Haftanın kitabı: Felaket senaryoları
Oylum Yılmaz, Duygu Asena Roman Ödülü’ne layık görülen romanı 'Gerçek Hayat’tan altı yıl sonra yeni romanı 'Ağaçların Rüyası' ile okurla buluştu. 90'lı yıllar... Yılmaz, “Hayatta kendimi ait hissettiğim tek yer” dediği Büyükada’ya davet ediyor okuru. Füsun ve Nihan adlı iki arkadaşla tanışacağız.
Oylum Yılmaz ile "Bu romanı yazarken kalbimi koydum” dediği 'Ağaçların Rüyası' vesilesiyle buluştuk. Konuşan ağaçlara, yaşlanmaya, Füsun gibi kendini keşfetme halindeki kadınlara ve edebiyata dair konuştuk.
Oylum Yılmaz, Duygu Asena Roman Ödülü’ne layık görülen romanı ‘Gerçek Hayat’tan altı yıl sonra yeni romanı ‘Ağaçların Rüyası’ ile okurlarla buluştu. Aradan geçen bu sürede yazarın hayatında da değişen şeyler, edindiği yeni kimlikler oldu. Ve tüm bunlar yazar Oylum Yılmaz’ı da etkilemiş. Daha önceki romanlarına bakarak kendini kapalı bir yazar olarak tanımlıyor Yılmaz ancak bu kez okurla arasındaki mesafeyi azalttığını, kendini açtığını söylüyor.
90’lı yıllar…Yılmaz, diğer romanlarında olduğu gibi “hayatta kendimi ait hissettiğim tek yer” dediği Büyükada’ya davet ediyor okuru. Hatta adanın çok daha özel bir mekanını Rum Yetimhanesi’ni bu romanın kalbine bırakıveriyor. Füsun ve Nihan adında iki arkadaşın hikayesini, Füsun’dan dinliyoruz. Roman, iki genç kızın tanımadıkları insanların evine girmeleriyle başlıyor. Ancak bu ziyaretlerde yalnızca gittikleri evleri değil; kendilerini, ilişkilerini, cinselliği, arkadaşlığı ve hayatı da keşfediyorlar. Maceralarının dönüm noktası ise 1964 yılında bir anda boşaltılarak yıkılmaya terk edilen Büyükada Rum Yetimhanesi’ne girmeleri oluyor. Geçmişin yükleri, yüzleşilmemiş hatalar iki hayalet suretiyle kahramanlarımızın karşısına çıkıyor. Zaten o andan sonra da hayaletlerin hikayesi, kendi aile hikayelerine karışıyor, bir hesaplaşma anı geliyor. Ancak herkesin aynı şekilde verdiği bir hesap değil bu…
Toplum baskılarından azade olmayan genç bir kızın, kendini en yakın çevresiyle hatta en yakın arkadaşıyla, keşfetmeye çalıştığı bir macera ‘Ağaçların Rüyası’. Bu romanda ağaçlar konuşuyor, denizanaları kalplerinden azad ediliyor, sırlar keşfedilmeyi bekliyor.
Oylum Yılmaz ile “Bu romanı yazarken kalbimi koydum” dediği ‘Ağaçların Rüyası’ vesilesiyle buluştuk. Konuşan ağaçlara, yaşlanmaya, Füsun gibi kendini keşfetme halindeki kadınlara ve edebiyata dair konuştuk.
– Uzun ve hayatımın oldukça zorlu, karmaşık bir döneminin romanı ‘Ağaçların Rüyası’. Ancak bütün bu kişisel karmaşanın içinde onu hep yazdım, hiç bırakmadım. ‘Gerçek Hayat’ çıktıktan kısa bir süre sonra yazmaya başladım. Hikayesi, fikri aklımda belirginleşmişti. Fakat gündelik hayatımın akışını değiştiren başka şeyler oldu. Çocuğum oldu, bu epey etkiledi beni, hatta durdurdu. Tekrar yazmaya başladım, 2020’de İngiltere’ye taşındık. Küçük bir bebekle, memleketi bırakıp göçmen olma zorlukları yaşadım. Sonra da pandemi başladı. Derken roman yazma süreci zamana yayıldı.
