Londra’da öğrenciyken bir pizzacıda çalışıyordum. Sahibi, Ortadoğu’dan Avrupa’ya savrulmuş bir Süryani göçmeniydi. Sadece iyi bir esnaf değil; sürgünün ne demek olduğunu bilen, tarihin, kimliğin ve güç dengelerinin bir insanın hayatına nasıl sirayet ettiğini derinden hisseden biriydi.
Bir akşam, hamur açarken bana dönüp sessizce şöyle dedi:
“Siz güçlü olduğunuz zaman Kürt, Ermeni, Süryani, Yunan meseleleri susar. Ama zayıfladığınız anda hepsi geri döner — hem de daha ağır taleplerle.”
O gün bunu yalnızca hayatın içinden gelmiş bir insanın pragmatik gözlemi olarak kaydetmiştim. Oysa yıllar geçtikçe — Ankara’nın koridorlarından Pekin’in devlet salonlarına, Brüksel’den Washington’a uzanan diplomatik masalarda — ne zaman Türkiye konuşulsa, o cümlenin aslında bu ülkenin jeopolitik gerçeğini nasıl da isabetle özetlediğini fark ettim.
Bir pizzacı tezgâhında söylenen o cümle, Türkiye’nin kader çizgisinin sade ama sarsıcı ifadesiydi.
Türkiye güçlü olduğunda birçok sorunu tamamen çözmese bile yönetmeyi, sınırlamayı, masanın hızını belirlemeyi başarır. Çünkü bu coğrafyada güç hâlâ en güvenilir diplomasidir.
Siyasi istikrarın yüksek, ekonominin dirençli, devlet kurumlarının saglam, güvenlik mimarisinin güçlü olduğu dönemlerde Türkiye’ye yönelik tüm fay hatları doğal olarak geri çekilir. PKK’nın manevra alanı daralır; Kürt meselesi birliğe zarar vermeyecek rasyonel bir zeminde tutulur. Ermeni iddiaları uluslararası alanda karşılık bulmaz; Süryani, Rum ve diğer azınlık meseleleri diyalogla çözülebilir hâle gelir.
Suriye ve Irak sahasında Türkiye’nin caydırıcılığı belirleyici olur. Doğu Akdeniz’de Ankara’yı dışlayan hiçbir ittifak kalıcı olamaz. Yunanistan’ın taktikleri Türkiye’nin gücü karşısında sınırlı kalır. Washington, Moskova, Brüksel ve bölge başkentlerinin hepsi şu gerçeği bilir: Türkiye olmadan denklem kurulamaz.
Güçlü Türkiye ile pazarlık edilir; zayıf Türkiye üzerinde pazarlık yapılır.
Bunun cevabı acı ama nettir: Bu coğrafyada zayıflayan devlet sadece ekonomik kayıp yaşamaz; uyuyan tüm dosyalar bir anda uyanır.
Türkiye içte bölündüğünde, ekonomi sendelediğinde, kurumlar yıprandığında ve devlet kapasitesi zayıfladığında tablo hızla değişir.
Etnik fay hatları harekete geçer. Donmuş dosyalar ısıtılır. Terör örgütleri hareketlenir. Dış güçler baskıyı artırır. Uluslararası platformlarda yıllardır bekletilen talepler masaya sürülür. Komşu devletler Ankara’daki boşluğu fırsat bilip, normalde söyleyemeyecekleri talepleri dillendirir.
Son otuz yılda bunu pek çok kez yaşadık.
PKK’nın tırmanışı, Ermeni iddialarının küresel kampanyalara dönüşmesi, FETÖ’nün devlet damarlarını kesme girişimi, Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışlama projeleri…
Ortak bir yan vardı: Hepsi Türkiye’nin zayıf göründüğü dönemlerde hızlandı.
Bugün Kıbrıs konusunda aşamalı baskılar, Kürt meselesinde dışarıdan “çözüm” telkinleri, AB ve ABD’nin yeniden ısınan talepleri — aynı matematiğin yeni versiyonlarıdır.
Türkiye sadece bir ülke değil; Balkanlar, Kafkasya, Orta Doğu ve Orta Asya arasında güç dağılımını değiştirebilecek bir aktör.
Dolayısıyla Türkiye’nin güçlenmesinden doğal olarak rahatsızlık duyan çok sayıda oyuncu var:
bölgesel rakipler, büyük güç dengelerini Türkiye’siz kurmak isteyen devletler, ayrılıkçı yapılar, dış istihbarat ağları, Türkiye’nin yükselişini kendi çıkarına tehdit gören siyasi çevreler…
Bu nedenle Türkiye’nin zayıf göründüğü her dönem sadece iç sıkıntı değildir; aynı zamanda uluslararası bir senaryonun devreye girdiği bir zaman dilimidir.
Türkiye üç kıtanın kavşağında, enerji hatlarının, ticaret yollarının, askeri geçiş güzergâhlarının merkezinde bir ülke.
Burada zayıflık, Batı Avrupa’daki gibi sadece siyasi maliyet üretmez;
toprak baskısına, etnik gerilime, dış müdahaleye, içeriden çürümeye, nüfuz kaybına ve güvenlik risklerine dönüşür.
Tarih bunun örnekleriyle dolu.
Güçlü bir Türkiye:
Kürt meselesini rasyonel zeminde tutabilir, soykırım iddialarını etkisizleştirir, azınlık meselelerini diyalogla çözer, PKK ve radikal yapıları sınırlar, ABD-AB-Rusya ilişkilerini kendi çıkarına göre şekillendirir, bölgede oyunu kuran aktörlerden biri olur.
Bu coğrafyada herkesin anladığı ortak dil güçtür.
Bugün Türkiye’nin temel sorunu zayıflık üretmek değil; zayıflığa alan bırakan dağınıklıktır.
Çıkış yolu açıktır:
Siyasetin normalleşmesi, ekonominin güçlenmesi, kurumların yeniden bağımsızlaşması, savunma–enerji–teknoloji ekseninin güçlendirilmesi, eğitim ve bilimin yenilenmesi, toplumsal bütünlüğün yeniden tesis edilmesi.
Güçlü Türkiye herkesin işbirliği yaptığı Türkiye’dir. Zayıf Türkiye ise herkesin taleplerini sıraladığı Türkiye’dir.
Bugün geriye baktığımda o pizzacı tezgâhında duyduğum cümle, artık sadece bir anı değil; Türkiye’nin yüz yıllık jeopolitik hafızasının özeti gibi:
“Güçlü olduğunuzda herkes sizi sever. Zayıfladığınızda herkes sizden bir şey ister.”
Türkiye’nin kaderi işte bu iki cümlenin arasındaki ince çizgide duruyor.
Ve o çizginin hangi tarafında kalacağımıza yalnızca biz karar vereceğiz.
5 Aralık 2025 - “Bir Ömür Çeşme”: Nuri Ertan ile Ege’nin Hafızasına Yolculuk
4 Aralık 2025 - İran Neden Van’da Başkonsolosluk Açmak İstiyor?
3 Aralık 2025 - Saman Alevi Gibi Parlayan Programlar ve Türkiye’nin Gerçek İhtiyacı
2 Aralık 2025 - Kırmızı Çizgi Çekmek: Sessiz Olgunluğun En Güçlü Hâli
1 Aralık 2025 - Yeni Bir Korku Çağı: Savunma Sanayinde Patlayan Sipariş Defterleri ve Türkiye