Oya Baydar’dan karanlık bir Türkiye trajedisi: Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı
Bir başka ilk kitap heyecanı daha. Öyküleri Notos, Sözcükler, Varlık, Kitaplık, Trendeki Yabancı dergilerinde yayınlanan Rıdvan Hatun'un ilk kitabı 'Billur Örüntüler' Can Yayınları etiketiyle raflarda.
"İlk kitap nasıl bir kalp çarpıntısıdır? Çiçeği burnunda yazarların heyecanı daha mı farklıdır? Bir yazar, neden yazar?" sorularının cevabının peşine düştük; Rıdvan Hatun ile 'Billur Örüntüler'i konuştuk.
Soğuk bir İstanbul günü. İstiklal Caddesi’ndeki Mephisto her zamanki yoğunluğunda. Yeni kitaplar gelmiş, çalışanlar rafları düzenliyor. 2013’te göç ettiği Almanya’dan, İstanbul’a ziyaret gelen Rıdvan Hatun da Mephisto’ya uğrayıp kitaplara bakıyor. Bir de ne görsün.
Üzerinde adının yazdığı, ‘Billur Örüntüler’ kitabı.
Tam da o an kaçmak, olabildiğince uzaklaşmak istiyor.
Anlattıklarım, ilk kitabını yazmış bir yazarın kitabıyla ilk karşılaşma anı. Yani Rıdvan Hatun’un, ilk göz ağrısı ‘Billur Örüntüler’i ilk görüşü.
Elbette uzun zamandır bu dosya üzerine çalışıyor fakat kitabın yayınlanacağı tarihi tam bilmediği için kitapçıda olanlar onu şaşırtıyor. Ve içindeki kaçma hissine utanma duygusu da eklenince kitabı almadan çıkıp gidiyor. Sonra tekrar geliyor, biraz önce “Aa kitabım çıkmış” dediği çalışana görünmeden bu kez kitapla birlikte kasaya gidiyor.
“Çok samimi, gerçek bir kaçma duygusu doldu içime” diyerek anlatıyor o günü Hatun.
Kaçma hissi dedik ya, kendi kitabını dahi almadan çıkmasına neden olan bu duygu aslında yazmasının da temel nedeni.
Sohbet sırasında kesin ve net ifadeler kullanmamaya çalışıyor Hatun. Kendini anlatmanın ne kadar zor olduğunu söylüyor gülümseyerek. “Neden yazıyorsunuz?” sorusuna da bu nedenle uzun bir süre düşündükten sonra cevap veriyor. Her ne kadar “Çok net bir şekilde bu nedenle yazıyorum” demese de yine dönüp dolaşıp kaçma duygusunda buluşuyoruz:
“Sanırım bir şeyden kaçma duygusu… Bu toplumsal bir olay da olabilir, herhangi başka bir durum da. Kaçıp onu kendi içinde işlemek ve kağıda döktükten sonra rahatlamak. Ama şunu söyleyebilirim, arka planda toplumsal, politik birçok tema olsa da yazdıklarımda bir şeye başkaldırma veya birine bir şey öğretme dürtüsü yok. Kendi içinden çıkamadığım durumu ortaya koymak var temelinde.”
Diyarbakırlı altı çocuklu bir ailenin beş numarası olarak 1987’de dünyaya gözlerini açıyor Hatun. Kütüphaneye kayıtlı abisi ve ablasının elinde dönen kitaplar ona da geçmiş, “Ancak kitap okumanın aşılandığı bir ev değildi” diyor. İlk okuduğu kitabı hatırlamıyor ancak muhtemelen kuponlarla alınan Larousse Ansiklopedisi eline aldığı ilk kitap.
