‘All Eyes on Rafah’: Yapay zekanın ürettiği görsel interneti nasıl ele geçirdi?
Yapay zeka yüksek miktarda enerji harcanmasını gerektiriyor. Bu elektriği fosil yakıtlardan da, güneş enerjisinden de elde edebilmek sürdürülebilir değil. Geriye nükleer enerji kalıyor. Teknoloji devlerinin bu yolda attığı adımlar etkili olacak mı?
Eylülün ilk gününden herkese merhaba. Umarım güzel bir hafta geçirmişsinizdir. İçimizden bazıları (isim vermek istemiyorum ama adı Pavel Durov) pek de hoş bir hafta geçirmedi. Son bir haftanın en dikkat çeken konusu Telegram’ın kurucusu ve CEO’su Pavel Durov’du. Nasıl olmasın ki? Zamanında Telegram’ı yasakladığı için Rus hükümetini eleştiren Batı, Rus hükümetine kullanıcılarının verilerini vermediği içi takdir ettiği Durov’u aynı sebeplerden (ama bu kez kullanıcı bilgilerini Batı’ya vermediği için) tutukladı… Durov şimdi özgür, beş milyon euro kefalete ek olarak Fransa’yı terk etmesi yasak. Yani buna ne kadar özgürlük diyebilirseniz o kadar özgür işte. Durov’un tutuklanması diğer teknoloji devlerine de bir uyarıydı. Özellikle de kendini “ifade özgürlüğü savaşçısı” diyen Musk’a. Batı’nın istemediği şeyleri yapmaya kalkarsanız “demokratik” yüzünü birdenbire otoriterleştirebilir.
Bir örnek daha verelim: Son zamanlarda Musk’ı ABD seçimlerinde Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump’ı X’te ön plana çıkarmakla suçlayan Demokratlar, 2020 seçimleri döneminde kendileri bizzat Meta’nın CEO’su Mark Zuckerberg’a baskı uygulayarak Facebook’taki paylaşımlara müdahale etmiş.
Bu arada bu yazılardan “Platformlara hiç mi müdahale edilmemeli?” gibi bir anlam çıkmasın. Telegram, Facebook, Instagram ve X gibi uygulamalar istismara açık platformlar. Bu hafta Güney Kore’deki deepfake porno sorunuyla ilgili yazdığımız yazı da bunun bir örneği. Ama çözüm uygulama sahiplerini hapse atmak mı olmalı, yoksa bu şirketleri çok daha kapsamlı ve yaptırımları ağır olacak yasalara tabi tutmak mı?
🚀Neyi bekliyoruz? SpaceX’in Polaris Dawn fırlatmasını gerçekleştirmesini. Bu fırlatmanın amacı ilk ticari uzay yürüyüşünü gerçekleştirmek. Ayrıca Apollo programından sonra ilk kez astronotlar bu kadar yüksek bir irtifaya çıkacak. Polaris Dawn’ı çok daha kritik yapan şey ise mürettebattaki hiç kimsenin deneyimli bir astronot olmaması. Fırlatma şimdiye kadar iki kez iptal edildi. Şirket yeni bir fırlatma tarihi söylemiyor. Ama hava şartları elverdiği anda bir fırlatma görebiliriz.
Haftanın bir kritiğini çıkardığımıza göre sizi bültenimize alalım.
Yapay zekanın ulaştığı nokta hepimizi büyülüyor, hayrete düşürüyor ve endişelendiriyor. Daha genel yapay zekaya ulaşıp ulaşmadığımızı tartışırken ve süper yapay zekanın esamesi okunmazken bazı şirketler elemanlarını işten çıkararak sırtını yapay zekaya dayamışken nasıl endişelenmeyelim ki? Ama yapay zekanın bir zayıflığı olduğunu unutmayalım: Elektrik. Şimdi burada size Oğuzhan Uğur gibi “Fişini çekeriz olur biter” şovu yapmayacağım, yanlış anlamayın. Benim ele almak istediğim konu yapay zekanın beslendiği veri merkezleri.
