İlk Kitap- Rıdvan Hatun: ‘Bizi geren, kasan her şey büyük ölçüde ortak’
"İlk kitap nasıl bir kalp çarpıntısıdır? Çiçeği burnunda yazarların heyecanı daha mı farklıdır? Bir yazar, neden yazar?" sorularının cevabının peşine düştük; Ahmet Erkam Saraç ile ilk kitabı 'Battığımız Bataklar'ı konuştuk.
“Matbaa kokusuyla büyüdüm. Babamın kitaplığından kitaplar çalardım” diyor çiçeği burnunda yazar Ahmet Erkam Saraç.
Saraç ile Can Yayınları tarafından yayınlanan ‘Battığımız Bataklar’ vesilesiyle tanıştık. Yedi öyküden oluşan kitap Sözcükler, Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi gibi dergilerde yazan Saraç’ın yayımlanmış ilk kitabı.
“İlk kitap nasıl bir kalp çarpıntısıdır? Çiçeği burnunda yazarların heyecanı daha mı farklıdır? Bir yazar, neden yazar?” sorularının cevabının peşine düşerek Saraç ile buluştuk. O Ankara’da, ben İstanbul’daki 10Haber ofisinde günümüzün favori buluşma mecrası Zoom’daydık. Saraç ‘Battığımız Bataklar’ı, yazmakla ilişkisini ve öykülerini anlattı.
Saraç’ın hikâyesi 1988’de İstanbul’da başlıyor, üç çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu. Dayısı ve babasının tutumları kitaplarla kurduğu ilişkinin mimarı olmuş, “Onların emeği üzerimde çok” diyor. Üniversitede ise rotasını Ankara’ya kırıyor. Bilkent Üniversitesi’nde iktisat eğitimine başlıyor. Yazma tutkusu da bu yıllarda başlıyor. Önce sinema tutkusu, sonra okuduğu romanlar… Üniversitede çalakalem bir şeyler yazmış ancak şimdi geriye dönüp bakınca “Neler yazmışım” dedirten cinsten şeyler olduğunu söylüyor. Yine de bazılarına dönüp bakma, üzerinden geçme gibi bir niyeti olduğunu da ekliyor.
İstanbul’dan Ankara’ya gidenlerde iki şehri kıyaslamaları istenir, adettendir. Saraç “Ankara’da okuyup yazmaktan başka çareniz yok ki!” diyor gülerek. Sonra devam ediyor: “Yazarlarla tanışmak, entelektüel ortamlara girmek için çok elverişli bir şehir Ankara. Muhakkak etkisi olmuştur benim yazma serüvenimde de.”
Saraç okuduğu bölümle çok alakası olmadığını o yıllarda fark etmiş ancak sonrasında alan ilgisini çekmeye başlamış. Hatta şu anda ekonomi eğitimi veriyor. Finans sektöründe farklı alanlarda çalıştığı sürede edebiyattan koptuğunu da itiraf ediyor: “İş hayatına atıldıktan sonra da edebiyattan koptuğum yaklaşık bir beş yıl oldu. Düzenli olarak okumadım ve tabii ki yazmadım.”
Edebiyata olan tutkusu ve içindeki yazma isteği ise kızının doğumuyla yeniden ortaya çıkmış. “Ne zaman kızım doğdu, ben edebiyata inandım” diyor Saraç. Tam da o anda ‘Battığımız Bataklar’ın şu ithaf cümlesini hatırlatıyorum ve ekranda karşılıklı gülümsüyoruz: “Beni yeniden edebiyata inandıran Azra’ya…”
Bakın, şu an sekiz yaşında olan Azra sadece varlığıyla babasını edebiyata nasıl inandırmış: “Aslında neden böyle oldu bilmiyorum belki hamilelik sürecinin etkisi vardır… Kızımı kaybetmekten çok korktum. O dönemki korkularım çok sahici gelmeye başladı, sanki hayatta hiçbir şeyden bu kadar çok korkmamışım gibi. Ve bu korkumu kimseyle paylaşamadım, kimseye söyleyemedim. Yazmaya yöneldim.”
Saraç’ın bu sözleri kitaptaki dördüncü öykü ‘Yeniden Oyna’yı aklıma getiriyor hemen. Kızlarını kaybetmiş bir çiftin hayatlarından bir anı anlatıyor bu öykü. Zaten bu birçok kere üzerinden geçmiş olsa da Saraç’ın yazdığı ilk öykü bu. “Yazdığım ve insan içine çıkarabileceğim ilk yazımdı” diyor.
‘Battığımız Bataklar’ aile, ilişkiler ve hapishane temaları etrafında dönen öykülerden oluşuyor. Ayrılan bir çiftin kavgaları, hapishanedeki babasını özleyen Şebnem’in babasını mutlu etme çabası, çocuklarını kaybeden Nihat ile Sevil’in aşamadıkları yas süreci, Yılmaz ile Cemil arasındaki mevzu üzerinden sorgulamalar ve daha fazlası…
Bu öykülerdeki kahramanların varoluşsal sorunları, memleketle ve kendileriyle dertleri, mücadeleleri, atlatamadıkları travma var. Saraç tüm bu konuların kendisinin de dert ettiği temel problemler olduğunu söylüyor:
“Türkiye’de aile dediğimiz kurum çok erginleşmemiş bir yapı. Bu da eşler, ebeveynler ve çocuklar arasında problemlere neden oluyor. Dolayısıyla bunlar benim ilk aklıma gelen ve beni rahatsız eden unsurlardı. Siyasi diyebileceğimiz öyküler de zaten ülkenin hali malum, sürekli dert ediyoruz.
