular tarım arazileriyle çevrili bir üniversite şehri olan Groningen’de eyalet hükümetinin kapısını kırmıştı; gösterileri düzenleyen gruplardan aşırı sağcı Çiftçi Savunma Gücü’nün lideri hükümetin “iç savaş istediğini” iddia etmişti. Bu suçlama tehdit niteliğindeydi.
Ne kadar garip görünse de hükümetin aşırı azot salımı sorununa işlevsel bir siyasi çözüm getirememesi Hollanda siyasetini temelinden sarstı. Hollanda’da bu durum kısaca “stikstofcrisis” yani azot krizi olarak biliniyor. İlk bakışta Hollanda toplumunun sadece küçük bir bölümünü etkiliyormuş görünen bir çevre reformu, nasıl olduysa, başlı başına ihtilaflı bir mesele haline gelmenin ötesine geçip alakalı alakasız konular, şikayetler ve komplo teorileri yumağına dönüştü. Başbakan Mark Rutte 2019’da bunu bir lider olarak karşılaştığı “en vahşi kriz” olarak nitelendirerek beklenmedik şekilde dünyanın dikkatini üzerine çekti. Donald Trump 2022 yazında Hollandalı çiftçileri “Hollanda hükümetinin iklim zulmüne cesurca karşı çıktıkları” için kutladı; ABD’li sağcı internet sitesi Breitbart çiftçilerin “yeşil gündeme” karşı direnişini övdü. Öte yandan Kanada’da Covid-19 sebebiyle seyahatin kısıtlanmasına kızan göstericiler Hollanda bayrakları salladı.
Hollanda’da aşırı sağcı gruplar da bu kaos ortamını fırsat bilip meseleyi kendi gündemlerini öne çıkarmak için kullandı. Bunun yanı sıra, Hollanda siyasetine özgü sol unsurlar taşıyor olsalar da iki yeni sağ eğilimli parti -Hollandaca BBB olarak bilinen popülist Çiftçi-Vatandaş Hareketi ile merkezdeki Yeni Toplumsal Sözleşme- şu an sonuçlara göre kırsal bölgelerde iyi oy alıyor. Azot meselesi etrafında yekvücut olmuş siyasi hoşnutsuzluk 22 Kasım’da yapılacak genel seçimlerin sonucunu belirleme potansiyeli taşıyor.
Azot krizi önemli bir çıkar grubunu kışkırtma korkusuyla bir sorunu görmezden gelmenin siyasi sonuçlarına dair bir hikâye aslında; artık hiç harekete geçmemenin savunulabilir bir yanı kalmadığında beceriksizce tepki vermenin nelere mal olduğunun da hikâyesi… Diğer ülkelerin de bu olaydan dersler çıkarması gerekiyor. Fransa, İtalya, Almanya ve Belçika’da yoğun hayvancılık yapılıyor ve bu alanların bazıları koruma altına alınan Natura 2000 alanları. Avrupa Birliği yasalarında değişiklik yapılmadığı takdirde bu hükümetler de eninde sonunda azot salımıyla mücadele etmek durumunda kalacak. Kabaca ifade etmek gerekirse, stikstofcrisis’in de gösterdiği gibi, politikacılar çevre sorunlarına acil ve etkili siyasi çözümler üretemezlerse kendilerini çifte çıkmazın içinde bulacaklar; siyasi kargaşa yayılırken tabiatın altüst oluşunu da izlemek zorunda kalacaklar.
İlkokulda illa ki bir dönem insanların nefes almak için oksijene ihtiyaç duyduğunu öğrenmişizdir. Bu makaleyi okuduğunuz an ile ilkokul arasında bir yerlerde ise aldığımız her nefeste oksijenden çok azot soluduğumuzu keşfedip şaşırmış olabiliriz. Azot soluduğumuz havanın yüzde 78’ini oluşturuyor. Bu kadar bol bulunan bir elementin dünyada kirliliğe sebep olan faktörlerden olması işin çok daha şaşırtıcı olan tarafı belki de. Kimileri iklim değişikliğinden sonra şu an karşı karşıya olduğumuz en ciddi çevresel problemin azot krizi olduğunu düşünüyor.
