Dört gündür önümde bir CSI belgesi duruyor.
Daha doğrusu bir “olay yeri inceleme raporu”ndan iki kelime…
İngilizce “Deny” ve “Delay” kelimeleri…
Amerika Birleşik Devletleri’nin önde gelen sağlık sigortası şirketi “UnitedHealthcare’in” CEO’sunun öldürüldüğü yerde inceleme yapan olay yeri inceleme uzmanlarının bulduğu iki kelime bu.
Olay yerinde bulunan mermi kovanlarından birinin üstünde bu iki kelime yazıyormuş.
Türkçesi şöyle:
“İnkar et” ve “Ertele…”
Ülkenin en büyük sağlık sigorta şirketinin en tepesindeki yöneticiyi öldüren katilin attığı mermilerden birinin üstünde bu yazıyormuş.
Bu merminin üstünde yazan bir yazı mı…
Yoksa bunu katil mi yazdı bilmiyorum.
İki gündür şunu düşünüyorum.
Ne anlama geliyor bu iki kelime…
Katil yazdıysa neden yazdı?
Raporda bu konuda bir bilgi yoktu.
Ama iki gündür dünya medyasında ve sosyal medyasında yaptığım gezintiler bana şunu söylüyor:
Bu cinayette kullanılan merminin üstünde yazan iki kelime herkes tarafından şöyle algılandı:
Sağlıktan sorumlu hükümetlere, şirketlere, insanlara ve siyasetçilere ciddi bir mesaj…
Sadece iktidardakilere değil, muhalefetteki siyasetçilere de…
Ne demek istediğimi daha açık anlatayım.
Öldürülen CEO’nun adı Brian Thompson…
Bir cinayet kurbanı…
Ama cinayetten sonra yapılan sosyal medya paylaşımlarına bakıyorum…
Soğukkanlılıkla işlenmiş bir cinayetin kurbanı ama nedense sosyal medya paylaşımlarında ona hiç sempati yok.
Mesela bir acil servis hastabakıcısı TikTok üstünden şunu yazmış:
“Acil servislerde sosyal sigorta tarafından giderleri karşılanmayan onca insanların çektiği acıları ve sıkıntıları gördüğüm için ne yazık ki öldürülen bu kişiye sempati duyamıyorum.”
Biraz değil bayağı acımasız bir paylaşım…
New York Times gazetesi “Bu iki kelime milyonlarca Amerikalıya hiç yabancı değil…” diyor.
Çünkü sağlık sorunları söz konusu olduğunda sigorta şirketlerinin yaptığı iki şeyi ifade ediyor bu iki kelime…
Ya “ödemeyi reddetmek.”
Ya da “geciktirmek…”
Çünkü hastanelere işi düşen milyonlarca Amerikalı sigorta şirketlerinin bu iki kelimesiyle karşılaşıyor.
Polis dört gündür, yüzünün açık fotoğrafını bulduğu bu adamı arıyor.
Görenlerden yardım istiyor.
Dün akşam bu profile benzeyen Luigi Mangione adlı biri gözaltına alındı.
Konuşursa bu soruların cevabını alacağız. Ancak cinayet gerekçesi ne olursa olsun, Amerikan halkı bunu sigorta sistemine karşı bir sembol haline getirdi.
New York Times bu olayın adını açık açık koydu:
“Halkın bir bölümü bu adamı halk kahramanı olarak görüyor…”
Çok tehlikeli ve acımasız bir eğilim değil mi…
Öyle, ama ne yazık ki insanlarda böyle bir duygu var artık.
Dört gündür dilimin ucuna gelen soruyu burada soracağım.
Mermi kovanının üstündeki bu iki kelime sadece Amerikan yöneticilerine mi?
Dünyadaki bütün ülkelerin yöneticilerine de ciddi bir mesaj yok mu burada?
Bütün dünyadaki sağlık ve sigorta sistemleri insanlarda giderek bu duygulara yol açıyor.
Şuna inanan insanlardanım.
Türkiye’de çok iyi hastanelerimiz, kliniklerimiz var.
Kalitesi ve teknolojisi yüksek hastanelerimiz, uzmanlaşmış özel kuruluşlarımız var.
Bana göre doktorlarımız, teknik personelimiz, hastabakıcı seviyemiz mükemmel.
Ama bu sağlık sistemi giderek insanlar için ulaşılamaz veya yanlış ulaşılabilen bir noktaya doğru gidiyor.
Özellikle sağlık sigortası sistemimiz çok kritik bir noktaya geldi.
Sağlık sigortası sisteminden şikayetçi olanlardan biri de benim.
Devlet ve özel sektörde 1977 yılından beri çalışıyorum ve aralıksız sigorta primi ödüyorum…
Ama geldiğim noktada milyonlarca insan gibi ben de çok muzdaribim.
Bir kere sigorta primleri artık ödemekte zorluk çektiğimiz bir seviyeye geldi.
İkincisi ödediğim bunca prime rağmen, sağlık harcamalarımın neredeyse yüzde 80’ini kendim ödemek zorunda kalıyorum.
Çünkü benim karşıma da o iki kelime çıkıyor:
Reddetme veya ödemeyi erteleme…
Sağlık sigorta şirketlerini yöneten insanlar bilmeli ki artık toplumun en antipatik insanları ve şirketleri haline geliyorlar.
Ama en az onun kadar büyük bir ikinci sorun var…
Hastanelerin giderek mükemmeliyet ve uzmanlaşma merkezleri olmaktan çıkıp doktorlara oda kiralayan AVM işletmelerine dönmesi de giderek tamiri çok ağır sorunlar çıkarmaya başladı.
