Ebrar’dan paylaşım ‘Gibi’ paylaşım: ‘Ersoy’un babaannesinin intikamı alındı’
Filenin Sultanları hep zirvenin çok yakınındaydı ama bir türlü en üste, en tepeye oturamıyordu. 2023’te işte bunu başardık ve tarihimizde yepyeni bir zafer sayfası açtık…
Salona girersiniz, sonrasında ışıklar söner, birkaç fragman ve ardından karşısındaki film şu ifadeler eşliğinde açılır: “Hayatlarının en unutulmaz yazı olacaktı…” Kadın Milli Voleybol Takımı’mızın 31 Mayıs’ta başlayan FIVB 2023 Uluslar Ligi organizasyonundaki macerası da işte bu türden bir film tadındaydı ve nihayetinde geçen pazarı pazartesiye başlayan gece saat 01.30’da çıktıkları final maçının ‘Mutlu son’la bitmesi öyküyü çok çok özel kıldı. Çünkü ilk kez 2018 yılında ‘Uluslar Ligi’ adıyla düzenlenen bu organizasyonun ilk yılında Türkiye yine final oynamış ama ABD’ye 3-2 mağlup olarak ikinci olmuştu, 2019 ve 2022’yi dördüncülük, 2021’i ise üçüncülük unvanlarıyla tamamlamıştı. Yani hep zirvenin çok yakınındaydık ama bir türlü en üste, en tepeye oturamıyorduk. 2023’te işte bunu başardık ve tarihimizde yepyeni bir zafer sayfası açtık…
Peki ilk sekize kalma sürecimiz nasıldı? Kayda geçmesi bakımından adım adım gidelim: Millilerin ‘Birinci Grup’ta maçları Antalya’da oynanmıştı. 31 Mayıs’taki ilk karşılaşmada Güney Kore’yi 3-0’la geçtiler, sonraki rakip Sırbistan’dı, ‘Balkan temsilcisi’ni de 3-1 mağlup ettik. Üçüncü maç ‘Son Şampiyon’ unvanlı İtalya’ylaydı ve ‘Gök Mavililer’ organizasyona as oyuncularından bazılarını getirmemişti; onları da 3-0 yendik. Bu aşamadaki son maçta, bize her turnuvada zorluk çıkaran ABD karşısındaydık ve mücadeleyi 3-2 kaybederek organizasyondaki ilk kötü sonucumuzu aldık. Antalya etabı 4 Haziran’da ‘üç galibiyet, mağlubiyet’lik bir performansla tamamlanmıştı. Sonrasında Hong Kong etabına geçildi, 14 Haziran’da başlayıp 18 Haziran’da son noktanın konulduğu bu virajı da aynı karneyle kapadık; Hollanda (3-0), Kanada (3-0) ve Dominik Cumhuriyeti’ni (3-1) yendik, Polonya’ya mağlup (0-3) olduk. Turnuvanın üçüncü ayağı Tayland’daydı, buradaki serüvene Japonya karşısında alınan 3-2’lk yenilgiyle başladık, ardından sırasıyla Tayland, Brezilya ve Hırvatistan’ı aynı skorla; 3-0 mağlup ettik. Lig etabı toplamda dokuz galibiyet ve üç yenilgiyle tamamlanmış ve Türkiye, bu bölümde 29 puanla üçüncü olmuştu.
Ve gelindi son sekiz takımın mücadele edeceği final etabına. ABD’de Teksas’a bağlı Arlington’daki bu bölümde Türkiye önce çeyrek final maçına çıktı. Rakip lig etabında 3-0 mağlup ettiği İtalya’ydı. Ay-Yıldızlılar ‘Son şampiyon’u bir kez daha aynı skorla yenip bir anlamda ‘Çizme’yi ikinci kez aştılar. Yarı finaldeki rakip ise ev sahibiydi; iki ekip o güne kadar sekiz kez karşılaşmış, ABD altı, Türkiye iki galibiyet almıştı. Kızlarımız o gün son derece başarılı bir performans ortaya koydu ve 3-1 galip gelerek hem lig etabında Ankara’da 3-2 yenildiği rakibinden rövanşı aldı hem de finaldeki yerini ayırttı.