Atmosferdeki azot tek başına zararsız, ancak diğer elementlerle tepkimeye girdiğinde amonyak ya da azot dioksit gazları gibi daha kararsız bileşikler oluşturabilme potansiyeli var. İkisi de çevrede doğal olarak az miktarda bulunmakla birlikte son 75 yıldaki beşerî faaliyetler nedeniyle bu iki gazın salımı hızla arttı. Fosil yakıtların kullanılması azot dioksit açığa çıkarıyor; bu da atmosferin, toprak ve suların kirlenmesine; ayrıca başka sağlık sorunlarının yanı sıra çocuklarda astıma yol açıyor.
Küresel azot problemine neden olan bir başka unsur ise tarım yöntemlerimiz. 20. yüzyılın ikinci yarısında, yani azot dioksit salan araç, uçak, enerji santrali ve fabrikaların hızla çoğaldığı dönemde azot içeren kimyasal gübreler de yaygın kullanılır oldu. Bu tür amonyak bazlı gübreler tahıldaki verim artışını büyük ölçüde destekledi. Ancak bitkiler genellikle verilen gübrenin tamamını emmez, zira ne miktar gübre kullanmak gerektiğini tam olarak kestirmek zordur. Bundan dolayı fazla amonyak su yollarına akarak sudaki oksijen seviyelerini azaltan bir kimyasal reaksiyon zincirine neden olur ve sonuçta balıkların yaşayamadığı “ölü bölgeler” meydana gelir. Balık popülasyonları azaldığında ise kıyı ekonomileri zarar görür.
Azot bakımından zengin gübreler ve fosil yakıtların kullanımı dışında azot kirliliğinin bir başka önemli kaynağı daha var. Yoğun hayvancılık faaliyetleri de büyük ölçüde amonyak artışına neden oluyor. Şayet bir tarlaya çok fazla inek bırakılırsa, tekrar büyümesine fırsat vermeden tüm otları yiyeceklerdir. Bu yüzden çiftçiler onları ahırlara koymayı ve soya gibi yüzde 13 ile yüzde 19 arasında azot içeren konsantre proteinlerle beslemeyi tercih ediyorlar. Bu durum süt ve sığır eti verimini artırmış olabilir ancak çevreye olan maliyeti de büyük. Bir ineğin sindirim sistemi bu kadar çok azot içeren proteini emecek şekilde evrimleşmediğinden, hayvanlar boşaltım kanalıyla büyük miktarlarda azotu dışarı atarlar. Hayvanın idrarı ve dışkısı birleştiğinde ise amonyak oluşur. (Bu durum ahırlarda tarlalardan daha sık gerçekleşir. Sebebi ise hayvanların kapalı alanlarda bütün gün aynı yerde durmaları. Oysa inekler atıklarını daha geniş alanlara yaydıklarında, idrar ve dışkının bir araya gelme olasılığı da azalır.) Sonuçta, tıpkı azot dioksit gibi, amonyak da yükselip kirliliği atmosfere yayar.
Bu etkiler kademeli bir biçimde gerçekleşir. Topraktaki fazla azot, toprağın kalsiyumunu tüketen bir kimyasal zincirleme reaksiyon başlatır. Oysa salyangozlar kabuklarını oluşturmak için topraktaki kalsiyumu kullanırlar. Kalsiyum yoksa salyangoz da yoktur. Salyangozlar ise kuşlar için çok önemli bir kalsiyum kaynağıdır. O olmadan, yavru kuşlar yuvada ilk kez ayakta durmaya çalıştıklarında bacakları kırılır. Bu da onların büyüyüp atıklarıyla etrafa gübre ya da tohum saçamayacakları anlamına gelir ki, bu da ormanların korunması için hayati önem taşıyan bir süreçtir. Ayrıca, azot kirliliğinin sebebiyet verdiği olumsuz etki döngüsünde yine çiftliklere dönecek olursak, bu durumda kuşlar ekinleri yiyen böcekleri ve kemirgenleri de tüketemeyeceklerdir. Sözün özü, kaybeden; bitkiler, hayvanlar, insanlar, yani herkes olacak.