Birçok hastane uzmanlaşmak yerine ikisi üçü bir araya gelmiş doktorlara oda kiralayarak AVM’leşiyor.
Bunun ilk işaretini ne yazık ki toplumun en masum kesiminin ödediği bedelle öğrendik.
“Yenidoğan” bölümlerinin tek amacının metrekare kârını maksimize etmek olan iki üç kişilik şirketlere kiralanmasının neye mal olduğunu, nasıl insafsızca bir çeteleşmeye yol açtığını toplumca gördük.
Bilelim ki o bir başlangıçtı.
Bebeklerden sonra sırada hepimiz varız.
Geçenlerde bir yakınım aynı tehlikenin şimdi göz ameliyatları konusunda yaşanabileceğini söyledi bana.
Katarakt ameliyatı olacakmış.
“Biraz araştırma yaptım, 30 bin liraya da ameliyat var, 300 bin liraya da, onu gördüm. Tabii bu ekonomik şartlarda insanın gönlü ucuza gidiyor. Öyle bir yere gittim. Mahallede apartmanlar arasında küçücük bir bina. Gözüm tutmadı ve araştırdım. O zaman gördüm ki “Yenidoğan felaketinin bir örneği yakında buralarda da yaşanabilir.”
Çünkü aynı Yenidoğan olayında olduğu gibi göz ameliyatı konusunda da bazı hastaneler odalarını böyle şirketleşmiş kişilere kiralıyormuş. Onlar da ayda 200 bin liraya kiraladıkları 90’lardan kalma lazer cihazlarıyla ameliyat yapıyormuş.
Sigortalar ancak bu fiyattaki ameliyatları karşıladığı için doğal olarak insanlar da buralara gidiyormuş.
İlk bakışta insana normal görünüyor.
Bu enflasyonda, bu işsizlikte, bu hayat pahalılığında insanların bulabildikleri en ucuz merdivenaltı ameliyatları tercih etmesi çok doğal.
Ama konuştuğum bir uzman şunları söyledi:
“Bakkaldan deterjan alıyorsan bu dediğin doğru. Ama söz konusu olan göz. İnsanın en sakındığı organı. Lazer teknolojisi 1995’lerde uygulanmaya başlandı. O dönemde gözün üstündeki tabaka direkt lazerle kazınıyordu. Sonra bu teknoloji gelişti. Gözün üstündeki tabaka çok hassas ve kıymetli olduğu için o tabaka kaldırılıp altındaki tabaka kazınmaya başlandı. Şimdi geldiğimiz noktada ise ameliyat tabakalara hiç dokunulmadan, yandan incecik bir kanaldan girilerek gerçekleştiriliyor, mercek takılıyor.”
Yani artık 90’lı yıllardaki teknolojinin gözde yaratabileceği riski sıfıra indiren bir teknolojiyle çalışıyormuş gerçek anlamda uzmanlaşmış hastaneler.
Lazerle göze müdahale konusu nedense bende hep bir soru işareti yarattı.
Psikolojik olarak ısınamadım lazer konusuna.
Ancak son zamanlarda birçok ilanda “No touch” ameliyat diye bir ifade görüyorum.
Yani “Hiç dokunma ve temas olmadan” yapılan katarakt ve mercek operasyonları.
Onu da bir uzmanla konuştum.
Cevabı şu oldu:
“Lazerle yapılan operasyonlarda no touch diye bir şey söz konusu değil. Bunların çoğu 90’ların teknolojisi ile yapılan operasyonlar ve hepsinde de tabii ki lazer gözün ilk tabakasına temas ediyor. Yeni teknolojilerde ise artık göz tabakasına dokunulmuyor. Çok ince bir kanalla girilip mercek direkt yerleştiriliyor. Ama bu da ancak yeni teknolojiyle mümkün.”
Netice?
Göz ameliyatlarında riski ortadan kaldıran bu teknolojiler tabii ki daha pahalı.
Bir de şu tehlike var.
Eski teknolojiyle ameliyatların merdivenaltı odalarda, apartman katı kliniklerde yapılması…
Yani önümüzdeki yıllarda yeni bir “yenidoğan” felaketi çıkabilir önümüze…
Sağlık bakanlığının böyle bir felaketi göz alanında yaşamamamız için lazer esnafı üstündeki kontrolü arttırmasında yarar var.
Sigorta şirketlerine de aynı şeyi söylüyorum.
Onların da bu “Deny” and “Delay” politikasını gözden geçirmesinde yarar var.
Göz ameliyatlarında stratejilerini ciddi ve uzman kuruluşlara yönlendirecek şekilde yaparlarsa…
Bence hem şirketlerinin imajlarına, hem kendi itibarlarına en büyük faydayı sağlamış olurlar.
New York’taki mermi kovanından gelen iki kelimelik mesajı ben işte böyle yorumladım.
26 Ocak 2025 - Bir mübadil bavulundan gelen kedi miyavlaması Türkiye’nin sesi oldu
24 Ocak 2025 - Trump’ın 250 bin dolarlık açılış balosunda muhalif bir Türk patron
23 Ocak 2025 - Yılmaz Özdil’in ameliyat sonrası yayınında teşekkür ettiği üç insan
22 Ocak 2025 - Eli kılıçlı başkomutanın ‘MAGA’ şarkısı gay mi, yoksa heteroseksüel mi?