Son dönemeçte rakip Çin’di ve üç kez mağlup edip üç kez de yenildiğimiz Uzakdoğu devini yenerek tarihimizdeki ilk ‘Dünya şampiyonu’ unvanıyla buluşmak istiyorduk. İlk seti aldık, ikincisini verdik, üç ve dört de bizimdi ve olağanüstü bir çaba, istek, azim ve hırsın yanında akıllı bir oyun anlayışı ve de elbette yıldız kumaşına sahip kimi isimlerin kendisini göstermesiyle maçı galip bitirdik. ‘Çin Seddi’ni geçmiş ve altın madalyaya ulaşmıştık.
Bu noktada oyunun tarihine doğru bir yolculuğa çıkalım derim. Voleybol aslında Amerikalılar keşfi olan bir spor. Mucidi bir beden öğretmeni; ismi de William G. Morgan. Kapalı alan sporu olarak 1800’lerin sonuna doğru kitlelerin hafızasındaki ve pratiğindeki yerini alıyor. Morgan, keşfine ‘Mintonette’ adını veriyor. Tarihsel kaynaklara göre bu isimle oynanan bir maçı izleyen bir profesör, topun yere vurmama ilkesinden hareketle ‘Volleyball’ adının daha uygun olacağını öneriyor ve sonraki aşamada artık bu spor ‘Voleybol’ ismiyle anılıyor. Birinci Dünya Savaşı’ında Avrupa’ya gelen Amerikan askerleri vasıtasıyla da ‘Yaşlı kıta’da tanınıyor, bilinir oluyor.
Bizdeki serüven ise ‘YMCA’in (‘Young Men’s Christian Association’) 1919-1925 yılları arası müdürlüğünü yapan Mr. Deaver adlı Amerikalının, derneğin İstanbul’daki spor salonunda voleybol oynatmasıyla başlıyor. Zamanla beden eğitimi öğretmenlerinin de katkısıyla ülke sathına yayılıp seviliyor. Voleybolu Türkiye’de asıl yaygınlaştıran kişi ise Cağoğlu’ndaki Erkek Muallim Mektebi’nin beden eğitimi öğretmeni olan Selim Sırrı Tarcan (ki adına Ankara’da inşa edilmiş bir Spor Salonu vardır). Ayrıca Romanya’dan getirilen iki antrenör; önce Nicola Sotir, daha sonra da Nicolea Murafa da profesyonel anlamda oyunun gelişimine katkıda bulunan isimler oluyor.
‘Kadın voleybolu’nun Türkiye’de sevilip sayılmasında ve uluslararası arenada başarıları uzanmasındaki en büyük katkıyı ise ‘rahmetli ‘Cengiz Göllü yapıyor. Çok iyi bir antrenör olan ve oyun üzerine teknik-taktik gibi konularda emek sarf eden Göllü’yle birlikte hem Eczacıbaşı kulübü hem de Milli Takım bir hayli mesafe kaydediyor, Avrupa arenasında diğer popüler sporların önünde boy gösteriyor ve dereceler alıyor. Ara not: İşin bu tarihsel kısmını, daha önce bir dergi için (ismi Vega Dergi) kaleme aldığım bir metinden buraya taşıdım, onu da belirteyim.
Ama bizdeki kadın voleybolunun büyük asıl çıkışı elbette 2000’lerde gerçekleşiyor. Doğru teknik kadrolar, doğru kulüp yönetimleri, doğru kadrolar, doğru yabancı oyuncular, doğru Federasyon yapılanmaları derken Türkiye Kadın Voleybol Ligi, dünyanın en iyi oyuncularının yanı sıra üst düzey yerli isimlerle oluşturulan takımlar eşliğinde hem Avrupa’da hem de dünyada büyük başarılara imza atıyor. Keza kulüp takımlarının bu büyük çıkışına Milli Takım da eşlik ediyor ve özellikle Giovanni Guidetti zamanında büyük mesafeler kat ediliyor. Lakin İtalyan koç döneminde kimi zor dönemeçler geçiliyor, çok güçlü rakipler karşısında galip geliniyor ama iş yarı final, final aşamasında geçildiğinde bir türlü ‘son nokta’ konulamıyor(du).