Anje ve Piet Grin her sabah şafak sökmeden çok önce kalkıyor, tulum yahut pantolonlarını üstlerine çekip aşağı iniyor, mutfak kapısının yanına bıraktıkları ayakkabılarını giyip ahırlarına doğru yola koyuluyorlar. Bu Hollandalıların hayal gücünde hâlâ sağlam yer tutan bir yaşam tarzı örneği. Bugün dahi pek çok şehirli insanın ana babası ya da dedeleri çiftçilik yapıyor veya geçmişte yapmış. Bu yüzden bu insanlar adeta deneyimli bir ressamın manzara resminden fırlamışçasına, göğün altında uçsuz bucaksız tarlalarda koşuşturdukları çocukluk anılarına değer veriyor. Hollanda tarihi ve kültürü üzerine birçok kitap yazmış Geert Mak 20. yüzyılda şehirlerin kırsal alanlarla entegrasyon fikriyle geliştirildiğini söylüyor ve “Çok sayıda büyük parkı olmayan şehirli insanların bol miktarda temiz hava alması böylece mümkün olacaktı” diyor. Diğer gelişmiş pek çok ülkeye kıyasla, Hollanda’da şehirli ve taşralı insanlar fiziksel ve kültürel olarak birbirlerine daha fazla bağlı.
Gal midillisi yetiştiren ve mart ayında BBB (Çiftçi-Vatandaş Hareketi Partisi) listesi üzerinden Gelderland il meclisine seçilen Harold Zoet azot krizini Hollanda’daki kentsel ve kırsal kesim arasında ortaya çıkan bir ayrımın tezahürü olarak görüyor. Hollanda’da ve dünya genelinde kentleşme, tarımın mekanizasyonu ve düşen tahıl fiyatları gibi nedenlerle kırsal kesimin beli bükülmüş durumda; diğer yandan bu insanlar, kent elitinin bir parçası gibi algıladıkları siyasetçiler tarafından göz ardı edildiklerini de hissediyorlar. Zoet bana “İnsanlar toprakta çalışmanın ne demek olduğunu anlamıyor” dedi ve ekledi: “Doğadan giderek uzaklaşmak insanlara kendilerini kötü hissettiriyor, bu yüzden onu korumaya yönelik politikalar peşindeler, ancak bunların kırsal kesimi nasıl etkilediğinden bihaberler.”
Grins çiftinin Amsterdam’a arabayla sadece bir saat uzaklıktaki çiftlik arazisi başta Piet’in ebeveynine aitti. Onların 30 ila 40 ineği ve ekinleri vardı. 1984 yılında Anje ve Piet bu araziyi devralınca ekini bir yana bırakıp işi 100 inekle genişlettiler. 2012’de daha da büyüyünce sayısı 250’ye ulaşan ineklerini atmosfere salınan azot miktarını sınırlamak amacıyla tasarlanmış yeni ve modern bir ahırda tutmaya başladılar. O zamandan beri sütlerini çoğunlukla 60 km doğuda, Almanya’daki bir peynir üreticisine satıyorlar.
Grinler 60’lı yaşlarının ortasındalar ve çiftin beş çocuğundan hiçbiri aile işini devralmakla ilgilenmiyor. Çiftliği satıp, şu anda birkaç büyükbaş hayvan besledikleri ve şeker pancarı yetiştirdikleri yakınlardaki daha küçük bir araziye taşınmak istiyorlar. Zira, mandıracılık fiziksel olarak zorlayıcı bir iş. “Çok yoğun bir iş” diyor Piet, “yeter dediğiniz anlar oluyor.”
Grinler’in çiftliği piekbelaster olarak bilinen bir çiftlik. Bu çiftliklerinin hükümetin “aşırı biriken azota duyarlı Natura 2000 alanlarında en fazla azot yağmuruna neden olan” 3.000 işletme listesinde yer alması demek. Bu da onları hükümet tarafından satın alınma programına uygun hale getiriyor. Bu program teknik olarak gönüllülük esasına dayansa da Grin çifti pek öyle düşünmüyor. Anje ağustos ayında Facebook’ta şunu yazmış: “Siz köşede dururken bir silah namlusu size doğrultulmuşsa bu ne demektir ki?”
Grinler hayatlarını çiftliklerine adamış durumda ve burası onların en önemli varlığı. Ancak bu şekilde devam etmeleri mümkün değil. Burayı herhangi bir alıcıya da satamazlar, zira hükümet yeni çiftlik sahibinin tarımsal faaliyete devam edebileceğini garanti eden bir ruhsat vermiyor. Bu izin olmadan da bankalar potansiyel alıcılara kredi vermiyor. Tek seçenek olarak hükümetin satın alım programını kabul etmek kalıyor; böyle hissediyorlar. Ancak bu da ahırın yıkılmasını, hayvanların satılmasını ve tüm emeklerinin boşa gitmesini kabullenmek manasına geliyor.