Türkiye’nin en büyük problemi adaletsizlik. Kendi adıma bunu tartışmaya bile açmıyorum. Öykülerim aracılığıyla kimseye mesaj vermek gibi bir niyetim de yok. Benim de dert ettiğim şeyler bunlar. Herhangi bir çözüm önerim de yok. Aile, adaletsizlik, ilişkiler… Birey tüm bunlar arasında sıkışıp kalıyor. Ben de bu sıkışmışlık hissini yazmak istiyorum, yazıyorum. Bunu yaparken de “Bu budur, çaresi de budur” gibi ideolojik bir mesaj kaygısı gütmüyorum.”
Saraç kendini şu an yazar olarak görmediğini söylüyor, hâlâ bir okur: “Şu an o statüde görmüyorum kendimi. Bir tane öykü kitabı yazdım, bir tane de hazırlıyorum. Ama biraz daha zaman var sanki…”
Peki ne zaman kendine yazar diyebilecek?
“Güzel soru,” deyip düşünmeye başlıyor. Bu tepkisinden daha önce bunu düşünmediği anlamını çıkarmalı mıyım, emin değilim. Birkaç saniyelik beklemenin ardından “Sanırım düzenli bir üretime geçtiğimi hissedersem” diyor ve devam ediyor: “Yanlış anlaşılmak istemem ama roman yazamayan öykü yazıyor gibi yaygın bir algı olabiliyor. Yine öyküyle devam etmek istiyorum ama senelerdir zihnimde dolaşan ve oturup sadece bir bölümünü yazdığım bir roman taslağı da var. Sanırım o romanı yazınca kendime yazar diyebilirim. Ama roman olduğu için değil, gerçekten hikâyeyi çok sevdiğim için.”
Hayatta pek çok şey gibi yazarlar için de sürdürülebilirlik önemli. Özellikle ilk kitabını yeni yayınlamış bir yazarın aklından “Bir daha yazabilir miyim, neler yazacağım, beğenilecek mi?” soruları daha belirsiz olabilir. Saraç, bundan sonrası için planlarını şöyle anlatıyor:
“Düzenli olarak oturup yazan biri değilim. Hatta dosyayı gönderip kabul aldıktan sonra tıkandım. Hiçbir şey yazamadım. O bekleme sürecinde yeniden masa başına oturmak, yazmak ne mümkün… Ne zamanki kitabın yayınlanacağı belli oldu, o zaman tekrar zihnimdeki öyküler için oturup çalışmaya, yazmaya başladım. Şu anda da biriktirdiklerim var. Genelde öyle oluyor; beynimde sürekli sahneler, diyaloglar dönüyor. Zihnime yük olmaya başladığında da oturup kağıda döküyorum. Şu anda da çalıştığım öyküler var.”
Çevresinden gelen ilk tepkilerin kendisini mutlu ettiğini söylüyor Saraç. Zamanında kitaplığından kitap çaldığı babası da oğluyla gurur duyuyor: “Çok onun tarzı olmadığını biliyorum, ama gurur duyduğunu hissettim. Üniversitede bir şeyler yazmanın hayalini kurduğunu söylemişti. Bir şekilde onun hayalini gerçekleştirmiş oldum.”
– ‘Battığımız Bataklar’dan hangi öyküyü devam ettirmek isterdiniz?
– İçindeki Ahlak Yasası
– Şu an ne okuyorsunuz?
– Murathan Mungan, 995 km.
– ‘Battığımız Bataklar’ı elinize aldığınızdaki ilk duygu?
– Şaşkınlık.
– Kitabınızı kimin okuması sizi çok mutlu eder?
– Kızımın. Okumaya niyetlendi ama daha vakti değil.
– İlk okuduğunuz kitap?
– Jules Verne, ‘İki Yıllık Okul Tatili.’
– ‘Battığımız Bataklar’a dair bir eleştiriyi kim yazsın?
– Vefat etmeseydi Adalet Ağaoğlu derdim. Ayrıca ‘Murat Bir Baba Dese’ öyküsünde Ayfer Tunç’un emeği çoktur. Tunç’un yazmasını da isterdim.
– Başucu kitabınız?
– Uzun zamandır yok aslında. Ancak bir dönem ‘Yeraltından Notlar’dı. Öykü olarak Sait Faik’in ‘Son Kuşlar’ı
– ‘Battığımız Bataklar’ı okuyup bitiren okura kitaptan geriye ne kalsın?
– Buruk bir gülümseme. Kitabın son cümlesini çok seviyorum, oradan referansla bu duygunun kalmasını isterim.