– Her gün düzenli bir şekilde çalışan, mutlaka yazan, disiplinli yazarlardan değilim. Roman fikri aklıma geldiği zaman, aklımda ya da kalbimde bir yer daha açılıyor. Sürekli yazmasam da onun üzerine düşünerek, okuyarak içimde taşıyorum hikayeyi. Gündelik işler ve kadınlık/annelik mesaisi başlamadan genellikle sabah saatlerinde yazmayı seviyorum.
– Ben genellikle başından sonunu bildiğim bir hikayeyi yazamıyorum. O bana, kendimi yazı işçisi gibi hissettiriyor ve sıkıyor. Yazmak, romanlarımda da olduğu gibi bir maceraya, bir yolculuğa çıkmak gibi. İmgeden yola çıkarak yazıyorum. O yol beni nereye götürecek bilmeden hareket ediyorum. Okur olarak da bu tarz romanları daha çok seviyorum açıkçası. Elbette tüm bu yaşadıklarım, her şey çok etkiledi, değiştirdi dönüştürdü metni. Dilini, hikayeyi, biçimini, karakterlerini de. Ama ilk hayal ettiğim romanın duygusunu hiç kaybetmediğimi hissediyorum. Geriye dönüp bakınca, o temele sadık kalmayı başarmışım. Bu da beni çok mutlu ediyor.
– Ben her zaman ve her yerde Büyükada’yı özleyerek yaşıyorum. Bu hayatta kendimi ait hissettiğim tek yer Büyükada. Ondan ayrıldıktan sonra hayatın içinde açıkçası başıboş uçan bir yaprak gibi dolandım durdum. Ankara’da, Bandırma’da, Bodrum’da ve Londra’da yaşadım. Londra’yı belki biraz daha fazla seviyorum diğerlerine göre, o da yaşadığım yer Büyükada’ya biraz benzediği için sanırım. Çeşitli nedenlerle Büyükada’ya geri dönemiyorum. Bu nedenle yazdıklarımda bu aidiyet duygusunu ve ayrıldıktan sonra açılan o boşluğu doldurma ümidinin peşinden gidiyorum bence.
Fakat yazarken, yazma süreci içinde Büyükada’ya gitmiyorum, gitmem gerekse bile hızlıca dönüyorum. Çünkü çocukluğumdan, gençliğimden taşıdığım Büyükada imgesini kendimce korumak istiyorum. Dolayısıyla istisnalar dışında adaya hiç gitmedim. Ama şimdi Büyükada’dayım. ‘Ağaçların Rüyası’ beni buraya yeniden çağırmış oldu.
‘Ağaçların Rüyası’ iki genç kızın bilmedikleri insanların adadaki evlerine girmesiyle başlıyor. Ve nihayetinde bir şekilde Büyükada Yetimhanesi’ne düşüyor yolları. Sonrasında görüyoruz ki her ikisini de bekleyen bir sır, toplumsal ve ailevi bir mesele var orada. Bunlar tabii tamamen kurmaca. Yetimhaneyi romanın ana mekanı yapmamın sebebinin ilki gotik diyebileceğim atmosferler yaratmayı ve aslında o atmosferlerde geçen romanları okumayı sevmem. Ferah evlerin içinde geçen güzel hikayeler beni ilgilendirmiyor. Bütün romanlarımda hep sokaklarda gezen, evlerden çıkan kadın kahramanlar var. Dışarı çıkıyorlar ama hep klostrofobik alanlarda yaşıyorlar. Çünkü bir kadının evle kurduğu ilişkide üzerinde hissettiği baskı aslında dışarıda da devam ediyor. Kısacası hem mekanların taşıdığı gerginliği vermek istiyorum hem de ev içine hapsolmuş kadın duygusunu bir gizem perdesiyle aralamaya çalışıyorum. Rum Yetimhanesi de kitabın gotik şatosu diyebiliriz.