Çift emeklilik planlarının bir parçası olarak, satmak üzere az sayıda sığır yetiştirmeyi umuyor. Ancak satın alma programının bir şartının da satıcıların artık hayvancılık yapmaması olduğu söylenmiş onlara. Birkaç sığırın bile bu koşulu ihlal edeceğinden endişe ediyorlar. Hükümet, aksini temin etmiş olsa da, Grinlerin avukatının hazırladığı bir belgeyi imzalayıp bunu teyit etmeyi reddetmiş. “Beş yıl sonra geri gelip ‘Bir hata yapmışız. İkinci çiftlikte sığır besleyemezsiniz’ demelerinden çok korkuyoruz” diyorlar. Tarım Bakanlığı bireysel vakaları tartışmıyor, ancak satın alma programının yalnızca asıl mekânda çiftçiliğe devam etmeyi engellediğini söylüyor.
Zoet “Çiftçiler 10-15 yıl sonra hala iyi bir gelire sahip olacaklarını bilmek istiyor, sürdürülebilir bir gelecek arıyorlar” diyor. Oysa ne Grinler ne de diğerleri ufukta buna dair bir iz görebiliyor.
Alex Datema mayıs ayında Rabobank’ın tarım bölümünün başına geçmeden önce mandıra çiftçisiydi. Babası ve büyükbabasının inek yetiştiriciliği yaptığı işletmenin halen ortağı olan Datema’nın aile hikâyesi Hollanda çiftçiliğinin son 75 yıllık olağanüstü tarihini özetliyor.
1950’lerde Hollanda hem beş yıl süren Nazi işgalinin, hem de savaşın son kışında ülkeyi saran kıtlığın yaralarını sarmaya çalışıyordu. Nüfusun çoğu birkaç inek, birkaç tavuk, biraz mahsul ve belki bir domuzla geçimini sağlayan çiftçilerdi. Tarım Bakanı Sicco Mansholt Hollanda’nın ithalata bel bağlamak yerine kendini besleyecek kadar gıda üreterek yoksulluk ve açlığı geride bırakabileceğini ileri sürmüştü. Mansholt’un önerilerine göre belli sayıda çiftçi tek bir üründe uzmanlaşıp işini büyütecek, diğer küçük çiftçilere ise işi bırakmaları için hükümet ödeme yapacaktı. Bu hem daha fazla gıda üretebilmeyi, hem de geriye kalan çiftçilerin daha fazla kazanmasını sağlayacaktı.
Mansholt’un politikaları hemen sonuç vermedi. 1960 yılında kişi başına düşen milli gelir hala bin doların az biraz üstündeydi ve İngiltere’ninkinden yaklaşık yüzde 40 daha azdı. Ancak plan yavaş yavaş işlemeye başladı. Hollanda’daki çiftlik sayısı hızla azaldı. 1950’de 10 milyon Hollandalı için 410 bin çiftlik varken, bugün yaklaşık 18 milyonluk bir nüfus içinde geriye sadece 55 bin çiftlik kaldı. Bu çiftlikler de giderek daha üretken hale geldi. Örneklersek; 1984’ten bu yana çiftlik başına düşen inek sayısı iki kattan fazla artış gösterdi.
Datema’nın babası ve amcası Mansholt tarafından uygulanan teşviklerden yararlanarak yeni ahırlar inşa etti. Bu sayede daha küçük ölçekli arazide daha fazla sığır besleyebileceklerdi. Sığır sürüleri iki katına çıktı ve onları daha verimli beslemek için soya gibi konsantre besin maddeleri satın aldılar. Hollanda tarımı gelişse de Hollandalı çiftçilerin işi kolay değildi. Bugün dahi birçok çiftçi düşük kar marjlarıyla ve ağır borç yükleri altında faaliyet gösteriyor. Groningen Üniversitesi’nde kamu yönetimi profesörü Caspar van den Berg “Çiftçiler öyle ya da böyle büyümeye ve üretim yoğunluğunu artırmaya zorlandılar, çünkü ürün marjları daraldı ve onları finanse eden bankalar da büyüme ve daha yoğun üretim talep etti” diyor.
