İbrahim Kalın'ın MİT'in 97. yılında yaptığı konuşmadan sadece törene davet edilen iyi gazeteciler söz etti. Oysa bu konuşma çok daha fazla konuşulmayı ve üzerinde uzun uzun entellektüel tartışma yapmayı gerektiriyordu.
Kafamdaki soru şu:
97 rakamı bir kurum için ne ifade eder?
Sonu 0 veya 5’le biten yılların psikolojik bir anlamı vardır da, 7 ile biten bir yıla özel bir anlam verip bu kadar büyük tören düzenlemenin önemli bir “mesaj”ının olması gerekir diye düşündüm…
Haklıymışım…
Var…
O nedenle bu toplantı konusundaki gözlemlerimi, dikkatimi biraz uzunca anlatacağım…
10 gün boyunca yurtdışına bulunduğum için bu konuyu biraz gecikerek yazıyorum. .
MİT’in kuruluşunun 97. yılı dolayısıyla kuruluşun yeni yerleşkesi ilk defa geniş çaplı olarak insanlara açıldı.
Ayrıca İstanbul’da AKM’de “Teşkilat İstanbul’da” adlı bir sergi açılmış.
Mutlaka gidip gezeceğim.
Toplantıya davet edilenlere bir hediye torbası verilmiş.
İçinde Atatürk’ün MİT teşkilat kanununu imzaladığı yazının tıpkı basımı ve bir de MİT Müsteşarı İbrahim Kalın’ın yaptığı konuşmanın yazılı metni varmış.
Tabii böyle bir olay olduğu zaman bir gazetecinin ilk dikkatini çeken şeydir, “Bu toplantıya hangi gazeteciler davet edildi?”
Kafamdaki soru şuydu:
Davetli gazetecileri Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı mı belirledi?
Yoksa MİT’in özel kalemi veya basın bürosu mu?
Ankara kulislerini iyi bilen bir gazeteci dostum “Benim kulağıma gelen MİT hazırlamış” dedi.
Ama şundan eminim.
İletişim Başkanlığı’nın onayına mutlaka sunulmuştur.
Tam listeyi öğrenemedim ama anladığım kadarı ile “iktidara yakın merkez medyanın” genel yayın yönetmenleri, Ankara temsilcileri ve belirledikleri köşe yazarları davet edilmiş.
Bir ilginç davetli İlber Ortaylı olmuş.
Ama mesela Fox TV’nin Genel Yayın Yönetmeni Doğan Şentürk de davetliymiş.
Galiba en geniş davetli kadrosu Hürriyet’tenmiş.
Sedat Ergin, Fatih Çekirge, Hande Fırat, Abdülkadir Selvi ve Nedim Şener öğrendiklerim arasındaydı.
Dikkatimi çeken çok ilginç bir ayrıntı var.
Türkiye gazetesi yazarı Cem Küçük davetliler arasında yok.
Oysa yıllarca onun MİT’e yakın bir isim olduğunu, oradan haberler aldığını okuduk satırlarından.
Davet edilmemesi bana ilginç geldi.
Davet edilen köşe yazarlarından özellikle ikisinin yazıları çok önemli ve ilgi çekiciydi.
Hürriyet’ten Sedat Ergin ve Fatih Çekirge…
İkisinin de yazılarını dikkatle okudum.
Zaten onların yazılarından sonra uyandım ve bu toplantının önemini çok daha iyi kavradım.
Hem Cumhurbaşkanının konuşma metnini hem de İbrahim Kalın’ın konuşmasını ayrıntıları ile okuma ihtiyacı duydum ve şunu bir kere daha anladım.
Devletin önem verdiği bir toplantıya kaliteli ve konularını iyi bilen iyi gazeteciler davet edilince hem vatandaş daha iyi bilgilendiriliyor, hem de toplantının amacı çok daha iyi anlatılıyor.
Nacizane görüşüm…
Cumhurbaşkanının uçağında da artık aynı zihniyet değişikliğini yapmakta yarar var.
Bana göre son hükümet değişikliğinde alınan en isabetli kararlar Dışişleri, İçişlerdi Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığı tayinleriydi.
Allah için Hakan Fidan MİT’te çok iyi bir performans gösterdi ve kurumu çok etkin hale getirdi.
Bu konuşmanın kalitesinden anlıyorum ki İbrahim Kalın’ın o mevkiye getirilmesi çok isabetli olmuş.
Kalın teşkilata entelektüel kabiliyet de kazandırıyor.