Yıkılmaya terk edilmiş çok nadide bir yapı burası. Dünyanın en büyük ahşap binalarından biri. Garip bir hikayesi var. Otel olarak inşa edilmiş sonra bir zengin Rum hayırsever tarafından alınıp yetim Rum çocuklarına verilmiş. Ve 1964’te tek bir kararla, bir günde boşaltılmak zorunda kalmış. Yani çocuklar, öğretmenler, deyim yerindeyse tek bir gecede sokakta kalmışlar. Nihayetinde yapı uzun yıllar boyunca çürümeye terk edilmiş. Biz toplumsal tarihle -yüzleşme lafını pek sevmiyorum ama- yüzleşen, toplumsal tarihimiz içinde yaşanan dramatik olayları hatırlamayı seven bir toplum değiliz, edebiyatımız da bunu pek yapmıyor. Ben “Burada bir dram yaşandı, bakın” demekten ziyade Büyükada Rum Yetimhanesi’nin benim kalbimde gelişen, hatırlanan, adı geçen bir hikayesi olsun istedim. Hem azınlık oldukları hem çocuk hem de kız çocukları oldukları için ötekinin ötekisi haline getirilmiş çocukların da adı duyulsun istedim. O nedenle burada yaşamış çocukların hayaletleri giriyor hikayenin içine…
– Füsun ve Nihan’ı aslında ben tek bir kahraman olarak düşündüm ve öyle yaratmaya çalıştım. Füsun kelime anlamı olarak “sihir”, “büyü” demek, Nihan ise “göze görünmeyen.” Bu isimlerin anlamlarını karakterlere de taşımaya çalıştım. 90’ların Büyükadası’nda geçen bir dostluk hikayesi ‘Ağaçların Rüyası’. Bu hikayenin iki kahramanı var. Füsun, roman boyunca Nihan’a, birlikte yaşadıkları her şeyi yeni baştan anlatıyor. Ama karşımızda güvenilmez bir anlatıcı var. Çünkü Füsun sanki her şeyi Nihan ile yaşamış ve kurgulamış gibi anlatan tekinsiz bir anlatıcı. Hikayenin içinde ilerledikçe anlıyoruz ki olan bitenlerin bir kısmı hiç de Füsun’un anlattığı gibi değilmiş!
– Genç insanların hayatındaki en önemli şey aşk ve cinsellik, aile ve arkadaşları diye düşündüm. Arkadaşlar aileden, topluma çıkışın kapısını açıyor. Bu ilişkiler hayatımızı belirliyor. Hatta aileden ve belki de aşktan daha çok belirliyorlar. Ve bir tür aşka, çok yakın ilişkilere dönüşüyorlar. O tür yakın arkadaşlıkları hayatımızın ilerleyen zamanlarında çok az buluyoruz. Füsun kendi cinsel kimliğini, varlığını keşfetmeye çalışırken hayran olduğu, hatta biraz kıskandığı Nihan’a tutunuyor. Onu hayalinde büyütüyor. Diğer tarafta ailesinden kadın ve genç kız kimliğine dair baskılarla baş etmeye çalışıyor. Bir yandan da kalbinde bilimle uğraşma arzusu var, başarılı da bir öğrenci. Fakat bir şekilde toplum baskısı sebebiyle bu hayaline ulaşamayacağını, engellendiğini hissediyor. Harekete geçmesinin sebebi de bu. Kendini gerçekleştirmek. Hikaye de böyle başlıyor. Bir tarafıyla bilimi, bir tarafıyla doğayı ve insanı düşünen bir roman aslında ‘Ağaçların Rüyası’. Yani Füsun’un tüm arzularının bir toplamı.
– Anlatıcımız Füsun aslında ama ben bu hikayeyi ağaçların anlattığını hayal ederek yazdım. Ağaçlar da bana kalırsa ancak rüyalarda konuşur. Oradan geliyor.
