‘Sınırsız Ülke’: Göçmen olmanın zorlukları
Fransız yazar Tristan Bernard'ın 'Bir Katilin Günlüğü'nün kahramanı Paul Dumery, 'Suç ve Ceza'daki Raskolnikov’un kardeşi, 'Yabancı'daki Meursault’un abisiydi. Katildi ama hiç pişmanlık duymuyordu. Roman da onun iç dünyasında dolaşıyor.
Fransız yazar Tristan Bernard, ‘Bir Katilin Günlüğü’nde işlediği suçu hiçbir utanç ya da pişmanlık duymadan itiraf eden bir adamın iç dünyasında dolaşıyor. Psikolojik, karanlık ve kışkırtıcı bir roman.
Paul Bernard, 1866 yılında Besançon’da, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Mimar olan babasının işi gereği 14 yaşındayken Paris’e taşındılar. Bernard’ın lise eğitimi sırasında yazarlığa yatkınlığı anlaşılmıştı ama o üniversite tahsili için hukuku seçti. Genç yaşında bir alüminyum fabrikasının müdürü oldu.
Ancak yazma hevesi dinmemişti. İlk yazısı 1891’de ‘La Revue Blanche’da yayımlandı.” Yazdıklarının beğenilmesinin verdiği cesaretle yazarlık kariyerine odaklandı ve ‘Tristan’ takma adını benimsedi. Daha sonra onu oyun yazarı olarak ünlü yapacak kendine özgü mizah tarzı, daha ilk eserlerinde bile görülüyordu. Özellikle -o dönemin en sevilen tarzı olan- vodvilleriyle ilgi toplamıştı. Çok sayıda tiyatro oyunu yazdı ve yönetti.
Anarşist kişiliğiyle Bernard’ın yazma karakteristiği, burjuvaların zaaflarını keskin gözlemlerle, sinik bir tonla ve canlı diyaloglarla teşhir etmesiydi. Bunun yanı sıra mizahi romanlar ve şiirler de üretti. 2. Dünya Savaşı sırasında etnik kökeni nedeniyle Nazi işgalcileri tarafından Paris dışındaki bir toplama kampına gönderildi ama halkın protestoları sayesinde kısa süre sonra serbest bırakıldı. Ne var ki kampta yakalandığı bir hastalık nedeniyle özgürlüğünün tadını çıkaramadı. Savaşın sona ermesinden bir süre sonra (1947’de) Paris’te hayata veda etti.
Geniş bir hayran kitlesi olan Tristan Bernard’ın adını yaşatmak için Paris’teki tiyatrolardan birisine onun adı verildi. Çocukları da babalarının izinden gittiler; büyük oğlu Raymond Bernard, etkili bir film yapımcısı oldu ve babasının birçok eserini beyazperdeye uyarladı. Diğer oğlu Jean-Jacques Bernard, oyun yazarlığını seçti ve 1955’te ‘Babam Tristan Bernard’ adlı biyografik kitabı yayımladı.
Bir günlük şeklinde kaleme alınan ‘Bir Katilin Günlüğü’nde hikaye, “Le Havre’deki bir otelin üçüncü katındaki odamdan yazıyorum bu satırları” cümlesi ile başlıyor. Satırların yazarı -romanın anti kahramanı- Paul Dumery.
Kim olduğunu daha ilk sayfalarda tanıtıyor günlüğünü okuyacak olanlara:
“Aynada kendime bakıyorum ne yakışıklıyım ne çirkin, ne uzun boyluyum ne kısa. Otuz dört yaşındayım. Yeni tanıştığım insanlar genelde yaşıma göre genç göründüğümü söylerler, belki birkaçı daha yaşlı göründüğümü de. Ama doğrusunu söyleyince de kabullenirler hemen, çünkü yaşımı çok da dert ettiklerini sanmıyorum. Bıyık bıraktım bırakalı burnum daha da sivri görünmeye başladı. Saçım, açık kumral rengi ve pek de uysal sayılmaz.”
Anne ve babasını yıllar önce kaybetmiş, kendi deyişiyle eğitim düzeyi düşük (lise mezunu), evlenmiş ama üç sene sonra-kendisini aldatan- karısından boşanmış, parasal açıdan sıkıntıda olmasına rağmen karısının ev kiralarını ödemeyi ihmal etmeyen bir adam.