Hani biz bir bebeği önce anne sütü, sonra da yardımcı gıdalarla besleyerek büyütüyoruz ya yapay zekanın da mantığı çok farklı sayılmaz. ChatGPT gibi sohbet robotlarını destekleyen büyük dil modelleri, veri merkezlerindeki bilgilerle besleniyor. Burada sürekli işleyen bir sistem söz konusu. Mesela GPT-3 gibi dil modellerinin eğitiminde 1300 megawatt saat elektrik harcanıyor. Bu da yaklaşık 130 hanenin yıllık elektrik tüketimine tekabül ediyor. GPT-4 gibi daha gelişmiş modellerin elektrik ihtiyacı haliyle daha fazla. Elektriği üretmek için salınan gazların da haddi hesabı yok. Microsoft’un veri merkezlerinin sayısının artmaya başladığı 2020’den bu yana şirketin karbondioksit salımı da yüzde 30 arttı. Google’ın sera gazı salımları ise 2019’dan 2023’e kadar yüzde 50 arttı.
Oysa ülkeler fosil yakıt kullanımını azaltma yoluna girmek için adımlar atmaya başladı. Yani teknoloji şirketlerinin fosil yakıtlara bağımlılığı sürdürülebilir değil. Güneş ve rüzgar enerjisi gibi temiz enerjilerin de kendi içlerinde yarattığı birtakım sorunlar var. Nihayetinde bu sistemlerden toplanan enerjinin miktarı havanın durumuna bağlı. Peki ya sorunu çözmek nasıl mümkün olacak? Aylar önce burada da yazdık, cevabı OpenAI CEO’su Sam Altman verdi: Nükleer enerji. Tabii Altman’ın bahsettiği şey nükleer füzyondu ama onda daha atılması gereken çok adım var, yaygın bir şekilde kullanılmaya elverişli değil henüz. Sebeplerini dilerseniz buradaki yazımızdan okuyabilirsiniz.
Dolayısıyla nükleer enerji için elimizdeki şans nükleer fisyonla enerjinin üretildiği reaktörler. Nükleer fisyonda uranyum ve plütonyum gibi büyük atom çekirdeklerinin bölünmesiyle ortaya büyük miktarda enerji açığa çıkar. Tabii bu bölünme sırasında ortaya bir atığın çıkması da söz konusu. Nükleer füzyon ise hidrojen izotopları gibi hafif iki atom çekirdeğinin birleşerek daha ağır bir çekirdek oluşturduğu tepkimeler oluyor. Füzyon tepkimelerinde ortaya fisyondakinden çok daha fazla enerji çıkıyor, ayrıca geriye fisyondaki kadar atık kalmadığı için çok daha temiz bir enerji. Yine de denetimi sıkı tutan ülkelerde nükleer enerji reaktörlerinin kurulmaması için bir sebep yok. Çevreci gruplar yıllarca nükleer reaktörlere karşı çıksa da fosil yakıtları bırakabilmek için elimizde nükleer reaktörlerden daha iyi bir seçenek yok. Bunu kabul etmemiz gerekiyor.
İşte şimdi bunun öncüleri Amazon, Microsoft ve Google gibi büyük teknoloji şirketleri olabilir. Örneğin Amazon bu yılın başlarında Talen Energy’nin Cumulus Data Assets’ini 650 milyon dolara satın aldı. Cumulus Data Assets, Pensilvanya’daki Talen Susquehanna nükleer santrali sahasında 960 megawatt kapasiteli, nükleer enerjiyle çalışan bir veri merkezine sahip. Bu sahada daha başka veri merkezleri kurma planları da var.