1990 yılına gelindiğinde Mansholt’un politikalarının çevresel etkileri de ortaya çıkmaya başladı. Ülkenin azot salımı hedeflerine uyumunu inceleyen bir hükümet komisyonu çok daha fazlasının yapılması gerektiğini kaydetti. Öte yandan komisyon, azot azaltımının süt üreticilerinin gelirlerinde düşüşe neden olacağı gerçeğini kabul etti. Tipik bir çiftlik yılda 10 bin gulden (bugünkü değeriyle yaklaşık 3900 pound) kaybedecekti, ki bu o dönemde kişi başına milli gelirin yaklaşık yüzde 20’sine denk geliyordu.
Kimse bunu duymak istemiyordu. 1980’lerden bu yana Hollanda’da kırsal kesimin desteğini alan Hıristiyan Demokratlar Birliği Partisi koalisyon hükümetlerinde neredeyse sürekli kendine yer bulmuştu. Partinin lideri neredeyse refleks olarak tarım bakanlığına atanıyor ve bakanlığın kadrosunda ağırlıklı çiftçi çocukları yer alıyordu. 1990’daki hükümet komisyonuna rağmen, Hıristiyan Demokratlar konuyu masadan uzak tutmayı başardı ve hükümet, çiftçileri yatırım yapmaya ve büyümeye teşvike devam etti.
2008-2015 yılları arasında, AB bireysel çiftçilerin tedarik edebilecekleri süt miktarına getirdiği sınırlamaları kademeli olarak kaldırdığı için süt ürünleri üretimi daha da arttı. 2020’ye gelindiğinde, Hollanda’da yani İngiltere’nin dörtte biri kadar bir alan üzerinde 3,8 milyon inek, 11,9 milyon domuz ve 90,2 milyon tavuk vardı ve ülke açık ara Avrupa’nın en yoğun hayvancılık popülasyonuna sahipti.
Datema bana, çiftçilerin azot emisyonlarını azaltmak için belki bir gün daha fazlasını yapmalarının gerekebileceğini bildiklerini söyledi ve ekledi: “Ama çoğu, bir yasa çıkarsa yaparız diye düşünmüştü, ancak bazı çevreci gruplar dışında kimse gerçekten bu konuda konuşmuyordu.” Sonra, 2019’da aniden herkes bu konu hakkında konuşmaya başladı.
Traktörlerini Malieveld’e süren çiftçiler, Remkes’in gerekli olduğunu ilan ettiği “sert önlemlerin” yumuşatılmasını ummuş olsalar da hayal kırıklığına uğrayacaklardı. Haziran 2020’de, traktör protestosundan sekiz ay sonra Remkes bir basın toplantısı düzenledi ve yanında gülümseyen Tarım Bakanı Carola Schouten ile birlikte nihai raporunu açıkladı. Azot salımlarının on yıl içinde yarı yarıya azaltılması gerekecekti.
Remkes’in talebinin acımasızlığı, yıllarca süren eylemsizliğin sonucuydu. Zoet, “Azotun belirli habitatlar üzerindeki etkisini uzun zamandır biliyorduk,” dedi. “Uzun yıllar boyunca oluşan bir meseleyi bu kadar kısa bir sürede ele almak hiçbir zaman iyi sonuçlanmaz.”
Hükümetin azot salımını yarı yarıya azaltma konusundaki önerileri birçok kişiye hem sert hem de uygulanabilirliği olmayan öneriler gibi geliyor. Hükümet Grins çiftininki gibi piekbelaster’ları satın almak için 975 milyon euro ve azot yayan diğer çiftlikleri satın alıp kapatmak için 500 milyon euro ayırmıştı. Fonlar, azot salımını azaltmayı da hedefleyen 25 milyar euroluk bir doğa restorasyon fonundan sağlanacaktı. Ancak bölgesel yönetimlerden kendi bölgeleri için azot planları oluşturmaları istendiğinde, bu planların toplamı 58 milyar euroya ulaştı.
Datema: “Eğer 10 yıl önce iyi hazırlanmış bir yasayla başlamış olsaydık, sorunu çözmek şu anda olduğundan çok daha kolay olurdu,” diyor.