Paul Dumery’i suç işlemeye sevk eden de çektiği parasal sıkıntılar. Bu durumun sorumlusu olarak eski zabıt katibi Sarrebry’i görüyor, Sarrebry’nin tefecilik yaptığı için çok parası olduğu düşüncesi onu daha da kışkırtıyor. Ve bir gece, zihninden ağır bir suç işleyip işlemeyeceğine dair düşünceler geçirerek, borç almak için Sarrebry’nin kapısını çalıyor.
İçeri davet edildiğinde sakinleşmiş gibidir Dumery: “Oynadığım komediye kendimi nasıl kaptırdığımı fark edince için için gülme isteği sarıyordu beni. Bu adama bir kötülük yapabileceğimi yalandan da olsa nasıl düşünebilirdim.”
Ne var ki Sarrebry, ansızın koltuğundan kalkıp bir komodinin en alt çekmecesini açmak için eğildiğinde Dumery, yanında getirdiği çekici cebinden çıkarıp tefecinin kafasına kuvvetli bir darbe indirecektir: “Esas cinayet de bu andan sonra başladı. Bilinçli bir şekilde çekici indirmeye devam ediyordum. Artık gerçekten bir katildim. Ölümüne salladığım darbelerden sonra hareket edemez sanıyordum ama vücudu hala kasılıyor, sarsılıyordu. İşini bitirmek şarttı, bu bedenden yaşamı koparmak için kafasına darbe üstüne darbe indirmeye devam etmem gerekiyordu.”
Paul Dumery, yakalanma korkusuyla Paris’i terk ederek La Havre’deki bir otele yerleşir. Çaldığı paralar sayesinde hiç değilse bir süre dilediği gibi yaşar. Hatta bir sevgili bile edinir. Ama nereye giderse gitsin, kiminle yaşarsa yaşasın işlediği cinayet peşini bırakmayacaktır…
Tristan Bernard, olgunluk döneminde -altmış yedi yaşında- yazdığı ‘Bir Katilin Günlüğü’ ile tarzının dışına çıkması şaşkınlık ve sessizlikle karşılanmış, kitabın satışı -öncekilere göre çok düşük olan- 14 bin sayısını aşmamıştı. Mizaha alışkın okuyucusunun ilgisizliği anlaşılır bir durumdur belki ama romanın değerinin dönemin eleştirmenleri tarafından fark edilmemesi üzücüdür. Aslında büsbütün fark edilmediği de söylenemez. Fransa’daki katolik sansürün savunucusu Charles Bourdon, ‘Bir Katilin Günlüğü’nün barındırdığı insani ve toplumsal eleştiriyi Hristiyanlığa bir tehdit olarak görmüş ve muhafazakar yayın organlarında “okuyucuların geneli için kötü, tehlikeli veya gereksiz romanlar” kategorisine alınmasını sağlamıştı.
Charles Bourdon, kendi bakış açısına göre haksız sayılmazdı; gerçekten de bu roman -edebiyat da dahil olmak üzere- geleneksel anlayışa anarşizan bir karşı çıkıştı. Ahlak ve moral değerleri 20. yüzyılda şekillenmiş bireyin yabancılaşmasını, varoluşsal çaresizliğini konu edinen ve bilinçakışı, iç monolog gibi modernist anlatım tekniklerini kullanan Tristan Bernard’ın bu kısa romanının değeri çok sonra anlaşılacak ve edebiyat tarihindeki yerine oturtulacaktı: Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sından (1866) Albert Camus’nün ‘Yabancı’sına (1932) giden yolun aktarma istasyonuydu ‘Bir Katilin Günlüğü’. Kimilerine göre Paul Dumery, Raskolnikov’un kardeşi, Meursault’un abisiydi. Roman 2005 yılında Philippe Collin tarafından –aynı adla- sinemaya da aktarıldı.