Sonra Amerikan enerji şirketi Constellation, Microsoft’a Virginia’daki Boydton Veri Merkezi’ne elektrik vermek için yeni bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre Microsoft’un enerji ihtiyacının yüzde 35’i nükleer kaynaklardan karşılanacak. Buna ek olarak halihazırda nükleer enerji tedarikçileri ve küçük modüler nükleer reaktörler (SMR) geliştiren şirketlerle yapılan anlaşmalar da gündemde. Bu reaktörler, mevcut nükleer santrallerine kıyasla daha küçük karbon ayak izi bıraktıkları için revaçta. Microsoft’un kurucularından Bill Gates, bu yaz Kemmerer’e Natrium adlı sıvı sodyum soğutmalı hızlı reaktörün temelini atan TerraPower’ın kurucu ortaklarından ayrıca.
Nükleer Düzenleme Komisyonu henüz bu projelerden hiçbirinin hayata geçirilmesi için yeşil ışık yakmadı. Enerji analistlerinden bazıları SMR’lerin 2030 yılına kadar faaliyete geçmesini beklemiyor. Ama eninde sonunda enerji üretiminde nükleer santral kurulmasına düzenleyici kurumların da destek vereceği tahmin ediliyor. Ayrıca nükleer enerjiyle çalışan veri merkezlerine herkesin ulaşabileceğini söylemek pek de mümkün değil. Şimdilik sadece Amazon, Microsoft, Google, Meta ve Apple gibi büyük veri merkezi operatörleri nükleer tabanlı SMR pazarını oluşturabilecek servete ve etkiye sahip.
Burada daha önce de yazdık, şirketler bunca yatırım yaptıkları bir sektörün elektrik nedeniyle suya düşmesini göze alabilecek konumda değil. Yani bir an önce yeni çözümler bulmaları şart.
Kuantum internet çok fazla potansiyele sahip. Nihayetinde geleneksel internetin aksine verileri daha hızlı ve güvenli bir şekilde iletmesi mümkün. Nasıl mı? Kuantum bilgisayarlardaki en küçük bilgi depolama birimi olan kübitlerden ikisi birbiriyle bağlantıya geçtiğinde aralarındaki mesafe uzun ya da kısa olsun, hiç fark etmeden birbirlerinin durumunu anında etkileyebiliyor. Bu da anında bilgi paylaşımı anlamına geliyor. Ayrıca kuantum internette kuantum şifreleme yöntemleri kullanılıyor. Diyelim ki düşman bir ülke iletişim hattını izlemeye çalışıyor. Bu durumda kuantum durumu değişerek izinsiz erişimi anında tespit edebiliyor. Bu sayede kuantum interneti hacklemek neredeyse imkansız hale geliyor. Peki bunu normal internet altyapısına entegre etmek mümkün mü?
Science Advances’de yayınlanan çalışmaya göre Almanya’daki Leibniz Üniversitesi’nden araştırmacılar kuantum bilgisiyle geleneksel verilerin aynı optik fiber üstünden iletilebileceğini gösteren bir deney yaptı ve başarılı da oldular. Her iki bilgi de aynı fiber üstünden iletilebildi. Araştırmacılar sinyallerin fazını kaydıran serrodyne tekniğini kullanarak kuantum ve geleneksel verileri aynı frekans kanalına yerleştirdi. Üstelik bunu verilerin birbirine karışmayacağı şekilde yaptılar.
Bu gelişme bize kuantum teknolojilerini mevcut internet altyapısıyla kullanabileceğimizi gösteriyor. Bu da bu teknolojileri yaygın bir şekilde kullanmak için yeni altyapıları beklemek zorunda kalmayacağımız anlamına geliyor. Ancak kuantum bilgilerin uzun mesafelerde güvenli şekilde iletilmesi ve mevcut ağlardaki trafik yönetiminin sağlanması gibi zorluklar henüz çözülebilmiş değil, bunu da unutmayalım. Yine de söz konusu deney, internetin güvenliğini artırmak için atılmış önemli bir adım.
