Haftanın kitabı – ‘Parçalanmış Bakış’: Düş kırıklığı
70 yıl sonra keşfedilen bir başyapıt 'Gemiden Düşen Adam'. Yazarı Herbert Clyde Lewis'in dramatik hikayesi de cabası. Mccarthy'nin cadı avında komünist diye mimlenmesi belki de bu unutuluşun ve 41 yaşında ölmesinin nedeni.
Bu haftaki kitabımız 70 yıllık bir unutuluşun ardından yeniden hatırlanan bir roman: ‘Gemiden Düşen Adam’. Herbert Clyde Lewis’in 1937 yılında yazdığı bu kısa roman 2009’da tesadüfen keşfedilip yeniden yayımlandığında -ülkesinde ve çevrildiği ülkelerde- eleştirmenlerden büyük övgüler alırken kitabın ve yazarın talihsizliğine vurgu yapılmıştı. Aslında talihsiz olan Lewis’in roman kahramanı; bu, Panama’ya giden bir gemiden Pasifik Okyanusu’nun ılık sularına düşen bir adamının denizde geçirdiği bir günün hikayesi…
Herbert Clyde Lewis 1909’da Brooklyn’de Rusya’dan göç eden Yahudi bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Çocukluğunu, çoğunluğu Yahudi olan ve farklı ulustan insanların bir arada yaşadığı Brownsville’de geçirdi. 16 yaşında liseyi bıraktı ve yerel gazetelerde çeşitli işlerde çalıştı.
Seyahat arzusunu gidermek için önce Paris’e, ardından da Çin’e gitti ve Şangay’da iki yıl muhabirlik yaptı. 1933’te Amerika’ya geri döndü ve evlendi. Burada muhtelif gazetelerde çalışırken öykü ve roman da yazmaya başladı. İlk romanı ‘Gemiden Düşen Adam’ 1937’de yayımlandı. Ancak ne ilk romanı ne diğerleri fazla ilgi görmedi.
Sürekli maddi sıkıntılarla boğuşan Lewis, bir müddet Hollywood’da metin yazarlığı yaptı, birçok öyküsü sinemaya uyarlandı. Senaryosunu kaleme aldığı ‘Beşinci Cadde’de Oldu / It Happened on Fifth Avenue’ filmi ile 1947’de Orijinal Hikaye kategorisinde Oscar’a aday gösterildi. Ancak tam da o yıllarda komünistlere karşı cadı kazanı kaynatılmaya başlanmıştı Hollywood’da. Bir FBI muhbirinin Lewis’i “komünist parti üyesi” diye ihbar etmesi üzerine işsiz kaldı. Beş parasızdı ve alkole bağımlısıydı. Karısından ayrılarak New York’a taşındı. 1950’de yapayalnız öldüğünde sadece 41 yaşındaydı.
‘Gemiden Düşen Adam’ın kahramanı Henry Preston Standish ile tanışmamız talihsiz bir kazanın eseri:
“Henry Preston Standish baş aşağı Pasifik Okyanusu’na düştüğünde, güneş ufuktan yeni yeni yükseliyordu. Deniz bir göl kadar sakindi; hava o kadar yumuşak ve ılık, esinti o kadar tatlıydı ki insan kendini hüzünlü hissetmekten alıkoyamıyordu.”
Doğa öylesine güzel bir görüntü sergiliyor ki, Standish başına gelen felaketin dehşetini hissetmiyor bile. Bunda biraz da nasılsa kurtarılacağına dair inancın etkisi var. Öyle ki korkmaktan ziyade utanıyor; böyle bir şeyin onun gibi bir adamın başına gelmiş olmasını bir türlü hazmedemiyor.
Peki nasıl bir adam Standish? 35 yaşında, 1.70 boyunda, 65 kilo ağırlığında, “Amerikan yaşam düzeninin temel prensiplerine olabildiğince sıkı sıkıya bağlı. Yale mezunu, Wall Street’teki bir yatırım bankasının ortağı, Finans Kulübü, Atletizm Kulübü ve Weebonnick Golf Kulübü üyesi, Yukarı Batı Yakası’nda konforlu bir daireye sahip, sadık bir eş ve iki çocuk babası”.