Diyarbakır’dan sonra üniversiteye İzmir’e gidiyor. Uzak yol gemi kaptanlığı okuyacak ama yarım bırakıyor. Ve bu ilk bıraktığı okul olmayacak. Daha sonra Marmara Üniversitesi bilgisayar öğretmenliği bölümünü ve Almanya Nürnberg’deki okulunu da yarım bırakacak. “Bir uzmanlığım yok” diyor ve neden yarım bıraktığını açıklıyor:
“Marmara’da okulu bitirmek için çok uğraştım aslında. Ama derslere girmedim, o bağı kuramadım. Türkiye’de de kalmak istemedim. Gitmemi gerektirecek özel nedenlerim de vardı. Almanya’ya gittim. Oradaki okulda da iki dönem devam edebildim. Böylece üç üniversiteyi bıraktım.”
Bu yarım bırakmaların hepsini başarısızlık olarak gördüğünü söylüyor: “Gemi kaptanlığı en istediğim şey sanıyordum ama iki aylık bir sürecin sonunda neredeyse hiç okumadan, daha baştan bıraktığım ilk şey oldu. Sonra iki ayrı üniversite, iki ayrı hezimet daha. Akademik eğitimin tek çıkış yolu kabul edildiği bir ailede yetişen biri olarak bu beni çok zorladı. Hatta rüyalarımda liseyi bile bitiremediğimi görüp dehşetle uyandığım günler oldu.”
Bilgisayar öğretmenliği, kaptanlık, mühendislik… Hepsi birbirinden farklı alanlar. Peki yazmak, okumak? İddialı bir öykü kitabıyla okurun karşısına çıkan Hatun’un yazmakla ilişkisi nasıl?
Her şey ilkokul üçüncü sınıfta güzel yazı dersi öğretmeniyle başlamış. “Öğretmenin enteresan bir tutumu vardı, size güzel yazıyı güzel okutarak öğreteceğim demişti. Çok güzel kitaplar, hikâyeler okuduk. İlk kez bir şey yazma hissi ve isteği orada geldi sanırım. Yazdım da. Ama derste okuyamamıştım, o kadar kötüydü” diye anlatıyor kalbinde yanan ilk kıvılcımı.
Yazmak hayalini kurduğu bir şeye dönüşmüş Hatun için. “Devam etmedim, zaten hiç başlamadığım bir şeye nasıl devam edebilirdim ki” diye de ekliyor. Lisede bir şeyler yazmaya çalışıyor. Bir yandan da İstanbul’daki bir akrabadan hediye gelen geniş bir dünya klasikleri serisiyle, birçok kitapla tanıştığını söylüyor.
Yolu Almanya’ya düşünce bir yandan çalışıyor, bir yandan dil öğrenmeye çabalıyor. 2017’de yazdıklarını yazar Meltem Gürle’ye okutuyor. “O zamanlar roman yazdığımı sanıyordum. Meltem Hoca da çok yüreklendirici geri dönüş yaptı ve tavsiye bulundu. Kısa öykü gibi olan bölümlerin iyi olduğunu söyledi. Öyküye yönelmeme vesile oldu.”
Bu kez takvimler 2020’yi gösteriyor. Tüm dünya evlere kapanacak. Pandemi döneminde evde kalmayı fırsata çevirenlerden oluyor Hatun. Edebiyat ve yazarlık atölyelerine katılıyor: “Evde kalabildim, çalışabildim. Atölyelere katıldım. Neden bilmiyorum insanlar atölyelerden pek bahsetmiyor. Kimseyi tanımıyordum, edebiyat dünyasına da uzaktım. Fakat yazdıklarımı kime okutabilirim diye düşündüm. Atölyelerin sunduğu fırsatlar iyi oldu benim için. Olumlu yorumlar aldım, sonra da yazdıklarımı dergilere göndermeye başladım.”