🌓Hem Çin hem de ABD’nin uzayla ilgili planları aynı: Ay’da üs kurmak. Bunun için de gözlerini Ay’ın karanlık yüzüne çevirmiş durumdalar. Çünkü burada astronotların işine yarayacak suyun bol olduğuna inanıyorlar. Peki Ay üssünü kurdular diyelim, bu suyu nasıl çıkaracaklar? Çinli bilim insanları epey basit bir yöntem buldu. Çin Bilimler Akademisi’nden araştırmacılar, Chang’e 5 misyonunun dört yıl önce getirdiği örneklerde yüksek miktarda hidrojen içeren bileşikler ve oksijen olduğunu tespit etti. The Innovation dergisinde yayınlanan çalışmaya göre bu topraklar 980 derecenin üstündeki sıcaklıklara maruz kaldığında hem ortaya su buharı çıkıyor hem de toprağın kendisi eriyor. Üstelik bu bileşenler ısıtıldığında ortaya sadece su buharı değil, demir ve seramik cam da çıkıyor.
🔴Bir gram Ay toprağının 51 ila 76 miligram arasında su üretebildiği tahmin ediliyor. Araştırmacılar bu türden bir ton toprağın 49 litre su taşıyabileceğini düşünüyor.
🌌Evrenin gizemlerini çözme yolculuğumuzda gökbilimcilerin önem verdiği konulardan biri de “haydut dünya” dediğimiz uzay cisimleri. Bu cisimlere “haydut” denmesinin sebebi bildiğimiz gezegenlerden farklı olarak merkezi bir yıldızın çekim gücüne bağlı olmadan uzayda sürüklenmeleri. Bu cisimler, gezegenler ve yıldızlar arasındaki farkı bulanıklaştırıyor. Çünkü oluşumlarının ilk aşamalarında hem yıldız hem de gezegen oluşumunda önemli olan uzay tozlarıyla çevrili oluyorlar. Bu da gezegenlerle yıldızları oluşturan kozmik süreçleri daha iyi anlamamızı sağlıyor aslında. James Webb Uzay Teleskobu genç bir nebula olan NGC1333’ye yakın zamanda altı yeni haydut dünya keşfetti. Bu nebula Dünya’dan yaklaşık bin ışık yılı uzakta. The Astronomical Journal’da yayınlanan çalışmada bu başıboş dünyaların Jüpiter’den bile daha büyük gök cisimlerinin oluşturabileceği gösteriliyor. Yani bu yeni keşfedilen dünyalar, kendi Güneş Sistemi’mizdeki en büyük gezegenlerden bile beş ila 10 kat daha büyük olabilir.
👉İklim değişikliğine karşı mücadelede artık yeni bir müttefikimiz var: Bakteriler. Yeşil teknolojinin geliştirilmesinde rol oynayarak nadir metallerin çıkarılmasında artık bakteriler kullanılıyor. Edinburgh Üniversitesi’nde bilim insanlarının öncülük ettiği çalışmada eski pillerden ve atık elektronik cihazlardaki lityum, kobalt, manganez ve diğer mineralleri çıkarabilen bakteriler öne çıkıyor. Bazı bakteriler bu metallerle etkileşime girerek onları neoparçacıklar halinde dışarı atıyor. Böylece metallerin geri kazanımı mümkün oluyor. Geri kazanılmış bu metaller daha sonra yeni batarya ve cihazların üretiminde kullanılabiliyor.
🐟Sizi bugün ilginç bir türle tanıştıracağız: Meksika tetrası (Astyanax mexicanus). Rio Grande sularında, Meksika ve Teksas’taki nehirlerde yaşayan bu türün bir “normal”, bir de “mağara” formu var. Mağara sularında yaşayan Meksika tetraları karanlıkta oldukları için gözlerini kullanmaya ihtiyaç duymaz. Bu yüzden de binlerce yıllık evrimin sonucunda kör balıklar haline gelmişler. Bu canlılar gözlerini kaybetse de yıllar içinde bazı duyuları daha da gelişmiş. Örneğin tat alma tomurcukları ağızlarının dışına doğru genişlemiş. Mağara balıkları normalde yarasa guanosu ve mağaralara sürüklenen organik maddelerle besleniyor. Bu da seyrek ve dağınık haldeki besin kaynaklarını tespit etmenin hayati öneme sahip olduğunu gösteriyor. Gözleri olmayan bu canlılar besinlerini bulabilmek için bu tat tomurcuklarından faydalanıyor.