Ekim 2019’da Malieveld’de düzenlenen protesto aşırı sağcıların dikkatini çekmemişti. Aşırı sağcı bir siyasi parti olan Demokrasi Forumu (FvD) bir çiftçi protestosuna traktör trafiği olayından tam dört ay sonra katıldı. Ardından Covid salgını patlak verdi ve FvD dikkatini pandemi kısıtlamalarına ve aşılara karşı kampanya yürütmeye çevirdi. Ancak bu kısıtlamalar hafifleyip aşılar tesirini gösterince ve çiftçi protestoları daha şiddetli hale gelince, FvD burada bir fırsat yakaladı. Groningen Üniversitesi’nde siyaset bilimci olan Léonie de Jonge bu konudaki görüşlerini şöyle dile getiriyor: “Çiftçi meseleleri aşırı sağ ideolojiye çok uygun bir zemin yaratıyor. Geçmişe duyulan özlem, aynı zamanda Nazilerin eski teması olan ‘kan ve toprak’ ile bağlantıları, saf beyaz insanlara alan açma fikri, tüm bu tüyler ürpertici faşist temalar onlar için uygun.”
Hükümet azot salımlarını azaltmanın yollarını ararken, aşırı sağcıların yanı sıra bazı politikacılar ve çiftçi aktivistleri de önerileri baltalamaya çalıştı. Mayıs 2020’de tarım bakanı hayvan yemlerinin protein içeriğine sınırlama getirilmesini önerdi. Muhalifler yüksek sesle bunun ineklerin daha az süt üretmesine ve bunun sonucunda çiftçi gelirinin azalmasına yol açacağını iddia ettiler. Bakanın basın açıklamasında da belirtildiği gibi, sığırların genellikle ihtiyaç duyduklarından daha fazla proteinle beslendiği ve önerilen sınırların süt veriminin düşmemesi için dikkatle seçildiği gerçeğini görmezden gelmişlerdi.
Komplo teorisyenleri ise basın açıklamasının başka bir bölümüne odaklanmışlardı. Açıklamada konut ve altyapının azot salımına etkisine dikkat çekilirken “hükümet konut inşaatlarının ruhsatlandırılmasının … ve durma noktasına gelmemesinin önemli olduğunu düşünmektedir” ifadesi yer alıyordu. Bu açıklama, sosyal medyada patlak veren, hükümetin Hollanda’daki çiftliklerin yerine Türkiye ve Ortadoğu’dan gelen göçmenleri barındıracak apartmanlar inşa etmeyi planladığı fikrinin de temelini oluşturmuşa benziyordu. Eski bir FvD (Demokrasi Forumu) adayı Tucker Carlson Fox News programına davet edilmiş ve burada boynuna protestoculara destek sembolü olan kırmızı bir bandana takarak aynı komplo teorisini tekrarlamıştı.
2022 yılında hükümete duyulan hoşnutsuzluk artınca, protestocular yeni “Doğa ve Azot Politikası Bakanı”-görüldüğü üzere bu elementin kabinede kendi adını taşıyan bir pozisyonu vardı- Christianne van der Wal’ın evine geldi. Evinin ön kapısından çıkıp garaj yolundaki adamların yanına giden van der Wal onlara “Çocuklarım içeride korkudan titriyor” dedi. Buna aldırış etmeyen protestocular, onu korumak için gönderilen bir polis minibüsüne saldırdı. Altı ay sonra bir gece, Ku Klux Klan tarzı bir protestoda, bir grup başka bir bakanın evine meşalelerle gitti.
Bu tür şiddet eylemlerinin yanı sıra, hükümete karşı sert ama barışçıl protestolar da devam etti. Çiftçi birlikleri ve yem şirketleri hoşnutsuzluklarının göstergesi olarak çiftçilere, baş aşağı sallamak üzere Hollanda bayrakları tedarik etti. Birçok köy yolu boyunca her 100 metrede bir baş aşağı bayraklar yerleştirildi. Grinler baş aşağı bayraklarıyla birlikte bahçelerine “Bu politikadan bıktık” yazılı bir tabela da asmışlardı.
Bu yıl hükümet ile tarım sektörü arasındaki ilişkiler daha da kötüleşti. Haziran ayında en büyük çiftçi sendikası, hükümetin uzlaşmaz tavrını gerekçe göstererek azot politikasına ilişkin bir anlaşma doğrultusunda yürütülen müzakerelerden çekildi. O zamana kadar, aşırı sağ bu konuyu mülteci sorunuyla ilişkilendirmeyi başarmıştı. Hatta kırsal kesimdeki bazı belediyeler kendi bölgelerine yerleştirilen mültecilerin uyruklarını seçmek istediler.