Nitekim zaferimizle sonuçlanan final maçının ardından görüşlerini açıklayan
Milli Takım Menajeri Pelin Çelik bu duruma şöyle vurgu yapıyordu: “Gönüllerin şampiyonu olmaktan bıkmıştık. Sonunda istediğimizi aldık. Altın madalyalarımıza, şampiyonluğa kavuştuk.”
Peki sadece gönüllerin şampiyonu olmanın yanında ‘Resmi’ olarak da ‘Şampiyonluk’ unvanıyla nasıl buluştuk? Bu durumun açıklaması da şöyle olabilir: Bu turnuvaya Giovani Guidetti’yle yolları ayırıp takımı vatandaşı Daniele Santarelli’ye teslim ederek gittik.
Genç İtalyan koç Guidetti zamanında takıma küsmüş isimlerin en önünde yer alan Gizem Örge’ye yeniden forma şansı tanıdı. Kendisi iletişime önem veren ve oyuncularının kalbini çabuk kazanan bir profil ortaya koydu. Maç içinde performans dalgalanmaları yaşandığında anında neşter vurma yoluna gitti ve kadroyu işlevsel kullandı. Ve en büyük şansı da kuşkusuz Türk vatandaşlığına geçen Küba kökenli Melissa Vargas’ın artık forma giymeye başlaması oldu. Bütün halkaların muhteşem birlikteliği, takımdaki her bir parçanın; Vargas’ından Ebrar’ına, kaptan Eda’sından, Zehra’sına, Derya’sına, Elif’ine, İlkin’ine, Cansu’suna, Saliha’sına, Ayça’sına vs. herkesin hem uyumu, hem saha içi dayanışma gayretleri, birbirlerinin eksiklerini kapatma çabaları, her topa atlama, dokunma istek ve coşkuları derken ortaya bu büyük zafer çıktı. Bütün bu genel tabloya başarılı savunma performanslarının da eklendiğini hatırlatayım.
Bu arada yeni bir parantez açayım; bu güzelim takımın ‘Filenin Sultanları’ gibi bir tanımla anılmasını, ifade edilmesini çok arkaik, demode ve ideolojik açıdan problemli buluyorum. Sultan, padişahlık dönemine ait bir tanım ve cumhuriyetin değerleri içinde kendisine yer açması, bulması bana çok doğru gelmiyor (Türkân Şoray’ın ‘Sultan’lığı ayrı tabii ki!). İsteyen bunu söyleyebilir ama ben kendi dünya görüşüm itibariyle kullanmayı uygun görmüyorum. Bunun yerine de uzun süredir yazılarımda, Twitter paylaşımlarında (kendi icadım olan!) ‘Filenin Şahaneleri’ tanımını yeğliyorum. Ki takım, ‘Şampiyon’ unvanını üzerine geçirerek gerçekten ‘Şahane’ olduğunu da kanıtladı, bana sorarsanız..
Onların FIVB 2023 Uluslar Ligi organizasyonundaki sıra dışı performansları ve nihayetinde kupaya uzanmaları 2023 yazını, hem kendileri hem de bütün Türkiye adına unutulmaz kıldı. Ama spordaki mesele bu tür başarıları çok nadir yakalamak değil, olağan hale getirmektir. Ki ‘Filenin Şahaneleri’nde bu sürekliliği sağlayacak azim, tutku, yetenek ve vizyon elbette var. Ki zaten uzun süredir zirve etrafında dolaşıyorlardı, bu kez en tepeye oturmasını bildiler.