📦Elon Musk sosyal medya platformu X’in San Francisco’daki merkezini 13 Ağustos’ta kapatıyor. Buradaki çalışanlar Palo Alto ve San Jose’deki ofislere taşınacak. Şirketin yeni merkezi Teksas’ta olacak. Kent sakinleri bu ayrılıktan endişeli mi diye soracak olursanız pek değiller. Bir zamanlar Twitter’ın San Francisco’da olması şehrin teknoloji merkezi olarak öne çıkmasına yardımcı olmuş ve hatta bu yüzden Twitter’a vergi indirimi bile sağlanmış olmasına rağmen hem Covid-19 pandemisi hem de Musk’ın şirketi devralması, X’in eski gücünü yitirmesine neden oldu. Böylece şirketin merkezi de adeta hayalete dönüştü. X artık kente eskisi kadar ekonomik bir katkı sağlamadığı için de yetkililer bu ayrılıştan rahatsız değil. Hatta San Francisco Belediyesi’nin avukatı David Chiu “Çoğu San Franciscolu gibi ben de aynı fikirdeyim, iyi ki kurtulduk” diyor.
Periyodik tablo, son iki yüzyılın en fazla dönüşüme neden olan bilimsel keşiflerinden biri. Bunun üzerine çalışmak için hiçbir bilimsel alet veya deney gerekmemiştir; yalnızca bir kalem, bir kâğıt parçası ve yetenekli Rus kimyager Dimitri Mendeleyev yeterli olmuştur.
1860’ların başında Mendeleyev tarafından oluşturulan periyodik tablo, modern kimyadaki en olağanüstü ilerlemelerden biridir. Bu keşif sayesinde bilim insanları kimyasal elementlerin gerçekte ne olduğu konusunda daha derin bir anlayışa sahip oldu ve aynı zamanda şaşırtıcı bir şekilde, o zamanlar keşfedilmemiş olan elementlerin özelliklerini de doğru bir şekilde tahmin etmeye başladılar.
James Russell, bu kitabında şu anda bildiğimiz tüm elementlerin ortaya çıkış hikâyelerini ilgi çekici bir anlatımla aktarıyor. Büyük patlamadaki ilk üç elementin (hidrojen, lityum ve helyum) oluşumu, dünyadaki yaşamı sürdüren oksijen, karbon, flor gibi elementlerin tuhaf ve harika kullanımları; arsenik, kripton, aynştaynyum…
Russell, evrenin bu en temel yapı taşlarını ve bunları tanımlayan, izole eden ve hatta yaratan insanları ilgi çekici ayrıntılarıyla okurlarına sunuyor. Bilime en uzak kişiler bile elementlerin büyüleyici dünyasına hayran kalacak.
👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.
İnsanın uğraşı, kendinin inşasıdır, tamamlanma ve bütünlenme gailesi. İnsan, konuştukça konuşlanır, konar ve yerleşir. Dille kaybettiğinin yerine, yine dille yenisini ikame etmeye çalışır. Ulaşmayı amaçladığı hep geride bıraktığıdır. Binlerce yıllık bu kimlik inşası, insanın hayvan bedenine giydiği mana dünyasını oluşturarak onu rasyonel örgütlü bir toplumsal varlığa dönüştürür. Homo narrans doğadan yonttuğu harflerden kurduğu metinlerle ve ölümlülüğünün üzerine giydiği ölümsüz simgesellikle, minik parçalardan oluşan büyük öyküler yaratıcısıdır.