– Evet, Füsun ağaç olmak istiyor orman olmak istiyor çünkü kendini bulmak istiyor. Ben bunu Londra’da yaşamaya başlayınca daha iyi anladım. Doğaya çok düşkünüm ama bir kadın olarak, doğduğum günden beri doğanın bir parçası olamıyorum maalesef. Tek başıma bir parka gitmek, yürüyüş yapmak… Ormanda tek başıma yürümekten bahsetmiyorum bile. Füsun da benim gibi bunu özlüyor. Ancak kavuşamayacağı özgürlük paradoksal olarak öfkesinin yine doğaya yönelmesine neden oluyor.
– Yaşlanmaktan korkmuyorum ama edebiyat ve sanat bence ölümsüzlük tutkusunun var ettiği bir şey. Ben de bu kervanın içinde hissediyorum kendimi. Bizim en büyük cezamız öleceğimizi bilmek. Ama neyse ki ölmeyecekmişiz gibi yaşamak lütfuna da sahibiz. Bence sanatla ve edebiyatla uğraşan insanlar diğerlerine göre ölümü daha yakın hissediyorlar kendilerine. Ve geleceğe kalacağını umdukları şeylerin peşine düşüyorlar.
Evet, yaşlanınca isimlerimiz gidiyor. Dedelere, teyzelere, ninelere dönüşüyoruz. Aslında bu bir yanıyla iç burkarken bir yandan bizi rahatlatan tarafı var. Çünkü yaşlandıkça toplumsal baskıyı üzerimizden atıyoruz. Bizim kişiliğimizle de ilgili değil, toplum bizimle ilgilenmeyi bırakıyor. Gençken tepeden tırnağına seninle ilgilenen toplum yaşlandıkça bu ilgiyi bırakıyor. İşte bu aşamada isimlerimizi de kaybediyoruz ama isimlerimizi kaybederken benliklerimizi buluyoruz, özgürleşiyoruz. O anlamda yaşlanmaktan korkmuyorum hatta bir kadın olarak yaşlandıkça daha fazla özgürleştiğimi hissediyorum ben de. Biraz da bu yüzden iki genç kızın hikayesini ele alarak en yoğun haliyle kadın üzerindeki toplumsal ve cinsel baskıları yazmak istedim. Onların gençliğinden yola çıkarak yaşlılığı düşündüm roman boyunca.
– Kadın yazarlığı üzerimize almamız lazım. Bu aşamada bu gerekli. Altının çizilmesi gerekli. Hem bizde hem dünya edebiyatında kadınların yazması erkeklerden daha zor. Kabul görmeleri de öyle. Bana kalırsa yazan bütün kadınların hem kadınlığı hem edebiyatı üzerine almaları gerekiyor. Evet bana kadın yazar desinler. Çünkü yazmak isteyen kadınların, “bakın burada kadın yazarlar var” demeleri ve cesaretlenmeleri çok önemli. Tabii ki hayalim kadın ya da erkek demeden yazar denilebileceğim günleri görmek ama ben o günleri görebileceğimi sanmıyorum. Umarım birkaç kuşak sonra bütün cinsel kimlikleri üzerimizden atmayı başarıp sadece yaptığımız işin kimliğini üzerimize alabiliriz.
– Akademide de böyle, eleştiride de böyle. Bizi yazmıyorlar, yazardan saymıyorlar, kitaplarımızı dikkate almıyorlar. Yeterince ağır ve oturaklı görmedikleri için muhtemelen… Ödüller verilmiyor, verilse de kadınlara verilmesi, tırnak içinde, gerektiği için veriliyor. Misafir kontenjanından giriyoruz yani edebiyata. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada geçerli bu. Dolayısıyla bir kadın için yazmak ve yazar olmak yazdıklarının ötesinde başka bir mücadele alanın içinde çabalamayı gerektiriyor. Ben de bunu hisseden ve mesele eden yazarlardan biriyim. ‘Gerçek Hayat’, kadın yazar olmaya ve kadın özgürleşme mücadelesine dair bir romandı. ‘Ağaçların Rüyası’nda da bir büyüme hikayesi ekseninde genç bir insanın var olma mücadelesini yazmak istedim.