Temmuz ayında göç politikasına yönelik reformlar üzerine yapılan hükümet görüşmeleri başarısızlıkla sonuçlandı. Hükümet, ikisi hariç tüm mülteci merkezlerini kapattı. Kapatılmayan bir merkezin dışında kalan göçmenler yerde uyumuş ve bir bebek ölmüştü. Bu durum, çaresiz yabancıların ülkeye akın ettiği izlenimini yarattı. Başbakan Rutte, sığınmacılar için ülkenin göç politikasını Avrupa hukukuna ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne aykırı hale getirecek daha sert kısıtlamalar getirilmesini savundu. Birçok yorumcu bu tavrı sağ kesimi yatıştırma çabası olarak gördü. Koalisyondaki diğer partilerin hiçbiri onun önerilerini kabul etmedi. Hükümet görüşmeleri durdu ve Rutte kabinesini feshettiğini açıkladı.
Birkaç gün sonra, Rutte Kasım ayındaki yeniden seçim için aday olmayacağını söyledi, iktidarda geçirdiği 13 yılın ardından siyaseti tamamen bırakmayı planlıyordu.
Hollanda hükümetinin azot meselesini eline yüzüne bulaştırdığını görmek için kamu politikası ya da halkla ilişkiler uzmanı olmaya gerek yok. Remkes’in “hedefe yönelik” yaklaşım önerisi, Grinler gibi piekbelaster’lara adeta sırtlarına nişan alınmış gibi hissettirmişti.
Hükümet neyi farklı yapabilirdi? Örneğin, süt ürünleri endüstrisi diğer azot kaynakları üzerinde daha fazla baskı görmek istiyor. Hollanda’da mevcut amonyak salınımlarının büyük çoğunluğu tarım kaynaklıyken, azot dioksit emisyonlarının yüzde 67’si araçlardan, yüzde 24’ü ise sanayi ve enerji üretiminden kaynaklanıyor. Zoet bana “Çiftlikler sahiden mercek altında” dedi ve ekledi: “Hükümetin diğer işletmeleri sorumlu tutmak için daha fazla şey yapması gerektiğini düşünüyorum.” Oysa, Remkes’in raporu azot azaltımının sadece çiftçilerle sınırlı olmadığını açıkça belirtiyordu. Aynı zamanda bir başka büyük azot salım kaynağı olan inşaat sektörünü de hedef alıyor ve otoyol hız sınırının düşürülmesi gibi başka önlemler de getiriyordu.
Almanya’daki Potsdam İklim Araştırmaları Enstitüsü’nde tarım ekonomisti Benjamin Bodirsky bana yaptığı açıklamada; hükümetin çiftçileri salınan azot miktarı üzerinden vergilendirebileceği önerisini getirdi. Böylece hem çiftçiler daha az azot salımına teşvik edilecek hem de salımı kendilerine en uygun şekilde azaltmalarına olanak tanınacak. Amsterdam Üniversitesi’nde Yer Sistem Bilimleri Profesörü olan Franciska de Vries de “Bence çiftçilere olabildiğince hareket özgürlüğü alanı tanımlanmalı ve azot salım kuralları konusunda da netlik sağlanmalı” diyor.
Teknolojiyi ilerlemenin yolu olarak görenler de söz konusu. Teknoloji, 1990 ve 2010 yılları arasında amonyak salımındaki kayda değer düşüşlerin ve o zamandan bu yana bu konuda yaşanan istikrarın da temel itici gücüydü. Robotik çiftlik ekipmanları üreten Lely adlı Hollandalı bir şirket tarafından geliştirilen yeni bir sistem konusunda Zoet çok heyecanlı. Bu sistem, ahırdaki sığırların atık akışlarını daha az amonyak oluşturacak şekilde ayırıyor, ardından oluşan amonyağın çoğunu çiftçinin kendi tarlalarına daha hassas bir şekilde uygulayabileceği gübreye dönüştürüyor, böylece bu gübre koruma altındaki alanlara zarar vermiyor. Şirket, sistemin amonyak salınımını yüzde 70 oranında azalttığını söylüyor. Çiftçiler ayrıca ineklerin yemlerine enzimler ekleyerek besin yoluyla aldıkları azotun daha fazla emilimine yardımcı olabilir, böylece atıkları çevreye daha az azot bırakacaktır.