Onun aldığı eğitim ve entelektüel alandaki özellikleri kamuya yönelik ilk konuşmasının her satırına hakimdi.
Konuşmasını okurken 1970’li yıllardaki New Left (Yeni Sol) hareketinin bir teorisyenini okuyormuşum gibi bir izlenim aldım.
Bir MİT belgesinde ilk defa “Gelecek tasvirleri ütopya ve distopya arasında gidip geliyor” gibi bir cümle gördüm.
“Terra firma” (sağlam zemin) ve “Habitat” gibi 20’inci Yüzyıl entelektüel dünyasının kavramlarına rastladım.
Adını vermeden ünlü sosyolog Durkeim’in “Anomie” durumunu anlatıyor.
O nedenle,
Konuşmasını öteki gazetecilerden daha geniş ve tartışmalı bir şekilde aktarmak istiyorum.
Tartışmaya barış ve istikrarla ilgili şu cümleden başlayayım:
“Ülkemizin sınırlarının ötesinde bir barış ve istikrar düzeni inşa etmeyi amaçlıyoruz…”
Kulağa iyi geliyor ama açılması gereken bir kavram.
Çünkü bugün kendini büyük devlet sanan veya hisseden devletlerin hepsi kendi sınırları dışındaki operasyonlarını bu kavramlar altında meşrulaştırmaya çalışıyor.
Yani MİT Müsteşarı bu kavramı Atatürk’ün “Yurtta Sulh, dünyada sulh” cümlesi anlamında mı değerlendiriyor, yoksa başka ülkelere bu kavramlar altında “hiza vermeyi mi” kastediyor?
Konuşmasının birçok yerinde dünyanın güçlü ülkelerinin insanlık dramları karşısındaki sessizliğini eleştiriyor.
Bosna ve Ruanda soykırımına dünyanın sessiz kaldığını söylüyor.
Haklı…
Ama bu satırları okurken doğal olarak aklıma Sudan ve Darfur geliyor.
Bütün Dünya Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’i 250 bin insanı katledilmesinden sorumlu tutarken böyle bir insanın Ankara’da devlet başkanı olarak büyük itibarla ağırlandığını hatırlamıyor, hatırlatmıyor.
Türkiye’nin bu katliam karşısındaki sessizliğini neden es geçiyoruz?
Çünkü El Beşir Müslüman…
Ondan mı…
Samimiyet sınavından sınıfta kalan bir tek Batı değil.
Müslüman ülkeler de var..
Konuşmanın bir başka yerinde şu cümleyi okuyoruz:
“Benim hak ve hukukumun gözetilmesi başkalarının hak ve hukukunun çıkarılması anlamına gelmez…”
Çok doğru bir cümle. Tamamen katılıyorum diyeceğim…
Ama Osman Kavala aklıma geliyor. Selahattin Demirtaş geliyor.
Ergenekon davları geliyor.
Bu da hepimiz için bir samimiyet sınavı…
Tamamen katıldığım bir başka cümle:
İmam Gazali’nin sözü: “Haddini aşan zıddına döner…”
Bu cümleyi okurken 2002 yılına dönüyorum ve iktidara gelen AKP’nin 2024’te geldiği nokta beni yine bir samimiyet sınavına sokuyor.
Okurken kendi kendime soruyorum:
Bu cümlenin adresi kim ve neresi..
Çok katıldığım bir başka cümle daha:
“Batılı ülkelerin başka toplumları yargılarken düştüğü bu kategori hatasına karşı hepimizin teyakkuz halinde olması gerekir.”
Doğru bir cümle…
Bu cümle herkes için geçerliyse eğer, şu sorunun da cevabını vermesi gerekir diye düşünüyorum:
Bizim de Batılı ülkeleri yargılarken düştüğümüz hiçbir hata yok mu?
Mesela mı…
MİT Müsteşarı Kalın konuşmasının bir sayfa öncesinde “İslam ülkelerinin gerçeklerinden” söz ediyor.
Nedir İslam ülkelerinin gerçekleri?
Adalet, vicdan, demokrasi, çoğunlukçuluk yerine çoğulculuk, liyakat, bilim, hayat tarzlarına saygı, bireysel farklılıklara saygı, ahlak gibi konularda İslam ülkelerinin gerçekleri nedir?
Bence gerçekten adil bir dünya istiyorsak artık bunları da açıkça konuşabilmeliyiz…
Konuşmanın en önemli bölümlerinden biri “çok kutupluluk” konusunu anlattığı sayfalar.