Mitler, doğanın bir parçası olarak çevresiyle etkileşiminin insandaki dilsel yansımalarıdır, onun doğa üzerinde kurmaya çalıştığı hâkimiyetin öyküleridir. Bu anlamıyla mitler, insanın kendini inşasında kullandığı, kendisi tarafından yaratılan yapı taşlarıdır. “İnsan nedir?” sorusuna verilecek yanıtların toplamıdır. İnsan kendi anlatısıdır; onun bedeni, dünyası, yaşamı ve kültürü hem ürettiği hem de içinde rol aldığı mitler ve masallarda varlık bulur.
İçinde yaşadığımız, baştan sona dille ve dilde inşa edilmiş bir Homo sapiens dünyasıdır. Senaryosunu kendi yazdığı bir yaşamı ölmek istemeden yaşayıp ölen insan, hem yaşamına hem de katlanamadığı ölüme anlam yükleme çabasıyla dilin ipine sarılarak kendini anlatıların kör kuyularına bırakmıştır. Belki de bu yüzden Homo sapiens bir Homo narrans’tır yani hikâye anlatan insandır.
“İnsan niçin hikâye anlatır?” sorusunun binlerce yıllık izini süren bu kitap, mitler ve masallar eşliğinde okuyucuyu heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor.
👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.
İnsanın diğer türlere göre belirgin bir avantajı var: Birbirimizle konuşabiliyoruz. Dil, dünya üzerindeki en gelişmiş iletişim biçimi. Peki, bu muhteşem araca nasıl sahip olabildik? Amazon’daki saha araştırmalarıyla öne çıkan dilbilimci Daniel L. Everett, bu büyük sorunun yanıtını arıyor. Hominidlerin ilk konuşma girişimlerinden günümüzdeki mevcut yedi bini aşkın dile kadar uzanan kapsamlı bir evrimsel hikâye anlatıyor.
Fosil avcıları ve dilbilimciler bizi dilin kökenini anlamaya epeyce yaklaştırsa da Daniel Everett`in keşifleri, akademik çevrelerin çok ötesinde yankı uyandırmış ve çağdaş dilbilim dünyasını altüst etmiştir. Everett, bu çalışmasında da dilbilim dünyasının yerleşik ilkelerine meydan okuyor ve dilin Sapiens’e özgü olmadığını ileri sürüyor. Dili biyolojik yapımız kadar kültürel öğelerle de ilişkilendiriyor ve dili anlamak için disiplinler arası bir yaklaşımın şart olduğunu savunuyor.
Everett`in kuramına göre ilk konuşan canlı, kültürel olarak icat edilen simgeler aracılığıyla sözcükleri ortaya çıkaran Homo Erectus’tu. Bir yandan ilk insanların beyni büyüyor, diğer yandan jest ve tonlamaların kullanıldığı konuşma ortaya çıkıyordu. Bu süreç 60.000 nesil boyunca devam etti. Çağlar boyunca bu süreçteki önemli değişimlerin ve gelişmelerin izini süren Everett, gırtlak ve diyaframdaki yüzden fazla solunum kasının kontrolünden dilin kullanımında ustalaşmaya kadar konuşmanın her bileşenini inceliyor. Konuya antropoloji, nörobilim ve arkeoloji gibi çeşitli disiplinlerden yaklaşarak türümüzün kültürel, fizyolojik ve nörolojik avantajlarını ele alıyor ve sosyal karmaşıklığın önemine dikkat çekiyor. Dilin kültürel bir icat olduğunu savunan Everett, gramer ve hikâye anlatımı gibi unsurların dil için neden sanıldığı kadar kritik olmadığını da açıklıyor.
Dil Nasıl Ortaya Çıktı, nihayetinde insanların salt iletişimden dile nasıl geçtiğine dair bildiklerimizi, bilmek istediklerimizi ve muhtemelen asla bilemeyeceklerimizi açıklıyor. Everett, yaklaşık kırk yıllık saha çalışmasına dayanarak, Platon’dan Chomsky`ye pek çok büyük düşünürün dil kuramlarına karşı çıkıyor. Bizi insan yapan şeyin ne olduğuna dair yepyeni bir bakış açısı sunuyor.
👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.