Katıldığı atölyelerden biri de Notos’tan Semih Gümüş’ün ders verdiği bir atölye. “Tek bir kişiye olmasa bile atölyelerin bana katkısı oldu. Genelde bahsetmeyi sevmiyorlar, neden bilmiyorum. Hepimizde bir öz var, onun üzerinde bir pürüz var. Ne kadar konuşursak konuşalım, yazı çok teknik bir şey. Bunun üzerine konuşmak da sizi olabilecek en saf ve sade hale getirebiliyor.”
Hatun’un öyküleri için genel anlamıyla kasvetli diyebiliriz. Sizi yakalıyor, tuttuktan sonra götürmek istediği yeri az çok tahmin etseniz de kimi zaman duvarlara, kimi zaman uçurumlara kimi zaman da pencerelere çarpa çarpa götürdüğü yollar keyif veriyor. Seçtiği mekânlar ve tasvirler, karakterlerin kendilerine dürüstlüğü okuru bir şekilde yakalıyor.
Hatun’a göre öykü yazmanın güzel taraflarından biri de metinle arasına mesafe koyabilmek. Çok yoğun çalıştığı bir öyküden başka birine geçince ister istemez o metinden uzaklaştığını söylüyor. Her öykünün kendi dili, atmosferi ve dünyası var. Kimi zaman birinci tekil şahıs, kimi zaman da bir yabancı gibi aktardığı öykülerini hatırlatıp neden bu yöntemi seçtiği sorusuna şöyle cevap veriyor: “Öykülerin güzel tarafı belli aralıkla çalışınca yoğun araya mesafe koyabiliyorsunuz. Bir diğerine geçince araya bir mesafe koyuyorsunuz. Her öykünün atmosferi, dili ve dünyası oluyor. Dili ve anlatıcıyı karaktere göre seçmeye çalışıyorum. İkili bir anlatıcı var gibi duruyor. Birinci tekil ve ikinci tekil. Bunu deneyeyim diye düşünme değil. Tamamen oradaki karaktere göre.”
Kitaba ismini veren ‘Billur Örüntüler’ mesela. O öyküdeki şairin zihin dünyasını yansıtmak için kimi yerlerde kendi ağzından kimi yerler de “sen” diyerek anlatmış: “Oradaki anlatıcının en yoğun duygusu ne, bence var olmadığını, görülmediğini düşünüyor. Var olamıyor, birinin onu görmediğini düşünüyor, aynı zamanda da şair olmak istiyor, duygusal da biri. Onun zihninden geçen, zihin akışı gibi olan yerler. Aslında onun şiir yazması gibi hayal ettim ben. Ben diye konuştuğu yerler, imlasız yerler. Diğer sen diye konuştuğu yerlerse zihin yarılması gibi. Hayatını devam ettirebilmesi için kendine sen diyor ama yine kendisi. Çok somut, kendine hayatına devam ettirmek için bulduğu bir yöntem. Bana da öyküyü devam ettirebilme alanı açtı bu.”
Hatun’un öykülerini okurken içinizi hafakanlar basacağını da söylemek zorunda hissediyorum kendimi, fakat alametifarikası da bu. Herkese tanıdık gelen o gözlemleri, hisleri, sıkışmışlıkları kısaca var olma hallerini olabilecek en çıplak şekilde aktarma gayreti…
‘Billur Örüntüler’in öne çıkan bir diğer öyküsü ise ‘Travesti Bileklerimi Enine.’ Nazlım’ın hayatını anlatan bu öykünün ilhamı ise Hatun’un liseden tanıdığı cinsiyet uyumlanma sürecinden geçen iki arkadaşı. Doğrudan yaşadıkları olmasa da sohbetlerinden duyduklarından yola çıkmış, dünyasına aşina olduğum karakterler diyor yazar. Hatun birinci tekil şahısla yazdığı bu öyküyü teknik olarak kitaptaki diğer öykülerden farklı yere konumlandırıyor.