Bu arada Çin maçı biter bitmez salonda çalınan ‘Erik Dalı’ adlı şarkıya tüm takım oyuncuların yanı sıra teknik kadronun eşlik etmesi, koç Santarelli’nin de bu bize özgü kutlamaya dahil olması, hatta Federasyon Başkanı Akif Üstündağ’ın da bu tarihi gecede bir tür ‘evlatlarıyla’ birlikte ritim tutturması ve eğlenceye iştirakı devasa bir mutluluk ve sevinç tablosunun ortaya çıkmasını sağladı. Adeta onlar ekranda, ekran başındaki bizler de gecenin o saatinde evlerimizde hep birlikte kendimizden geçtik.
https://twitter.com/VDenince/status/1680735171958407173?s=20
Hem o gece hem de sonrasında sevinç gösterilerini ve kutlama faslanı tekrar tekrar izlerken şunu düşündüm; takım bütün yaz boyu süren ve o ülkeden bu ülkeye düzenlenen organizasyon boyunca hiç yorulmamış gibiydi. Emeklerinin karşılığı olan şampiyonluktan sonra ortaya koydukları bu resim neşelerini, enerjilerini, tutkularını, hayat sevinçlerini ortaya koyuyordu. ‘Erik Dalı’ eşliğinde kutlama yaparlarken sahada (salonda) yazdıkları destanı adeta daha ileri seviyelere taşıyorlar, zafere özel bir sos, özel bir tat katıyorlardı. Taşıdıkları pozitif enerjiyi etrafa o kadar samimi bir şekilde yayıyor ve yansıtıyorlardı ki.
Öte yandan ‘Filenin Şahaneleri’nin bu tarihi başarısının konjonktürel olarak da farklı bir anlamı vardı. Çünkü bu coğrafyaya kadını ezen ataerkil bir yapı hâkimdi. Bu hâkim zihniyete göre kadın sosyal hayatın içinden çıkmalı, evinde oturmalı, çocuğuna bakmalı, kocasına hizmet etmeli ve sadece bu klasik görevlerini yerine getirmeliydi. Eğitimi kısıtlanabilirdi, kısıtlanmasa bile son zamanlarda dile getirildiği gibi ‘karma eğitim’e son verilmek suretiyle karşı cinsten uzak tutularak öğretim hayatını sürdürebilirdi. Artan, çok sayıda kadının hayatına mal olan cinayetler de cabası. Görüyoruz ki kadına karşı koruması zayıf, onlara yönelik saldırılarda, şiddet olaylarında kanunun uygulama aşamasında gerekli hassasiyeti göstermeyen, erkeği koruyan ve kollayan bir yapı varmış türünden bir görüntü arz eden bir sistem var ortada… Üstelik ‘İstanbul Sözleşmesi’ gibi hayati bir pakttan da çıkılmış. Hal böyle olunca kadınların bu topraklardaki her bir başarısı özel bir takdiri, alkışı, desteği hak ediyor. ‘Filenin Şahaneleri’nin hem şampiyon olması hem de Voleybol Kadınlar Dünya Sıralaması’nda birincilik basamağına oturması işte bu yüzden de bambaşka bir başarının da ifadesi. Onların zaferi, yine o klasik haykırışı akıllara getirdi: “Kadınlar vardır, kadınlar vardır, kadınlar her yerde.”
Akabinde şöyle bir durum daha var; Türkiye’de uzun süredir var olan her konudaki yarılma ekseninde bu takım ‘sekülerler’in özel olarak sevdiği, sempati beslediği, önemsediği ve her bir başarısını takdir ettiği bir yapıya büründü. Nitekim son zaferin ardından özellikle sosyal medyada bu duruma ilişkin birçok görüşe rastladım. Keza takımdan kimi oyuncular da attıkları tweetlerde ya da maç sonu verdikleri röportajlarında bu duruma ilişkin vurgularda bulunarak kendilerine yüklenen imajı doğrular bir profil çizdiler.
Ayrıca art arda gelen zamlar, bu zamlar karşısında beli bükülen kitleler, artan yoksulluk, doğal olarak asılan yüzler, gerilen sinirler derken onların bu şampiyonluğu onca sıkıntının içinde bir nebze ferahlama alanı, bir nebze gülümseme ve mutluluk yarattı.
Yani ‘Filenin Şahaneleri’nin ABD topraklarındaki bu zaferi sıradan bir spor olayı olmaktan çoktan çıktı aynı zamanda yazı boyunca vurguladığım gibi sosyolojik bir vakaya dönüştü… Meselelere, spora nereden, hangi kriterlerle bakıyorsunuz bilemem ama ben en azından kendi adıma onlara ilişkin şu temennide bulunmak istiyorum: Topa değen elleri dert görmesin…