Üzerinden otuz küsür yıl geçti, bir partinin seçim kampanyasında kullanılmak niyetiyle, 90’larda epey popüler bir müzik parçasının telif hakkını almak için genç bestecisiyle görüşmeden dönen dost, o şahısla ilgili izlemini, “Ona paradan haber ver, şarkısını değil babasını bile verir sana” diye anlatmıştı.
Arada geçen yıllarla bakınca dediklerine, pek de yanılmış sayılmaz.
‘Parayı veren düdüğü çalar’ lâfı herhalde boşuna değil de, ‘düdük’ dedikleri ne ola?
Siyasetten gazetecisine, televizyoncusuna, baş haber sunucusuna, stüdyo müdavimi yorumcusuna, futbolcusuna, eski hakemine, bankacısına, borsacısına, müteahhitine, sağlıkçısına, “influencer”ına, holdingcisine, kafede bahis oynayıp boş oturan, çıkıp birbirini vuran çoluk çocuğuna…
Her gün, bi şeylere bulaşan birilerinin gözaltına alındığı haberiyle uyanıyoruz.
Adlara göz atınca içlerinden bazılarının beni zerre kadar şaşırtmadığını itiraf ederim.
Geçen gün bir başka dostla sohbet ederken, “Son yıllardaki fikir zikzakları, oradan oraya bol akçalı transferleri sonra tekrar transferleri, haklarındaki ibretlik söylentileriyle, kıllı-kışlı işlere bulaşmamış, sende hayal kırıklığı yaratmamış kaç televizyoncu, gazeteci-köşe yazarı, kaç politikacı, yönetici, vb, kaç kişinin adını gönlün rahat sayabilirsin” diye sordum.
Yüzüme sessiz sessiz baktı.
Tuzluğa gelince…
“Hıyarım tazee!” diye bağıranın arkasından tuzluğu kapan koşar burada derdi bir can arkadaşım.
Bildim bileli adettir o, iyice de yerleştirmişti insanlar uyanıklığı hem de kendi ülkelerine.
Ama belli ki, ‘burada değneksiz gez; at lüplettiklerini yurtdışına, keyfine bak hayat anlayışı’, bıçağın kemiğe çoktan dayandığı bir ekonomide temizliğin er geç ‘şart bir ihtiyaç’ olacağını hesaba katmamış.
Ey “benim yalnız ve güzel ülkem!”
Parça-buçuk operasyon filan değil bu olanlar: cihan şümul ne oluyorsa, “topyekün” oluyor.
Gidenler de kurtulmuyor.
Ateşe odunları kendilerinin taşıdıklarını görmek istemedikleri cehennemde, ellerinde tuzluk ortalarda kalıyor.
***
Habercilerin üslubuyla söylersek, “Türkiye bir soygunu konuşuyor”.
Olay Büyükçekmece Adliyesi‘ndeki adli emanet bürosunda ortaya çıkmıştı.
Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı emanet bürosunda görevli bir ‘hizmetlinin’ uzun süredir işe gelmediğini tespit etmiş, kuşkulanarak, anahtarları ‘emanet memurunda’ bulunan kasaları açtırmış.
Açılan kasalar tamamen boşmuş.
Sözü edilen hizmetli, 13 Kasım sabahı 07.40’da adli emanete gelmiş, Adliye personeli olduğu için orada olması dikkat çekmemiş.
Hizmetli kasayı açarak, 25 kilogram altın ve 50 kilogram gümüşü çöp poşetine koymuş, dosya taşımak için kullanılan market arabasına yüklemiş ve otoparkta bulunan aracına taşımış.
Detaylı sayımda, değeri 147 milyon lirayı bulan 25 kg altın ve 50 kilo gümüşün kayboluşu sonrasında, hizmetli ile memur hakkında gözaltı kararı verilmiş.
Lakin hizmetli, çalınanları kendi malı mülküyle birlikte çoktan satmış, eşini ve küçük çocuklarını toparlamış ve çok önceden aldığı vize ve biletlerle Londra’ ya uçmuş.
Bu yetmemiş, uçaktan iş arkadaşlarına
sarkastik bir sms mesajı göndermiş.
İnsanda bir muamma hissi oluşturan bu fazlasıyla tuhaf olay, bana Amerikalı film yönetmeni Sam Peckinpah ile başka bir yönetmenin bir filmini hatırlattı.
Peckinpah, filmlerinde ‘değerler ve idealler arasındaki çatışma’ nın yanı sıra, toplumdaki ‘yozlaşma’ ve ‘şiddet’e ilgisiyle bilinir.
Karakterleri, bugünler için çok geride bir kavram olarak, ‘onurlu olmayı’ arzulayan, ancak nihilizm ve vahşetin hüküm sürdüğü bir dünyada hayatta kalmak için uzlaşmaya itilen ‘kaybeden’ (loser) kişilerdir.
1984’te ellili yaşlarında ölen yönetmen, o kişilerin karanlık yollarda “kaderleriyle savaşmalarını” konu alır.
Fransa’daki son müze soygunuyla yarışır garabetteki adliye hırsızlığının bana hatırlattığı film, Quentin Tarantino’nun deyişiyle, “70’ler Hollywood’unun Altın Çağı’nı 1967’de başlatan” Arthur Penn imzalı Bonnie ile Clyde idi.
O film, bir benzerine doğru gidildiğini düşünmek istemediğim, 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın, 1930’lar Amerika’sındaki etkileri sırasında, Clyde’ın bir araba çalmasıyla başlayıp, arabanın sahibinin kızı Bonnie’nin, Clyde’a aşık olmasıyla sürer.

Bu tanışma ve aşk, Amerikan tarihinin en ünlü soyguncularının doğmasına yol açar.
İkili, eyaletler arasında gezerek sürekli banka soygunları yaparken, o dönemde kapitalizme ateş püsküren halkın gözünde Robin Hood statüsüne bile yükselir, birer kahraman olur.
Her soydukları dükkân ve bankaya mutlaka çiçek bırakırlarmış.
Arthur Penn‘in bu ikonik filminin bir şarkısı da vardı.
Godard etkisiyle “Amerikan Yeni Dalga eseri” gibi tasarlanan filmin şarkısının ilk sözleri şöyleydi:
“Bu günah dolu hayatta ihtiyacım olan
tek şey
Ben ve kız arkadaşım mı, ben ve kız arkadaşım mı?”
Not:
Bu sabah gördüğüm bir habere göre, İstanbul yakınlarında mahkemelik bir otel, metruk alana dönüşmüş.
Tesisin madde bağımlıları tarafından mesken tutulduğu, hırsızlık ve tahribatın geceler boyu sürdüğü belirtilmiş.