Çok kutupluluk sanki küresel bir ideal gibi anlatılıyor…
İsterseniz önce şu “kutup” kelimesinden başlayalım.
Mesela kutuplaşma…
Acaba kutup kavramı yerine ağzımızın yanmadığı bir başka kavram bulsak daha iyi olmaz mı?
Tartışmaya değer…
İbrahim Kalın’ın konuşmasının en kuvvetli ve konuşulması gereken bölümü neresidir diye sorarsanız cevabım banko şu olur:
“Batı paradigması…”
Şu cümleden başlayalım:
“Batı paradigması sorgulanırken yerine neyin ikame edileceği çağımızın temel sorularından biridir. Rusya, Çin veya başka güç merkezlerinin alternatif model olup olamayacağını kestirmek şu aşamada mümkün değil.”
Buradaki “şimdilik mümkün değil” kelimelerine takıldım.
Konuşmanın kontekstinden bu cümlenin Rusya ve Çin’in bir güç olarak burada yerini alıp almayacağının belli olmadığını kastettiği anlaşılıyor.
Ama ben bir adım daha ileri gidip eksik kalanı sorgulayayım:
Öyle bir ihtimal mi var?
Putin’in oligarklar imparatorluğu ile Çin’in tek partili despot yapısının alternatif olma ihtimalinden söz etmek bile çok acı ve trajik bir şey değil mi…
Yani bugün Afrika’da bazı ülkelerin Fransa’yı kovup yerine “Yaşasın Putin” diye bağırmaları eski sistemden de trajik bir şey değil mi…
Bütün konuşma boyunca adı pek geçmiyor ama arka ekranda sanki “özenen” bir ihtimal de hayalet gibi geziyor:
“Bir Müslüman alternatif…”
Sizce Orta Doğu’da Müslüman’ın Müslüman’ı boğazladığı, hiçbir Müslüman ülkenin demokrasiyi yaşatamadığı bir dönemde böyle bir ihtimal var mı…
Ve geliyorum asıl soruya:
Tamam Batı paradigması kırılacak ama yerine ne koyacaksınız? Bu konuda samimiyetle savunabileceğiniz bir tez var mı?
Mesela Batı’nın iyi kötü işleyen demokrasi, adalet, çoğulculuk, liyakat, insan hakları sisteminin yerine ne öneriyorsunuz?
Bence üstü örtülü geçiştirip alttan alta bir “İslami gerçekler” ideali yaratmak duygusu bu soruya cevap olmuyor.
Konuşmanın bir başka çok önemli yanı da şu gerçekçi saptamalar:
“Avrupa merkezciliğinin aşılması Avrupa’nın ortadan kalkması demek değil. Amerikan merkezci paradigmanın aşılması Amerika’nın ortadan kalkması demek değildir…. Batı merkezciliği sonrası bir dünya düzeninde de Avrupa ve ABD başat aktörler olmaya devam edecektir.”
Çok doğru ve gerçekçi bir saptama…
O zaman şu benim söyleyeceğim de aynı ölçüde gerçekçi olacak:
Bu yeni gerçeklik üzerinden bu iki başat aktörle ilişkilerimizi daha sağlam bir temele oturtmalıyız.
Ama bu doğru saptamanın gereğini yerine getirmek bugün hastalıklı hale gelen “Batı düşmanlığı” ile mümkün değil.
Unutmayalım, bugün iktidarı destekleyen güya merkez medya bile bu ilkel Batı düşmanlığını körüklemek için elinden geleni yapıyor.
Ha şunu da belirteyim:
Kendini muhalif sanan medyanın tutumunda da zerre kadar fark yok.
MİT Müsteşarı konuşmasında “vekalet savaşlarının tehlikesinden” söz ediyor.
“Hegemonik güçlerin ulusal çıkarları için tehdit gördükleri ülkeleri vekalet savaşı aracılığıyla meşgul ettiğini” söylüyor.
Doğru. Ben de katılıyorum.
Ama farklı olarak şu soruyu da soruyorum:
“Acaba son 10 yılda biz de giderek kendimizi hegemonik bir güç olarak görüp Orta Doğu’da bu vekalet savaşlarının parçası haline gelmedik mi?”
“Gelmedik” diyorsanız şu sorunun ikna edici cevabını da vermelisiniz:
Mesela ÖSO?
Mesela HTŞ…
Bizim için nedir bu unsurlar?
Sakın bana milli politika falan demeyin, çünkü öyle derseniz önceki sayfalarda anlattıklarınızın zerre kadar anlamı kalmıyor.