Son olarak kitabın en etkileyici öykülerinden ‘Pencere’yi de analım. Küflü duvarlardan rutubet kokusu alabileceğiniz bir banyoda geçiyor öykü. Biraz okur merakına da yenik düşerek bu öykü ilk nasıl filizlendi aklınızda diye soruyorum Hatun’a.
“Banyoda suyun ısınmasını beklerken. Hemen ısınmıyor ya su, sinir bozucu bir şey!” diyor, gülüşüyoruz.
O bekleme anında zihnine gelen sesler, düşündükleri kadın cinayetlerini temel alan bir öykü yazdırıyor yazara:
“İlla bu mevzuya parmak bastım duygusuyla söylemiyorum. Ama bir yandan da öykünün temeli bu. Türkiye’de kadın cinayetleri gibi bir gerçek var. Ve en çok da en güvenli olmaları gereken yerde, evlerinde öldürülüyor kadınlar. Orada da bir gencin bastırdığı bir an ya, annesi ile ilgili sustuğu o anıyı nasıl su yüzüne çıkarabilir diye düşündüm. Aldığı bir karar var onu yapıyor, bir sesle bir pencere açılıyor. Yavaş yavaş onunla konuşuyor, sesle birlikte pencere açılıyor ve kendi zihninden bir şeyi de açıyor.”
Rıdvan Hatun ile görüşmemiz bitti, üzerinden birkaç gün geçti. Ses kaydını deşifre ederken aklıma bir soru düştü. Hatta neden sohbet sırasında sormadım, niye aklıma gelmedi diye kendime kızdım. Fakat sonra sorunun, Rıdvan Hatun’u -ekranın izin verdiği ölçüde- tanıyıp gözlemledikten sonra aklıma düşebileceğini fark ettim. Biraz çekinerek biraz da az önceki avuntumdan cesaret alarak mail attım: “‘Billur Örüntüler’deki şair ne kadar sizsiniz?”
Gelen yanıtı olduğu gibi bırakayım:
“Karakterlerden sadece biriyle benzeştiğimi söyleyemem. ‘Billur Örüntüler’deki şairle benzeştiğim yönleri bulmaya çalışsam ikimizin de sakalsız olması, üniversitede başarısız olması gibi yüzeysel şeyleri sayabilirim. Ya da bazen görünmez olduğunu düşünme, bazen hayata duyulan öfke, kaçma isteği gibi duygusal özellikleri ekleyebilirim. Ama bunlar yine de onun ben olduğumu göstermez. Duygular evrensel… Bir çoğumuz aynı benzerliği kendi hayatlarımızda da bulabiliriz. Yani yazdıklarım birebir benim hayatım değil. Hissetiklerimin, gördüklerimin kurguya yedirilmiş hali.”
– ‘Billur Örüntüler’e gelen ilk tepkiler beğenildiğini gösteriyor. Tam tersi olsaydı yazmaya devam eder miydiniz yoksa kaçar mıydınız?
– Devam ederdim. Kaderci bir yaklaşımla söylemiyorum bunu, ama zaten en sonunda bu olacakmış gibi. Kabullenme ve kaçınma iç içe geçmiş gibi bir şey…
– Kitaptaki hangi karakterin hikâyesini devam ettirmek isterdiniz?
– Öykülerin hepsi bitmişti bence. Ama bir karakterin hayatında ne olduğunu merak ediyorum. ‘Billur Örüntüler’deki şairin…
– Kimin bu kitabı okumuş olmasını isterdiniz?
– Bilge Karasu.
– Bu kitapta yazdığınız ilk öykü hangisiydi?
– ‘Gelincik Uykusu.’
– Kitap bitti. Okurda hangi cümle, hangi his kalsın?
– “Böyle işte” diyebilir. Kendisi gibi düşünen, hisseden birileri olduğunu fark edebilir. Ya da ne istiyorsa düşünsün, kimseye müdahale etmek istemem. Ama ben yazarken “Bizi geren, kasan her şey büyük ölçüde ortak” diye düşünmüştüm.