– Edebiyat eleştirisi yazmak bana kendi metinlerime de eleştirel bir mesafeden bakma imkanı sağlıyor. Bu bence iyi bir şey. Fakat bir yanıyla da beni çok durduruyor. O eleştirel mesafede çok uzun zaman oyalanıyor, yavaşlıyorum.
– Üç editörüm var. Nilay Kaya, Seda Ateş, Mahir Ünsal Eriş. Kitaplarımı bitirdikten sonra önce onlara gönderiyorum. Önce onlar metinlerim üzerinde çalışıyorlar, düşündüklerini, gördüklerini paylaşıyorlar, sonra yayınevi yolculuğu başlıyor. Dolayısıyla çok şanslıyım.
Gerçekten geldiğimiz nokta pek iyi değil. Bir yayınevinin bir kitabı ortaya çıkarırkenki masraflarına baktığımız zaman en düşük kalemin yazara ve çevirmene ayrıldığını görürsünüz. Buradan doğru bakınca eleştiriye de haliyle yine tırnak içinde maddi anlamda, hiçbir şey kalmıyor. Maddi koşulların oluşmaması eleştirmenin itibarını da zedeliyor ve haliyle de ortada sadece anlaşmalı kitap tanıtım yazıları kalıyor.
Eleştirinin yokluğu, eleştirmenlerin durumu doğal olarak edebiyatımıza zarar veriyor, onun niteliğini düşürüyor. Evet hayatımızda sosyal medya var, yazarla okur arasında artık hiçbir bariyer kalmadı. Bu bir yanıyla çok güzel ama bir yanıyla da yazarı sadece okur beğenisine yönlendiren bir durum. Kısacası okurla yazar arasındaki en önemli denge unsuru olarak eleştiriye ve eleştirmenlere ihtiyacımız var. En çok da biz yazarların ihtiyacı var.
– Samanta Schweblin’in ‘7 Boş Ev’ini, Ayfer Tunç’un Kuru Kız’ını, Georgi Gospodinov’in ‘Zaman Sığınağı’nı okudum son dönemde. Mümkün olduğu kadar bizim edebiyatımızla çağdaş dünya edebiyatını eş zamanlı takip etmeye çalışıyorum. Şimdi de sevgili Nurdan Gürbilek’in yeni kitabını okumaya başladım büyük bir heyecanla. Deneme ve eleştiri okumayı, yazma deneyimi üzerine yazılan metinleri ayrıca çok seviyorum.
‘Ağaçların Rüyası’nı, biraz dramatik bir ifade olacak ama, yüreğimi ortaya koyarak yazdım. Aslına bakarsan ben kendini kapatan bir yazarım, okurun kolay ilişki kurabileceği biri değilim. Fakat ‘Ağaçların Rüyası’nda kendimi daha çok açtığımı hissediyorum. Umarım onu okuyanlar, yüreğimi de görürler. Ağaçların Rüyası’nı okuyan ve seven herkesin ağaçların rüyasını görmesini çok isterim!
– Final sahnesinde toplum baskısı Füsun’un üzerine bir bulut gibi çöküyor. Genç bir kız olarak buna açık bir şekilde karşı koyacak hali kalmıyor. O da kendince çıkışı yazmakta aramaya karar veriyor. Belki sonu edebiyatta bulacak. Bilmiyorum. Ama nihayetinde, çok da planlamadığım halde bu romanın en temelde Füsun’un büyümesinin hikayesini taşıdığını, bir sürüklenme ve büyüme romanı yazdığımı fark ettiğimi söyleyebilirim.. Biz kendi gerçekliğimizi yaratma gücüne sahibiz. Hem dünyayı değiştirmekten bahsediyorum, hem de kendi dünyamızı değiştirmekten. Nihai olarak Füsun da kendi gerçekliğini yaratmak için romanın sonunda bir adım atıyor, o anlamda umutlu bir son olduğunu düşünüyorum. Kendimden bildiğim için…