Şu cümleye son kelimesine kadar katılıyorum:
“Türkiye AB’ye tam üyelik hedefine bu zaviyeden bakmaktadır. Karşılıklı çıkar ve saygı ilişkisine dayanan tam üyelik perspektifi bölgesel güvenlik barış ve refahı güçlendirecektir.”
Çok doğru.
Şuna inanıyorum. Avrupa Birliği geçen 20 yılda Türkiye’yi tam üye olarak almayarak çok büyük bir hata, hatta aptallık yaptı.
Bugün dünya meselelerinde caydırıcı hiçbir türlü söz sahibi olamayan “iktidarsız bir ekonomik güç” olarak kalmasının nedenlerinden biri bu.
Ama oradaki bir eksiğimizi de ben tamamlayayım:
Türkiye de tam üyelik için kendine düşeni tam anlamıyla yapmalı.
Osman Kavala’nın, Selahattin Demirtaş’ın hala hapiste olduğu bir ülke, böyle devam edecekse gelecekteki yerini AB’de değil Putin’in yanında aramalı.
Çünkü orası daha uygun.
İbrahim Kalın’ın konuşmasının bir bölümü var ki çok, ama ayakta alkışlayacağım kadar çok hoşuma gitti.
İki defa dikkatle altını çize çize okudum.
O cümleleri sizinle de aynen paylaşmak istiyorum:
“Akıl ve erdemli güç iyi, güzel ve doğruyu korur ve insanların akıl ve erdeme dayalı bir hayat yaşamasını sağlayacak şartları oluşturur. Akıl ve erdemle sınırlandırılmış güç mutlaklaştırılma riskinden kurtulur ve yüksek değerlere hizmet eder.”
Ve arkasından bu sözlerin çok daha vurucu ve doğru bir özeti geliyor:
“İnsanların güvenliğinin sağlanması her türlü korku, tehdit ve tehlikeden arınmış olarak yaşadıkları düzene inanmalarını da tazammum eder.”
İbrahim Kalın böyle kelimeleri çok seviyor.
Tazammum nedir diye sözlüğe baktım.
“Taahhüt eder” anlamına geliyormuş.
Merak ettim acaba konuşmasının bu bölümünü salonda da okudu mu?
MİT’in internet sitesine girip konuşmasının tamamını videodan görüntülü olarak izledim.
Evet aynen okumuş.
Kutluyorum kendisini.
Bence çok konuşup tartışmamız ve içselleştirmemiz gereken bir cümle bu.
Neyse şimdilik boşluğu ben şu soru ile biraz doldurmaya çalışayım.
İnsanın güvenliği nedir? Kimi karşı güvenli olmayı kastediyoruz?
Sadece terör örgütleri, dış düşmanlar mı?
Yoksa mutlaklaştırılmış tekleştirilmiş, tek partileşmiş ve devletleşmiş bir bir iktidarın yarattığı tehdidi, korkuyu da kastediyor muyuz?
Bugün ülkenin en azından yarısı “korku” deyince daha çok bunu anlamıyor mu…
Bu sözlerin adresini ve kapsamını çok daha net biçimde açmak gerekir diyorum.
En azından bu uzun ve güzel konuşmanın samimiyetini hissetmemiz için.
Allah için İbrahim Kalın bunu yapmış.
Hemen arkasından kullandığı şu cümle de çok açık ve adresi de çok belli:
“Güvenlik özgürlük içindir…”
“Güvenlik bireylerin anayasal hak ve özgürlüklerini hiçbir baskı, korku ve tehdit altında olmadan kendi hür iradeleriyle gerçekleştirmesini temin için vardır.”
Her satırına, her noktasına, her virgülüne ,her harfine katıldığım bir cümle bu…
Üstelik salondaki konuşmasında bu bölümü de aynen okumuş.
97’inci yılda niye bu kadar kapsamlı bir toplantı düzenlendi cevabını veremedim ama bence tam zamanında yapılmış bir toplantı olmuş bu.
Bu konuşma eski Türkiye’de olsa muazzam bir tartışma başlatırdı.
Ama ne yazık ki bu kadar önemli bir konuşma Sedat Ergin’in ve toplantıya katılmayan Murat Yetkin’in yazılarından başka en küçük tartışmaya yol açmadı.
Her akşam saatlerce konuşan “konuşan kafaların” hiçbir bu konuyu konuşmadı.
Çok yazık.
Keşke bunları derin biçimde tartışacak birkaç yazar daha davet edilseydi.
Bana gelince, gördüğünüz gibi ben sadece dışardan gazel okudum.