Doğuş Benli: İş hayatının tek düzeliği onu yazar yaptı!
Duygu Terim Notos Kitap'tan çıkan ilk öykü kitabı 'Aslında Her Şey Yolunda'yla köşede kalmayı kendi seçen, isyanlarını mırıldanarak edenlerin de aramızda olduğunu hatırlatıyor.
Acılarımız büyük, mutluluklarımız coşkulu ve sınırsız, hayallerimiz parça parça kırık. Ve herkes başrol. Dönüp bir bakın, hep büyük hikayelerin pençesindeyiz. Ya da hikayelerini çok yüksek sesle anlattıkları için mi anlattıklarına kulak vermek zorunda kalıyoruz?
Mesela itiraz edemediği annesine karşı çıkmak için sigarasının külünü halıya atan bir kadın o an için büyük bir kahraman değil midir? Ya da içine kapanık bir kadın, kaktüslerle kafayı bozmuş kurgusal bir karaktere aşık olduğunda illa kült bir aşk hikayesi mi olmak zorundadır? En yakın arkadaşının, kocasıyla birlikte olduğunu öğrenen bir kadın, kainatın en gözü kara canlısına dönüşüp büyük intikam planları yapmasa ama tarot falına kendini kaptırsa… Onun hikayesin yine de kulak verilmeyi hak etmez mi?
Aklıma bu soruları düşürüyor yazar Duygu Terim, ilk öykü kitabı ‘Aslında Her Şey Yolunda’yla. O, “evim” dediği Ankara’da ben de 10Haber’in “sessizlik-sırlar odasında” Zoom’da buluşuyoruz. Az önceki soruları ve ‘Aslında Her Şey Yolunda’yı konuşacağız.
Notos Kitap’ın yayınladığı ‘Aslında Her Şey Yolunda, 13 öyküden oluşuyor. Her biri şahsına münhasır ama çok tanıdık karakterleri var Terim’in. Kendileriyle de toplumla da en yakınlarıyla da uzlaşamayanlar; şehrin merkezinden, varoşlarına uzanan yolculuklar; Ankara; Ege kasabaları, nerede olduğu önemsiz dört duvar evler, hayalle gerçek arasındaki sınırı muğlaklaştırmış karakterler, kendini affetmekten bihaber kadınlar, erkekler; aşklar, ayrılıklar, anneler, evlatlar var öykülerde. Bu kitap nasıl ortaya çıktı, bu karakterleri yazmasaydı ne olurdu, buyurun Duygu Terim’le sohbetimize.
1982 Ankara doğumlu Terim, 2016 yılına kadar kitap yazmayı aklından bile geçirmemiş. Bir filmde karakterin tüm hayatını değiştirme anı olur hani, öyle bir kararın sonrasında ilk kitabını eline almış. Fakat şimdi dönüp geriye baktığında aslında kaçınılmaz sonun bu olduğunu fark ettiği anları hatırlıyor.
Evlerinde bir kütüphane olmadığını ama amcasından kitap aşırdığını, ansiklopedi okuduğunu, dersten hemen önce kütüphaneye koştuğunu, bulduğu ne varsa okumaya çalıştığını, annesinin kitap çıkmadan birkaç ay önce “Aslında çocukken hep yazar olmak istiyordun” demesi ya da muhabir olma isteğine rağmen Uluslararası İlişkiler bölümüne girmeyi, sırf kalın kalın kitaplar okuyorlar diye sevmeye başlaması gibi… Fakat tüm bunları bastırdığını söylüyor:
“Yazma isteğimi belki de cesaretimi o kadar bastırmışım ki… İlk öykümü üniversitede yazmışım mesela. Çok klişe olacak ama gerçekten insanın içinde bir itki oluyor, kaçamıyorsunuz. Bazen şiir yazıyorsunuz, bazen günlük yazıyorsunuz, lisede kompozisyon yarışması kazanıyorsunuz…Hep böyle ufak ufak tohumları oluyor ama onları hayata geçirmek için sanıyorum biraz yaşlanmak gerekiyor. Ya da bazı şeylere cesaret edebilmek için biraz vakit geçmesi gerekiyor. En azından benim için öyle oldu.”
Ve o cesareti bulduğu an on yıla yakın çalıştığı bankadan ayrılıyor, “Yapmak istediğimin bu olmadığına 34 yaşında karar verebildim” diyerek. Terim’in yazma yolculuğu şiirle başlamış. Gülerek “Bir türlü başaramadım, olmadı şiir bende” diyor ve biraz da kendini ti’ye alıyor: “Ben hep şiir yazmıştım. Hani Aziz Nesin’in bir lafı var ya, her dört kişiden beşi şair bizim ülkemizde diye. Ben de o beşten biriydim. Bir süre sonra şiiri bırakınca metinlerin daha düz, yazıya yakın, daha anlaşılır ve daha az imge yoğunluğuna sahip şeyler olduğunu gördüm.”