Ancak Hollanda Dünya Doğayı Koruma Vakfı’nın gıda ve tarım sorumlusu Natasja Oerlemans, bu tür çözümleri yara bandı olarak gördüğünden reddediyor. “Sistemi tamamen yeniden ele almamız gerekiyor” diyor. O ve onun gibi düşünenler, sığırlara soya gibi insanlara uygun gıdalar vermenin ya da onları ekin yetiştirmeye elverişli türden arazilerde beslemenin son derece verimsiz olduğuna dikkat çekiyor. Bu bakış açısına göre, insanlar daha az et ve süt tüketip, daha fazla bitkisel beslenirse, amonyak ve sera gazı salımları da azalacak.
Belki de süt üreticilerini tatmin edecek bir öneri yoktur. Gaz salımlarını azaltmaya yönelik herhangi bir çözüm ya daha az çiftlik işletilmesini ya da mevcuttakilerin farklı şekilde işlemesini yahut her ikisini de gerektirecektir. Hiçbir çözüm üreticilerin gelirlerinin etkilenmeyeceğini garanti edemez. Çevrenin korunması giderek daha büyük bir öncelik haline geldikçe, bazı bireylerin çalışma alışkanlıklarını değiştirmeleri, diğerlerinin de seyahat veya yemek pişirme yöntemlerini değiştirmesi gerekebilir.
Hollanda’da görülen türden bir kargaşa ise ancak politikacılar daha dikkatli ve empatiyle hareket ederlerse önlenebilir. Sert önlemlere ihtiyaç duyulabilir, ancak bunları bu şekilde tanımlamak ya da zaten mücadele içinde olan kırsal kesimden katı taleplerde bulunmak her zaman yarar sağlamayabilir. Zira, politikacıların aleyhtarlarıyla nasıl bir ilişki kurdukları, özellikle de yanlış bilgi ve dezenformasyonun eşi benzeri görülmemiş bir hızla yayıldığı günümüzde, en az seçtikleri politikalar kadar önemli.
Son seçimleri ana akım siyasetin dışında kalmış Geert Wilders kazandı. Şimdilik bir hükümet kuramadı ama Wilders bunu başarabilirse azot meselesiyle ilintili bir dizi zorlukla karşı karşıya kalacak. Hollanda’da her 100 işsize karşılık 122 açık iş pozisyonu var. Amsterdam’daki tramvay seferleri personel yetersizliği nedeniyle azaltılmış durumda ve hemen her dükkânın önünde, tabelalarda eleman aranıyor yazıyor. Göçmenler bu işlere girmeye hevesli, ancak hükümetin kalmak için yaptıkları başvuruları işleme koyacak kapasitesi yok. Öte yandan ülke çapındaki konut sıkıntısı nedeniyle yaşayacakları çok az yer var. Azot salımını kısıtlamak isteyen hükümetin 18 bin inşaat projesini durdurmasıyla vaziyet daha da kötüleşti. Bir sorunu çözmeye yönelik atılan bir adım, diğer alanlarda durumu daha da kötüleştirebiliyor.
Burada anlatılanlar yalnızca yerel politika gibi görünebilir, ancak ABD’den İngiltere’ye, Orta Avrupa’dan Hint Yarımadası’na kadar dünyanın başka coğrafyalarında da benzer genel siyasi eğilimler görmek mümkün. Mesela 2018’deki Gilets jaunes (Sarı Yelekliler) protestoları, Fransa’da şehirlerde yaşayanlara kıyasla daha fazla araç kullanan kırsal kesim sakinleri arasında, kendilerine orantısız bir şekilde yüklenen yüksek akaryakıt vergilerine karşı duyulan hoşnutsuzluğun yansıması olarak ortaya çıkmıştı.
Popülist politikacılar, toplumdaki hükümet tarafından terk edilmiş veya ayrımcılığa uğramış hisseden kesimlerden destek almak konusunda avantajlı. Groningen profesörü Van den Berg, Hollanda’da sosyal uyumun azaldığını, kamu hizmetlerinin, toplu taşımanın ve sağlık hizmetlerinin pek çok kırsal bölgede seyreldiğini dile getiriyor. Ona göre, bu bölgelerdeki seçmenler, bir partiden diğerine geçiş yapıp duruyor ve birinin çıkıp sorunun aslında hükümet kaynaklı olduğunu söylemesini umutsuzca bekliyor.
Türkçeye çeviren: Müge Demirci