Yukarıdaki özetten de anlaşılacağı gibi ‘Bir Katilin Günlüğü’ ile ‘Suç ve Ceza’nın cinayet sahneleri arasında ciddi benzerlikler var; gerek Dumery’nin gerek Raskolnikov’un kendilerini diğer insanlardan büyük görmeleri, cinayetin maddi nedenlere dayanması, birinde çekiç diğerinde balta gibi şiddete vurgu yapan suç aletlerinin kullanılması, kurbanların yaşlı tefecilerden seçilmesi… Ancak Dumery’nin Raskolnikov olmadığını çok geçmeden fark ediyoruz. Dumery, Raskolnikov’un 20.yüzyıl kültürüyle yoğrulmuş bir replikası. Cinayetini itiraf ediyor ama -Raskolnşkov’ın aksine- kefaret arayışı yok hatta suçlululuk duygusu bile yok. Onun üzüntüsü hayat düzeninin bozulmasına:
“Gel gelelim, kafamı bulandıran şey pişmanlık da değil. İçtenlikle söyleyebilirim ki, sürekli aramama rağmen içimde pişmanlığın zerresini bulamadım. Pisliğin teki olabilir miyim acaba? Söz konusu bile değil! Bu bir tespit sadece, pişmanlık yok. Kendime öfke duymamın nedeni, adam öldürmüş olmak değil. Daha ziyade, tutuklanma korkusuyla yaşamımı zehirlemiş olmak.”
Bu diyaloglarda Camus’nün ‘Yabancı’sının –Meursault’un- sesini duyuyoruz. Tristan Bernard’ın romanı, en karakteristik hali Camus’nün eserlerinde gözlenen ‘saçma edebiyatın’ ilk örneklerinden birisidir. Her iki romanın anti kahraman insan tipleri, kahramanların eylemlerine kayıtsızlığı, bilincin deneysel temsil biçimleri, romanlardaki bazı motifler ve genel olarak olay örgüleri benzerlikler barındırır. Buna rağmen Camus’nün ‘Yabancı’yı yazarken ‘Bir Katilin Günlüğü’den esinlendiğini ileri sürmek spekülasyon yapmaktan ileri gitmeyecektir. Ancak ‘Suç ve Ceza’yı da katarak bu üç romanın metinlerarası okunması hiç kuşkusuz heyecan vericidir.
Tristan Bernard, Paul Dumery özelinde 20. yüzyılın başında pek çok Avrupa edebiyatında ortaya çıkan benlik krizindeki birey tiplemesinin güzel bir örneğini sunuyor. Éliane Tonnet-Lacroix, söz konusu narsistik bireylerin “kendilerine yönelik nefret veya iğrenme olmadan düşünemediklerini” belirtmişti. Aklından geçenlere baktığımızda Paul Dumery’e de “narsist kişilik” nitelemesi yapabiliriz: “İnsanlarla görüşürken okumaktan uzak durmam lazım. Hor görüyorum onları sonra (…) Evet. Bildiğin hor görüyorum. Kendimle denk görebileceğim birine ihtiyacım var.”
Ne var ki sosyopatlığa varan bir narsist olarak Paul Dumery, kendisine baktığında -aynadaki yansımasına, eğitimine, evliliğine, yalnızlığına – söz konusu nefret ve iğrenmeyi hissediyor. Bu hissiyat modern öznenin içinde bulunduğu krizin yansımasıdır.
Bir cinayet sahnesiyle açılıp bir suçlunun kanundan kaçısı ile sürse, yargı ve ceza süreci ile noktalansa bile ‘Bir Katilin Günlüğü’ polisiye ya suç edebiyatı içerisinde mütalaa edilemez. Zira daha baştan gerilim yaratacak unsurların hepsinden bilerek sıyrılan Tristan Bernard, modern burjuva bireyin temsili olan katilin bilincine ve psikolojisine odaklanıyor. Hikayeye temposunu veren olayların akışı değil katilin günlüğünde ifade ettiği duygu ve düşüncelerindeki inişler ve çıkışlar. Günlükte derin bir iç kargaşanın yankılarını duyuyoruz.
Toplumsal bir varlık olarak insanın deneyimine ve deneyimden kaynaklanan soruları ahlaki bir varlık olarak nasıl aştığına dair hikayesi kadar kullandığı modernist anlatım teknikleriyle de ‘Bir Katilin Günlüğü’, geçmişte gelen ama güncelliğini hiç yitirmemiş bir roman.