Bu röportaj serisinde bir yazar, neden yazar sorusunun peşinden gidiyoruz malum. Her gelen cevap çok ikna edici ve eşsiz. Terim’inki de onlardan biri. “Yazmak böyle uhrevi bir şey değil. Ya da insana böyle tak diye gelmiyor, bir süreç” diyor ve devam ediyor:
“Ben genelde nesnelere takılıyorum. Neye benziyor, neleri çağrıştırıyor, nerede ve nasıl kullanılabilir…O düşünceler bir süre sonra kafadan taşmaya başlıyor ve acaba bunu benim gibi düşünen biri daha en azından bir kişi daha var mıdır sorusu geliyor. Sanırım yazma dürtümün altında bu var. Belki yalnızlığı paylaşmak, belki kafamdaki soruların cevaplarını bulmak. Ama bunun bireysel bir ihtiyaç olmadığını da fark ediyorsun, öyle olsa oturup günlük yazmak tatmin edebilir insanı. Kimsenin kafasına girmek ya da birilerine bir şeyler öğretmek derdinde de değilim. Sanırım benim temel amacım okura, “Sen de benim gibi düşünüyor musun? Acaba ben yanılıyor muyum?” sorularını sormak. Bir nevi okura bir çağrı.”
Virginia Elena Patrone imzalı kapak tasarımının üzerindeki ‘Aslında Her Şey Yolunda’ yazısıyla ne zaman karşılaşsam içimden birkaç kere tekrar ederken buldum kendimi. Sanki birkaç kere tekrarlasanız inanacağınız o büyülü cümlelerden biri. Bu cümlesinden sonra o an kitabı elime alıp kameraya gösteriyorum, ‘Aslında Her Şey Yolunda’nın çağrısını soruyorum.
Duygu Terim’e göre kitaptaki tüm karakterleri ve hikayelerini özetleyen bir cümle bu. Haklı da çünkü 13 öykünün tamamında hayatlarından kesitlere ortak olduğumuz, sessiz kalmayı seçen, isyanları mırıldanma şeklinde karakterle tanışıyoruz. Yazar da “Benim karakterlerim sıkışmış” diyor:
“Hepsi bir şekilde sıkışmış, hepsi sürekli mırıldanıyor. Hepsi küçük küçük adımlarla bir isyan başlayabileceğini düşünüyor ya da belki de isyanları çok küçük. Ama bunu yapabiliyorlar, sadece bunu yapmalarına izin veriyor. En sonunda da ‘Ya tamam boşver, o oldu, bu oldu ama aslında her şey yolunda. İdare edersin. Hadi kızım, hadi oğlum sen bunu da aşarsın.”
Kitabın ismini de dosyayı bitirdiği an karar vermiş. “Her şey yolunda” çok keskin, ama o “aslında” daha şefkatli. Yani karakterlerime “Biliyorum, hayat seni çok hırpalıyor, ama kalkarsın ya! Bak aslında her şey yolunda” diyerek okurun da kendisini motive etmesine vesile olabileceğini düşünmüş. Zaten o andan sonra da başka bir isim vermek aklına gelmemiş. Kitabın da karakterlerin de ruhunu yansıttığına inanıyor.
Terim’in kıyıda köşede kalmış ama bunu aslında kendi isteyen, mırıltılarla isyan eden karakterlerini seveceksiniz. En çok da “Aslında her şey yolunda” demeyi, kendi yolunda usul usul gidip her şeyi büyük yaşamayı reddedenlerin hikayelerini…
– Kimin kitabınızı okumasını isterdiniz?
– Latife Tekin okusun istedim. Latife Tekin öykü okumayı pek sevmez. Muhtemelen de okumaz. Ama o okusun isterim.
– Kim kitap hakkında bir eleştiri yazsın?
– Nurdan Gürbilek.
– Kitap ilk elinize geldiğinde ne hissettiniz?
– Arkadaşlarım da sordu bu soruyu. Ve o an gerçekten dönüp kendime sordum. Kitabı hep ekrandan görmüştüm, ilk kez fiziksel olarak karşımdaydı. Elime aldığımda avucumdaki boşluğun tam ona uygun olduğunu hissettim. Sanki o boşluk, bu kitap içindi. O boşluğu bundan başka hiçbir şey dolduramazdı gibi hissettim.
– Şu an ne okuyorsunuz?
– Bu aralar biraz kurgu dışı okumak istedim. Bir kere daha ‘Edebiyata Övgü’ (Zygmunt Bauman ve Riccardo Mazzeo, Ayrıntı Yayınları) okuyorum.
– Herkesin ayıla bayıla okuduğu ya da inanılmaz bir klasik dediği, sizin ya yarım bıraktığınız ya da okumaktan çok keyif almadığınız bir kitap var mı?
– Yarım bırakmam genelde, kendimi zorlarım ve tamamlarım.
– Hangi kitabı “Keşke ben yazsaydım” dersiniz?
– Çok var. Bu konuda kıskanç bir yazarım diyebilirim. Aklıma ilk gelen David Constantine, ‘Midland Oteli’nde Çay.’
– Öyküye başlamak mı daha zor bitirmek mi?
– Kesinlikle başlamak. Çünkü başladıktan sonra karakter size yolu gösteriyor.
– İlk Kitap serisi haftaya başka bir yazarı konuk alacak. Siz de bir sonraki yazara yazmaya ilişkin bir soru bırakır mısınız? Sizdeki cevabıyla birlikte…
– “Kimin okumasını isterdiniz?” diye sorayım ben de. Ama klişe bir yanıt yerine özelleştirerek cevaplamasını rica edeyim sıradaki konuğunuzun.
– Sizin cevabınız ne?
– Beni, benim gibi kafası karışıklar okusun.
– Kitabı okuduk, kapağı kapattık. Okura hangi his ya da fikir kalsın?
– Karakterlerimi anlamalarını ve şefkat duymalarını isterim sanırım. Karakterler silik ve şefkate muhtaç ancak bu onların kendi tercihi. Bu şekilde var olup aslında her şeyin de o kadar kötü olmadığını düşünüyorlar. Bu nedenle anlaşılsınlar isterim.