Kısacası örnek bir vatandaş. Biraz müstehzi bir ifadeyle şunları eklemiş Lewis: “Her şeyi itinayla yapardı. Evi her zaman tertemiz, kileri daima doluydu. İçkiyi ölçülü içiyor, sigarayı ölçülü kullanıyor, karısıyla ölçülü sevişiyordu, yani Standish dünyanın en sıkıcı adamlarından biriydi.”
Sıkıcılık hayatının gündelik düzeninde de hakimdir ve bir gün ansızın bu gerçeğin farkına varır: “Bu oda bir hapishaneydi. Evi, ofisi, Olivia ve çocuklar gardiyanlarıydı. Kaçmak zorundaydı, yoksa aklını yitirecekti (…) Aklında yalnızca uzaklara gitmediği sürece bir daha asla özgürce nefes alamayacağı düşüncesi vardı.”
Özgürlük arayışıdır Standish’i evinden uzaklara sürükleyen. Nitekim New York’un ufuktaki son yansımasını gördüğünde “tüm yorgunluğunun, tüm kuşkularının ve korkularının sihirli bir şekilde denizin içinde yok olduğunu” hissedecektir. Hawai’den Panamaya giden Arabelle gemisinde de her şey mükemmeldir. Her ne kadar alışkanlıklarını fazla değiştirmese, gemide takım elbisesiyle dolaşsa bile diğer yolcularla sohbet etmekten, uçsuz bucaksız okyanusu seyretmekten mutludur. Ta ki bir yağ lekesinin üstüne basana kadar…
Ayağı kayıp okyanusa düşen Standish, bir yandan hayatta kalmaya çalışacak diğer yandan geçip giden hayatının muhasebesine girişecektir…
‘Gemiden Düşen Adam’daki fikrin, 1936 yılının sonlarında bir akşam Greenwich Village’deki evinin çatısından aşağı bakarken aklına geldiğini söylemiş Herbert Clyde Lewis: “İnsan ayağının altındaki güvenli yerle ‘aşağıdaki yer’ arasındaki o baş döndürücü zihinsel boşluğu nasıl doldurabilir?” Roman işte bu sorunun yanıtını bulmak için yazılmış. Standish’in denize düştükten sonraki düşünce silsilesi aslında yazarın her ana kaygan bir zeminde yaşamasının, denize düşmek hayatta düşmenin bir metaforu.
Yayımlandığı dönemde birkaç olumlu eleştiri almasına rağmen yeterince anlaşılamamışlığı muhtemelen o zamanın ruhuna ve okuma alışkanlıklarına uygun olmamasındandır. Oysa bu novella, aynı tarihlerde Avrupa edebiyatında sıklıkla ele alınan burjuva bireyin bunalımı temasının Amerika özelinden yazılmış çarpıcı bir örneği.
Mesela Kafka’nın ‘Değişim’ini hatırlayalım; Gregory Samsa’nın böcekleştikten sonra ilk duygusunun dehşetten ziyade işe gidemeyeceği için duyduğu utanç olmasını. ‘Gemiden Düşen Adam’ın Standish’i de denize düştüğünde ölüm korkusundan önce sosyal statüsüne hiç uymayan bir duruma dümenin utancını hissedecektir:
“Standish’in o anlarda hissettiği şey, tuhaftır, korkudan ziyade utançtı. Henry Preston Standish kalitesindeki adamlar okyanusun ortasında gemiden düşmezlerdi, olacak iş değildi bu. Bu aptalca, çocukça ve ayıplanacak bir hareketti ve özür dilenecek biri olsaydı Standish özür dilerdi.”
Her iki roman kahramanı da hiç beklemedikleri -çok vahim- bir duruma düşmüşler ve kendilerinin bu durumunun üstesinden nasıl geleceklerini değil başkalarının bu duruma ne diyeceğini düşünmüşlerdir. Bu toplumsal kuşatmanın, çevre baskısının bireyi sıkı sıkıya kuşatmasının tezahürüdür. Böyle bir bireyin bunaltısı kaçınılmazdır.
‘Gemiden Düşen Adam’ın arka planındaki derinlik 2009’daki yeni edisyondan sonra fark edilir. Kitabın Hollanda’da yayımlanmasını sağlayan romancı Pauline van de Ven’e göre “hikayenin etkileyiciliği, alışılmışın dışında bir ‘ortak yalnızlık’ duygusuna hitap etmesinden gelmektedir. Varlıklı bir insanın yaklaşan mutlak ölümüyle yüzleşmesini anlatan Leo Tolstoy’un ‘İvan İlyiç’in Ölümü’ adlı eseriyle aynı mertebededir ve ‘varoluşçu bir başyapıt’tır.”
Roman üç bölüme ayrılabilir. Hikayenin ilk bölümünde Standish’in kim olduğu, neden bunaldığı ve özgürlüğe kaçışı anlatılır. Özgürlüğe kaçış denizde sonlansa bile, geç de olsa onu New York’tan ayrılmaya zorlayan tuhaf rahatsızlığının ne olduğunu anlamıştır; “bu tam bir boşlukta hissetme hastalığıydı.”
İkinci bölümde Standish’in üzerindeki medeniyet katmanını sıyırarak doğa ile bütünleşmesini izleriz. Denize düştüğünde iç çamaşırlarıyla görüneceği korkusuyla elbiselerini çıkartmaktan imtina eden, cüzdanını dikkatlice koruyan Standish, bir süre sonra soyunacak ve çırılçıplak kalacaktır: “Sonunda bir şekilde çıktılar; özgür ve çıplaktı. Çıplak olmak, Standish’in bir anlığına minnettar olduğu yeni bir duyguydu. Bir süre suda gerçekten rahat hissetti.” Ama sonra farkına varacak ve ürperecektir; “kendini ölüme hazırlamak için soyunmuştu”.
Ve buradan üçüncü bölümde işlenen yalnızlık ve ölüm temasına geçeriz. Yaşam ve ölüm arasındaki çizgide yüzdüğünün farkına varan Standish için artık ölümü düşünmenin zamanı gelmiştir.
Standish’in 35 yıllık hayatını ve denize düştükten sonraki bir gününü kısa bir hikayeye çok sade bir dille sığdırmış Lewis. Gemiyi, insanları ve doğayı tasvir ederken gösterişsiz ama hem ekonomik hem de güçlü bir anlatımı var. Hikayedeki her detay bütüne bir şeyler katıyor.
Mesela Arabella’nın küçük yolcu grubu; onların varlığı ile hikayeye hem mizah unsurları katılıyor hem de denizdeki Standish ile gemideki hayat arasındaki tezat daha keskin çizgilerle vurgulanıyor. İronik bir anlatım ama ironinin melankoliye, güvenin korkuya dönüşmesi an meselesi. Zamanında kısa olduğu için eleştirilmişse de bir düşünce üzerine kurgulanmış bir hikaye için çok yeterli bir uzunlukta olduğunu söyleyebilirim.
Basit gibi görünmekle birlikte, Standish’in denize düşmesiyle bir anda değişen güvenli, steril hayatını anlatan hikayesi gerçekten de çok katmanlı okumalara açılıyor. Standish’in hayatından verilen kesitler, yolculuk, gemi, yolcular, eşyalar, uçsuz bucaksız okyanus – hepsi de sembolik anlamlarla yüklü. Böylelikle kısacık hikaye genişliyor ve varoluşla ilgili herkesin ilişkilenebileceği evrensel bir derinlik kazanıyor.
1930’larda yazılmış olsa da herhangi bir 10 yıl veya yüzyılda herhangi birinin -bugün bizlerin- de paylaşacağı düşünceleri barındıran ‘Gemiden Düşen Adam’, işte bu nedenle hiç eskimemiş.